♫ ♪♫ ♪•♫♪ 2006'dan bu yana Film, Dizi, Müzik ve Kitaplar üzerine Yazılar Diyarı... ♫ ♪♫ ♪ ♫ ♪♫

The Second Mother : Patronun Masası, Hizmetçinin Çocuğu...

Bir gün insanın biri kendisini diğerlerinden üstün görür ve bunu onlara ilan eder. Herkesten üstün olduğuna göre, gününü yeteneklerini konuşturmak için harcamalıdır. Herkesin yapabileceği sıradan günlük işlere değil. Yapılması gereken bu işleri birileri yapmalıdır. E aşağı tabakanın insanları ne güne duruyordur. Karşılıksız yapmak isteyenler bile vardır bu yüce insanın işlerini... Karşılığında gerekirse bir şeyler de verilebilir canım. Atla deve mi... Dünyanın en saçma mesleği “Hizmetçilik” herhalde aşağı yukarı böyle doğmuştur. İnsanın insandan üstün olduğunu gösteren eşik olmuştur. Birinin emrine amade olmak yıllar içinde evrilse de, halen insanlığın üzerindeki kambur. Neyse ki kölelikten kurtuldu insanlık ama işveren-işçi ilişkisinde dengenin yanına bile yaklaşılamadı. Güç, parayı verenin çaldığı düdük olmaya devam ediyor. Türk Dil Kurumu’nun sözlüğüne göre Hizmetçi: “Hizmet gören kimse” ve “Belli bir ücretle ev işlerini yapmak için tutulan kadın” demek... Tanımı bu kadar basit ama uygulamada öyle mi? Sahi, Hizmetçi dediğimde aklınıza ne geliyor? Bir sürü kurallar, belki kötü tecrübeler geliyordur. İyi şeyler geldiğini sanmam. Google da öyle düşünüyor olmalı. “Hizmetçi TDK” yazıp “bul” deyin. Çıkan sonuç: “kahpecik. Oynak, kırıtkan. "Annesi Fatma kızına kahpecik lakabını veren aileye hizmetçi oldu." - H. E. Adıvar” Neyse bırakalım Google ona tapan hizmetçileriyle oynaşsın, biz Val’ın öyküsüne odaklanalım. 2015 yapımı Brezilya işi “Que Horas Ela Volta?”nın kahramanı Val’a...

Öyle basit, sıradan biri değil Val. Koca yürekli, pozitif, şefkatli bir kadın. Kızını yetiştirmeleri için Pernambuco’da küçük bir kasabada akrabalarına bırakmış, başka bir çocuğa anne olmuş. Fabinho’nun bakıcısı olarak Sao Paulo’da 13 yılı devirmiş. Okşayıp öpmekten, koklamaktan kendini alamıyor Fabinho’yu ama onunla yaşıt kızı Jessica’yı büyütememiş olmanın suçluluğunu da taşıyor. Jessica’nın arayıp üniversiteye giriş sınavına çalışmak için yardım istemesiyle düşleri gerçek oluyor. Ev sahiplerinin izni ve desteğiyle hazırlıklara başlıyor. Fakat Jessica’nın gelişi hesapları alt üst ediyor. İşveren-bakıcı ilişkisinin getirdiği sınırlar ve tüm kurallarla yüzleşmek hepimize fatura ediliyor. 

“Senaryoyu yazmaya 20 yıl önce, ilk çocuğum doğduğunda ve çocuk yetiştirmenin ne muhteşem bir iş olduğunu fark ettiğimde başladım. Aynı zamanda fark ettim ki, bu işin kapsamı Brezilya kültürü tarafından daraltılıyor. Benim sosyal çevremde, çocuğunuza kendiniz bakmak yerine, genellikle yatılı bir bakıcı alırsınız ve sıkıcı işlerin çoğunu başkasına bırakırsınız. Ama bu bakıcılar düzene ayak uydurabilmek için de, genellikle kendi çocuklarını başkalarına bırakırlar. Bu sosyal çelişki beni Brezilya’nın en önemli sorunu olarak çok etkiledi. Çünkü böyle bir durumda hep çocuklar kaybediyor; işverenlerinki de, bakıcılarınki de. Toplumumuzun temelinde büyük bir sorun yatıyor: Çocuk yetiştirme. Gerçekten şefkat olmadan çocuk yetiştirebilir misiniz? Şefkat satın alınabilir mi? Eğer öyleyse, bunun fiyatı nedir?” diyor yönetmen Anna Muylaert, “The Second Mother’ın çıkış noktası nedir?” diye sorulduğunda. Önce büyülü gerçeklikten etkilenmiş ama gerçekçi hale gelmiş yıllar içinde. “Brezilya, İşçi Partisi’nden bir devlet başkanı seçti ve her şey değişmeye başladı. Emekçi yasasındaki iyileştirmeler, yatılı işçiliğin hemen hemen sonunu getirdi. 2013’te, film yapım sürecine girdiğinde, sonunda oturup bu değişimleri ve tartışmaları yansıtan bir senaryo yazdım.” diyor. Mükemmel iş çıkarmış. Kamerasını Val’ın sığabildiği alanlara çeviriyor. Öyküsünü onun gözünden anlatıyor. Herkese aynı noktadan bakıyor, abartmıyor, süslemiyor. Bárbara hanım ve Carlos bey’i kötülemiyor. Aradaki sınırı ince ince dokuyarak ilerliyor. Ve o sınır hakkında düşünmenizi istiyor. 

Tedavülden kalkması gereken ilkeler ve ayrımcı adetlere bağlı, ikinci sınıf vatandaşlığa neden olacak her davranışı kabullenen Val’ın gözünden görün dünyayı birde... Yaşadıklarını, kabullenişlerini, umutlarını, ona bırakılan küçücük yaşam alanı mutfağı... Ya oturma odası? Kim girebilir oraya? Kim oturabilir yemek masasına? Patronun masasına hizmetçinin çocuğu oturabilir mi? Kim girebilir havuza? Kim dokunabilir dondurmaya? Misafir odasına kim misafir olamaz? Olur da teklif ederlerse, gerçekten teklif mi ederler? Yoksa sadece nezaketen mi sorarlar? Kimin kahve takımları çıkar servise? Çocuklara kim dokunabilir? Kim kucaklayabilir onları? Bu sorulara yanıt ararken kimin kimden nasıl üstün olabildiğinin saçmalığına bir güzel isyan edin, haksızlığa sövün. Eşitleyin kendinizi herkesle... Varsa sökün boy aynanızı. İyi-kötü etiketlerinin de dışına çıkın ve öyle değerlendirin her şeyi. Ben mi? Jessica’nın da dediği gibi: “Kendimi kimsenin olduğundan daha iyi ya da daha kötü olarak değerlendirmiyorum.”

Share this:

Yorum Gönder

 
Designed by OddThemes & Distributed by Free Blogger Template