Fantastik konuları ve müthiş kurgularıyla okuyanda tiryakilik uyandıran Sezgin Kaymaz’ın merakla beklenen yeni kitabı “Bekele”, yeni geçiş yaptığı April Yayıncılık etiketiyle raflarda yerini alıyor...
Sahneler ve mekanlar, haller ve duygular, insanlar ve dil...
Yumruk gibi hikayeler en korunaklı bölgelere iniyor, savunmasız karanlıklarda art arda şimşekler çakıyor.
Sezgin Kaymaz gücünü nereden alıyorsa orayı güçlendiriyor, okuyan 'İyi ki Türkçe biliyorum' diye şükrediyor.
Ağrıları hortlatan aşk, tasma takıp ücralara kapatılan vicdan, neyin fısıldadığı sır, kum taşında gizli şans...
Çareyi uzayda arayanlar, özrü kabahatinden büyük olanlar, küçük bir ekte saklı hayatlar, yüz bin sene beklenenler...
Zıtlıkların dengesi korkusuzca kurcalanıyor, gözyaşları ve kahkahalar eşliğinde samimi ve sahi bir serüven başlıyor.
Sezgin Kaymaz, hikayelerin kahramanı yaptığı okura sesleniyor: Bakele!
Tanımayanlar için kendisini zamanında şöyle anlatmıştı Kaymaz...
“Sinop (Erfelek) doğumluyum. 5 yaşıma kadar orada kaldım, babam bizi terk ettikten sonra 5 kardeş, bir de anne Konya'ya taşındık. İlkokulu ve Koleji (O zamanlar Maarif Kolejiydi) Konya'da bitirdim. 1980'de Hukuk okumak için Ankara'ya geldim. Sporla ilişkim okulla olan ilişkime ağır bastığı için üçüncü senemde Hukuk Fakültesinden ayrılıp Hacettepe İngiliz Dil Bilimine geçtim. Son sınıfa kadar okulun en başarılı öğrencilerinden biri olmayı bile becerdim. Son sınıfa dönemlik kaydımı yaptırmaya gittiğim gün Türkçe dersini alttan almam gerektiğini, çünkü çaktığımı söylediler. Ben de sinirlenip son sınıftan terk ettim. O arada öğrenci affı çıktı. 10 sene önce sıkılıp bıraktığım Hukuk Fakültesinin 10 sene önce yüzüne bile bakmadığım derslerine üç ay çalışarak hepsini verdim ve afla geri dönüp yeniden Hukuk öğrencisi oldum. Bir süre sonra sınıf arkadaşalarım işi abartıp bana "Amca" demeye başladıkları için tekrar sıkıldım ve tekrar bırakıp İngiliz Dil Bilimine döndüm. Çok şükür diplomamı aldım. Spora cirit ve çekiç atarak başladım, daha sonra hentbolü seçip 31 sene boyunca antrenörlük yaptım. Araya sıkıştırdığım spor değil okul oldu her zaman. Bu süreçte Kulüp takımlarının yanı sıra Millî Takımları da çalıştırdım. 1990 senesinde günlük uyku ihtiyacımın 1-2 saati geçmediğini, hâttâ 3 saat uyuduğum zaman ertesi gün akşama kadar baş ağrısı çektiğimi fark ediverdim. Geceleri okumaktan sıkılınca da yazmaya başladım. Çok sevdiğim bir arkadaşım taslaklardan birini İletişim'e sızdırınca da Can KOZANOĞLU bana "yazar" dedi. O günden sonra spor dahil diğer bütün işler "araya sıkıştırılan" işler oldu. Yazmanın bu kadar hoşuma gideeğini bilseydim 31 sene top peşinde koşmazdım. Gerçi şu anda Voleybol Federasyonunda top kovalamaya devam ediyorum ama gecelerin bana kalan birkaç saatlik kısmı var. Orada yazmaya çalışıyorum.
En sevdiğinize emanet olun.
Sevgi ve dostlukla.”
Bakele’den bir tadımlık...
CIZGI
Bazı mesleklerin özürü kabahatinden büyük olur. Pilotsun, uçağı çaktın piste diyelim. “Çok pardon. İniş takımlarını açmayı unutmuşum.” diyemezsin.
Futbolcu olsan dersin hâlbuki. Topu ayağında eveler geveler, dokuz kişiyi çalımlamaya kalkar, düşer, rezil olur, boş kalenin önünde senden pas beklerken kendine jilet atan santrfora dönüp “Pardon.” diyebilirsin. “Görmedim valla.”
Daha var bir sürü örnek de lâfı dolandırmak istemiyorum. İlkokul öğretmenime geleceğim; Vildan Öğretmene.
İlkokula yeni başlamışım. Zevkliydi yalan yok. Çünkü Vildan Öğretmen çok iyi bir insandı; şeker şeker. Hâlen saygıyla anarım. Ve de esefle.
Üçüncü veya dördüncü gün. Gelmişim akşam eve, ödev yapacağım bir heves. Gündüzün öğretti Vildan Öğretmen, akşamına da bastı ödevi. Cızgı cızacağım. Bir sayfa dikine, bir sayfa yanlamasına, bir sayfa verevine. Kurulmuşum masama, başlamışım cızmaya. Annem dikildi tepeme.
“Ne bu oğlum?”
Ne kadar da cahildi; cızgıyı bile bilmiyordu.
“Cızgı anne. Basbayaa cızgı.”
“Cızgı değil çizgi.” dedi sert sert. Hadi buyur. Sen mi bileceksin koskoca öğretmen mi bilecek? Aldı kalemi elimden, düpdüz bir şey cızdı. Ben de ona sordum o zaman:
“Peki bu ne anne?”
“Çizgi işte.” dedi. “Böyle olur çizgi. Tırtık tırtık olmaz. Düz olur, dümdüz.”
Başladım ağlamaya. “Öyle değil işte yaa! Hem bilmiyosun, hem de karışıyosun. Çek. Karışma bi. Kendim yapçam.”
Delisi tepesinde kadındı. “İnat pezevengin oğlu!” dedi. “Rahmetli baban da böyleydi. Bak oğlum, ver elini, ben yaptırayım sana birkaç tane, sonra sen devam et.”
“Yaa bi git yaa! Öyle değil işte yaa!”
İsyan dağarcığım; “Öyle değil işte yaa!” ve “Yaa bi git yaa!” gibi ana ve “Hiç de bile!”, “Sanne sanne!”, “Banne banne!” ve “Yek yee!” gibi tâli feryatlardan ibaretti. Bir de gözyaşılarından.
“Tırtıklı çizgi olur mu oğlum?”
“Sanne sanne.” Zaten onu da yanlış biliyordu. Cızgı’ydı bir kere, çizgi değil.
“Allahım sen bana sabır ver de şunun saçını başını yolmayayım.” deyip gitti mutfağa kadıncağız, bir tepsi taze fasulye getirdi, oturdu ayıklamaya başladı. Gözü üstümdeydi. Ne kadar çalışkan olduğumu görsün diye kafamı yan yatırdım, kapandım defterimin üstüne, dilimi dudaklarımda dolaştıra dolaştıra cızmaya devam ettim. Cızgıyı ne yana cızarsam dilim de o yana hareket ediyordu.
Öyle böyle, annemin yoğun muhalefeti ve benim şiddetli isyanlarımla dolu iki ay geçirdik. Her şeyime karışıyordu kadın. Yok efendim delik bakraç gibi ‘U’ mu olurmuş, yok efendim yumurta gibi ‘O’ mu olurmuş, yok efendim ayın-gayın gibi ‘E’ mi olurmuş, bir dolu lâf. Gene bunlar iyi hâllerimizdi. Asıl kıyamet cızgılı harflerde kopuyordu.
“Ulan inat pezevengin oğlu! Hıçkırık tutmuş merdiven gibi ‘H’ olur mu lan?”
Veya;
“Oğlum, yavrum, evlâdım, ‘F’ harfi üç düz çizgiden oluşur, üşüme gelmiş tarak gibi titremez. Ne yapıyorsun ulan sen!”
Benim cevabım belliydi:
“Yaa bi git yaa! Öyle değil işte yaa!”
Annemin cevabı da belliydi:
“Bak döverim.”
“Banne banne. Dööv.”
Sonunda geldi çattı veli toplantısı. Çok dolu gitti annem: “Seni öğretmenine şikâyet edeyim de gör.”
O toplantıdan döndüğünde biz de arkadaşlarla sokakta oynuyorduk.
Koştum hemen.
“Ne dedi öğretmen? Ettin mi şikâyet?”
“Etmedim.” dedi. Durulmuştu.
“Yek yee...” diye düşünüyordum ben. “Şikâyet etti de öğretmen bunu bi azarladı, korktu tabii.”
Sahiden şikâyet etmemiş hâlbuki. “Anam...” dedi o akşam oturmaya gelen Avniye’nin annesine. “Kadıncağızın ahı gitmiş vahı kalmış. Elleri titriyor, bizim oğlan da o titrek titrek yazdığı için bütün çizgilerini titretir oldu, doğrusu o sanıyor, lâf geçiremiyorum. Görsen acırsın kadına, kalemini yedi sekiz sefer düşürdü, gözleri de seçmiyor, biz kalktık verdik. Nasıl düz çizgi çizsin yazık? Ay dili de bir fenâ... Çizgiye cızgı diyor, patatese battis diyor, gazoza kazuz... Kırıp incitmeden ikaz edeyim dedim, “Çok pardon!” dedi gözleri dolu dolu, ben de bilemedim ne yapacağımı. Müdüre söylesem de şube değiştirmeye kalksam sebep soracak adam, kadına ayıp olacak. Bir tarafta o, bir tarafta çocuğun istikbâli.
Şaşırdım kaldım.”
İki sene daha okuttu bizim sınıfı Vildan Öğretmen. Sonra emekliye ayrıldı, gitti. Dördüncü sınıfta yerine gelen Reyhan Öğretmen durumun vahametini görüp dersleri birinci sınıf seviyesinden başlattıysa da beşin sonuna kadar düz cızgı cızdıramadı hiç birimize. “Bari cızgı demeyin.” diye hem yalvardı, hem sıra dayağından geçirdi.
Başkaları ne der, nasıl düşünür bilmem. Bana göre özürü kabahatlerinden büyük insanların başında ilkokul öğretmenleri gelir. Ben böyle düşünürüm. Şu yaşıma geldim, her düz çizgi bana bir sanat eseri gibi görünür. “Ordaki - Burdaki” diyemem; “Ordaakı” derim, “Burdaakı” derim, “Kül taplası” derim...
Çizgiye de hâlâ cızgı derim.”
Bakele / Sezgin Kaymaz
April Yayıncılık / Roman Dizisi
Şubat 2015
200 Sayfa
17 TL
Yorum Gönder