Her şey 1998 Mayısında yayımlanan bir makale ile başladı… Vibe dergisinde Ken Li imzasıyla yayımlanan “Racer X” üç yıl sonra bir filme ilham kaynağı oldu. Gary Scott Thompson, Erik Bergquist ve David Ayer’in senaryosunu kotardığı ve Rob Cohen’in yönettiği “The Fast and the Furious” Haziran 2001’de vizyona girdiğinde sevilmişti ama aradan geçen 14 yıl sonra dünyanın en popüler ve başarılı seriye dönüşeceğini kimse tahmin etmemişti. Bir ara düşüşe geçip zayıflamış da olsa yeniden yükselişe geçen serinin yedinci filmi ayın en önemlisi olarak her sinema salonunu fethederek vizyonda…
Öncelikle söyleyeyim, söz konusu arabalar olduğunda hiçbir şey hissetmeyen biriyim… Araba manyağı olamadım hiç, oyuncak koleksiyonu yapmadım, yaşım 40 oldu ehliyet almayı bir saniye bile düşünmedim… Arabayı geçtim, motorsiklet ve bisiklet sürmeyi bile sevmem. Pilot değilim co-pilotum hep. Serinin oyunlarla olan ilgisini, modifiye kültürünü ve drift gibi detayları da hiç bilmem. Dolayısıyla seriye bakışım genel izleyici formülünün dışında… O motor sesini duyunca yüzü gülen ve arabaları aşkla seyredenlerden değilim. Aksiyon sahneleri ve senaryoya bel bağlamayı getiren bir durum bu… Serinin de bu konuda hayli zayıf olduğu herkesin malumu… Yedinci filme dönmeden serinin tarihçesine de kısa bir bakış atalım ve öyle geçelim…
İlk filmin başarısı öncelikle oyuncularını yıldız mertebesine yükseltmişti... Beklentiler büyüyünce 2003 yılında “2 Fast 2 Furious” sıradan hikayesiyle kimseyi tatmin etmemişti ve bugün bakıldığında serinin en kötüsü demek yanlış olmaz. 2006 yılında seriye taze kan olarak Justin Lin gerekli aşıyı yaptı, hem de yavaş yavaş. “The Fast and the Furious: Tokyo Drift” kadrodaki değişimine ve başlı başına bir film gibi gözükmesine rağmen beğenilince Lin’in dört filmlik macerası başlamış oldu. 2009’da dördüncü filmle klasik kadro yeniden bir araya geldi ve gerekli çılgınlıklar yapılarak seriye sonraki filmlerde de altı sıkça çizilen “biz bir aileyiz” kavramı iyice yedirildi. İki yılda bir yeni filmin gelmesini sağlanınca “Fast Five” ekibin rio soygununa tanık etti izleyicisini ve Lin tam anlamıyla iyi bir devam filmini seriye ilk kez kazandırmış oldu. Sonrası iyilik güzellik spor desek yeridir. “Furious 6” aksiyonda sınır tanımamış ve arabayla yapılabileceklerin sandığımızdan daha çok olduğunu kanıtlamıştı perdede... Lin’in başarısının altında birlikte çalıştığı senarist Chris Morgan’ın imzası da hayli önem taşıyor. Morgan basit bir hikaye buluyor, gerekli çılgınlıklar ve her karakterin tek kişilik şovlarıyla süsleyerek seyir keyfi yaratıyor ve zaman hızla akıyor... Yedinci filmde de yine senaryo ona ait. Yönetmen koltuğundaysa korku filmleriyle müptelası olduğumuz bir adam var. “Testere” fenomeninin yaratıcılarından biri olan ve ilk filmi yöneten Wan, bugüne kadar gerilimden şaşmamış, “Insidious” ve “The Conjuring” ile yeni seriler yaratmıştı. İlk kez aksiyonu deniyor olması da filme duyulan merakın artma sebeplerinden biri...
Altıncı filmin sonunda neler olacağını üç aşağı beş yukarı anlamıştık aslında. Seriye kötü adam kontenjanından Jason Statham katılacak ve ekibi yenmeye çalışacaktı. Son Londra işinde kardeşini haşat eden ekipten alınacak intikam filmimizin konusu. Statham’ın oynadığı karakter Deckard Shaw, tam da kendisinden beklendiği gibi. Morgan seyircisine istediğini vermiş. Serinin herhangi bir hayranına “Statham’ın karakteri nasıl biri olsun?” diye sorsak alacağımız cevap tastamam bu olur. Eski asker, gölge gibi bir adam. Yakalanması, bulunması ve öldürmesi zor... Rakiplerinin ıskaladığı zorlu bir adam... Ekibi Tokyo kanadından çökertmeye başlayan Shaw, tehdidini bombalı paket yollayarak ilerletiyor. Bu arada da Brian artık çoluğa çocuğa karışmaktan muzdarip. Hayatında tek aksiyon kalmamış, minivan ile dur kalk yapa yapa çocuğunu okula bırakıyor. Kurşunların arasında olmayı düşlüyor yeniden... Ve böylece hikayemizin ana çatısı belli oluyor... Gölge adamla kapışılacak ve kurşun hasreti giderilecek...
Morgan formunda, oyuncular formunda, eski toprak Kurt Russel’ın konukluğu da yerinde... Serinin gerektirdiği ve seyircinin beklediği tüm numaralar fazlasıyla mevcut. James Wan da üzerine düşenin fazlasını yapınca ortaya çok iyi bir film çıkmış. Evet her şeyi bildik bir senaryo, şaşırtmayan sahneler ve bildik bir finali var ama çok doğru bir formül bu. İyice uçmuşlar bu kez, hem de kelimenin tam anlamıyla. Uçaktan süzülmeler, üç gökdelen arası geçişler derken yaratılan sahneler hiç sırıtmıyor. Her karakter de yeri geldiğinde tek kişilik şovlarını sergiliyor ve rakiplerini haklıyorlar. Komedi dozunu da yükselten anlarıyla iyi bir devam filminden beklenen her şeyi fazlasıyla veriyor.
Ve gelelim finale... Serinin altı filminde yer alan Paul Walker’a bir veda bu aynı zamanda... 30 Kasım 2013’de henüz 40 yaşındayken hepimizi şok eden bir ölümle aramızdan ayrılmıştı... Ailenin bir parçasıydı... Buna yakışan çok güzel bir veda yapıyor film... Önceki filmlerden yapılan kolajla ve Dominic’in cümleleriyle harika bir veda bu... Aslında veda da değil, “o benim kardeşim ve her zaman yanımda olacak” sözleri her şeyi anlatıyor...
Gişe rekorlarıyla ilerleyen film beklentilerinizi fazlasıyla karşılayacak ve serinin şimdilik en iyi filmi olarak anılacak... Walker’a veda da cabası... 14 yılı geride bırakan hızlı ve öfkeli serisi, neden yedi filme dayandığının cevabını veren keyifli bir 137 dakika sunuyor... Benim gibi arabaları sevmeyen ve motor sesinden kafası şişen birini tavladıysa gerisini siz düşünün...
Yorum Gönder