Türk okurların Ağustos ayında yayımlanan Turquetto adlı romanıyla tanıdığı Metin Arditi İstanbul’daydı… İki günlük yoğun programında basın ve okuyucuların büyük ilgisiyle karşılaşan yazarın dün akşam Pera Müzesi’ndeki söyleşisi de büyük ilgi gördü. Sanat Tarihi öğretim görevlisi Haldun Hürel’in eşlik ettiği söyleşide yazar, sözlerine İstanbullu okur ve basın dünyasına dair gözlemlerini paylaşarak başladı!
“İki gün içinde yaşadığım heyecanı Avrupa’da tatmadım…”
Ağustos ayı başında Can Yayınları’ndan çıkan Turquetto adlı kitapla Türk okurun ilk kez buluştuğu Metin Arditi, dün akşam Pera Müzesi’nde Haldun Hürel ile buluşarak hem kitabını hem de şehir ve sanatın edebiyata kattıklarını anlattı. Turquetto’nun konu edindiği 16. yüzyıl dönemi sefarad müziğinden en güzel örnekleri seslendiren Janet – Jak Esim ve arkadaşları, kitabın atmosferini dinleyicilere birebir yaşatan büyülü bir başlangıç yaptı. İlk dakikasından itibaren keyifli ve ilgiyle izlenen bir söyleşi sunan konuşmacılardan Metin Arditi, açılışı İstanbul’da geçirdiği iki günden söz ederek yaptı. Avrupa’da bir fenomen haline gelen romanı Turquetto hakkında yurt dışında yapılan söyleşi ve haberlerden söz eden Arditi, bu ilginin İstanbul’da gördüğüyle kıyaslanamayacağını belirtti: “ İstanbul’da bulunduğum iki gün içinde yaşadığım heyecanı Fransa’da bile yaşamadım. Bunun için hepinize minnettarım.”
“Avrupa Türkleri istemiyor mu? Yazık!”
Sohbet süresince 16. yüzyıl sanatından göçebe hayatı yaşan Yahudi halkların macerasına kadar pek çok konuya değinen Arditi, Türkiye ve AB ilişkilerini mercek altına alan önemli açıklamalarda da bulundu. Kısa süre önce Marsilya Belediyesi tarafından başlatılan ve Akdenizli yazarların kökenlerini anlatan yazıları bir araya getiren kitapta aşağıdaki değerlendirmeyle yer alan Metin Arditi, söyleşi sırasında ilk kez bu kitaba yazdıklarından da bahsetti. Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye karşı tutumunu sert bir şekilde eleştiren yazının Türkçeleştirilmiş tam metni ilk kez burada:
Türk Paradoksu
Bir yandan haz var, elbette. En uca varmış, konfor arzusu. Keyif; çevrilmesi mümkün olmayan kelime, miskinlik etmenin bir tür ıslah edilmiş hali, herkesin beğenisine göre değişen, bol şekerli sert bir kahve de, bir dilim baklava da, soğuk bir limonata da olabilir, ya da hiçbiri. Evet, Türkiye zevkin içildiği, dille okşandığı, herkesin, gözüyle her şeyin ölçüsüzce tadını çıkardığı bir ülke.
Ama aynı zamanda olağanüstü tutkulu bir ülke. Çalışkan. Vazifesini canla başla yerine getiren. Büyük gayret gerektiren işlerin karşısında bile mütevazı ve soğukkanlı.
Bu hep doğruydu. Osmanlı İmparatorluğu’na adını veren Osman’dan beri böyleydi bu. İmparatorluğu yayılmacılık temeline üzerine kurmuştu. Ve birleştirme. Bir de, herkesin bir diğeriyle çalışma becerisi üzerine. O kişi ne olursa olsun. Büyük zekâ.
Türk kendini Avrupalı mı hissediyor? Asyalı mı? Bu soruyu sormak bile onu yanlış tanımak anlamına gelir. Konstantinopolis’in fethi sırasında, Türkler, kiliseleri ve bazilikaları yalnızca muhafaza etmekle kalmadı. Bunları kendi camileri haline getirdiler. Daha da iyisi, mimarisini Sinan’a, bir Hıristiyan’a, emanet ettikleri yeni camilerini inşa ederken onlara öykündüler. Neden? Çünkü kiliseler ve bazilikalar güzeldi, hem de çok güzeldi, onları yerle bir etmek budalalık olurdu. Türk kendini Türk hisseder. Türküm, doğruyum, çalışkanım, derdik her gün sınıflara girmeden önce. Ben Türküm, doğruyum, çalışkanım. Doğruluğum ve çalışma şevkim, bana başkasıyla çalışmayı emrediyor. Fetih, hükmetmekten yüz kere daha iyi.
Avrupa Türkleri istemiyor mu? Yazık. Ama olsun. O da ağlarını başka sulara atar.
Her şeyden önce fethetmek. Çalışma. Dün İmparatorluk’tu, bugünse pazarlar. Batı’nınkiler ona kapalı mı? O da Doğu’ya gider o zaman.
Kaderi asla tesadüfün eseri olmaz, ahlak duygusunun ürünüdür. Sırrı da budur işte. Gücü. Başarısının anahtarı. Zevkin tadını çıkarma becerisinin açıklaması da budur, hiç kuşkusuz.
Avrupa’nın budalalık ederek istemediği bu Müslüman, laik, demokratik Türkiye hakkında son bir söz: Bu Türkiye, sevilmemeyi sevmiyor. Bunu kişisel bir mesele olarak algılıyor. Kendini yaralanmış hissediyor. Bu böyle. Huy değişmez.
Çocukluğuma dair bir anı kalmış aklımda. On yaşındaydım ve annemle birlikte, ilk kez Paris’e gidiyordum. Bana hiç durmadan Osman Bulvarı’ndan[1] bahsediyordu. En güzel caddelerinden birine bu adı verdiklerine göre Türkleri çok seviyor olmalılar, diyordum kendi kendime. Ve bundan sonsuz bir sevinç duyuyordum.
[1] Baron Haussmann, İkinci İmparatorluk Dönemi’nde Paris’in yeniden inşa edilmesinde ve modernleşmesinde önemli rol oynayan Fransız kent yöneticisi. Haussmann ismi, Fransızca “Osman” olarak okunduğu için yazar bir kelime oyunu yapmıştır.
Yorum Gönder