Bir kültün katliamı
Korku sinemasının 70’lerin sonundan itibaren saf öldürme isteğiyle dolu katilleri yaratmaya başladığı dönemlerde Halloween ile başlayan, her özel günü lanetlemeye başlayan katillerle dolmaya başladığı dönemlerde Kanada’dan çıkıp gelen ve kısa zamanda külte dönüşen bir katliam bu… Cuma günü lanetlenir, Cadılar bayramı lanetlenir peki neden Sevgililer Günü lanetlenmesin sorusuyla yola çıkıldı belki, belki de cinayetlerin sonunda kalbin sökülmesine deyim yerindeyse cuk oturması, anlam kazandırması açısından çıktı bu ana fikir. Ama sonuçları hayli şaşırtıcı oldu. Sakin bir kasabada işlenen seri cinayetler dönemi için keşfedilmemiş bir şey değildi elbette. Ama Sevgililer Gününde işlenen cinayetler hayli orijinal bir fikir olarak çıkageldi. Bu anafikre birde kapitalist düzenin yarattığı bu tip özel günlere lanet edenlerin sahip çıkmasıyla, film olduğundan fazlası oluverdi. Nihayetinde İrlanda’lı bir rock grubunun filmin adını kendisine isim olarak seçmesi ile sinema tarihinin özel filmleri arasına “kült” sıfatıyla eklendi Sevgililer Günü Katliamı…
Bu kültün yeni teknolojiyle birleşip yeniden karşımıza gelmesi ise sürpriz değil elbette. Korku filmlerinin altın çağına dair her örneğinin yeniden çevrimleri furyası başlamışken durması da pek mümkün gözükmüyor gibi. Ama her yeniden çevrimde orijinal film biraz daha anlam kaybetmeye, her yenilenme kötü sonuçlar doğurmaya devam ediyor ısrarla.
1981’de Macar yönetmen George Mihalka’nın başarısız bir komedi filminden sonra çektiği ikinci uzun metrajı My Bloody Valentine, anafikrini Stephen A. Miller’dan senaryosunu John Beaird’dan alıyor. Ve o dönemin tüm formüllerini uygulayarak anlatıyor öyküsünü. Dört başı mamur anlatımıyla ön plana çıkıyor. Elbette son dönem filmleri kadar kanlı değil, korku filmlerinin aldığı yola bakılınca yeni keşfeden izleyici için ürkütücü de değil. Bir hikayeyi çok iyi anlatıyor o kadar. Ama 2009’dan bakıldığında oluşan yargı bu…
2009 çevrimi ise 3.boyutunu kazanmadan önce, senaryosunu The Messengers ve Jason X’den bildiğimiz Todd Farmer’a emanet ediyor. Yönetmen koltuğuna ise Wes Craven’in ekibinden Patrick Lussier oturmuş. Lussier’in ilk denemesi değil elbette. 2000 yılından bu yana devam filmleri ve yeniden çevrimlerle dolu bir filmografisi mevcut ama içinden bir tanesini bu iyi diye sıfatlandırmak pek mümkün değil. Bu açıdan yaratıcı ekipten, künyeden alınabilecek tek referans Wes Craven ismi gibi görünüyor.
Yıl 1981, My Bloody Valentine, ilk sahnesini sol göğsünün üzerine kırmızı bir kalp dövmesi olan kadının katledilmesiyle açıyor. Konusunu da 12 Şubat’tan itibaren işlemeye başlıyor. Kalplerle dolu kasabada, 20 yıl sonra yeniden Sevgililer Günü Balosu yapılacak, tüm hazırlıklar da son aşamaya gelmiş. Klasik hediye paketinin içinde kalp bulunduğu andan itibaren her şey değişiyor. Bir karmaşa, bir can pazarı başlıyor. Ama Harry Warden karakterine dair, cinayetlerin neden işlendiğine dair tam bir açıklama söz konusu. 20 yıl önce madencilerin Sevgililer Günü Balosuna yetişmek için acele etmesi bir kazaya sebep olunca, güne nefret duyulması da hayli doğal. Warden tüm sorumluları bulup gecikmiş kutlamasını yapıyor ve yakalanıp Tımarhaneyi boyluyor. 20 yıl sonra yeniden başlayan cinayetleri önlemek için balo iptal edilse de, kasaba gençleri maden ocağında gizli bir partiyle katliama zemin hazırlıyorlar. Son bölümü maden ocağında geçen, sürpriz finali de mantıklı sonuca bağlanan film kağıda yazılı öyküsünü peliküle başarıyla aktarmış olarak alnının akıyla yapıyor finalini. Tek bir soru işareti, gereksiz sahne ve tempo sorununa düşmeden üstelik…
Yıl 2009… Hayli karmaşık ve mantıksız bir başlangıç yapıyor My Bloody Valentine 3-D… Orijinal filmin aksine kasaba adıyla, atmosferiyle tamamen farklı biçimde yaratılmış. Maden ocağı daha ilk sahneden başrole soyunmuş. Başrole oturan bir kadın ve peşindeki iki erkek biraz daha detaylandırılmış. Ama yaratılan karakterler yetmemiş olacak ki madenci katilimiz ilk filmin aksine sadece gün bugündür deyip amaçsızca öldürmeye başlıyor. Alt metnin yerle bir edilmesiyle sıradan bir öykü anlatmaya başlıyor… Zaten ölümlerin neden başladığına dair hiçbir bilgi vermeye de gerek duyulmuyor. İşte bir adam vardı, ölmüştü geri geldi, cinayetlerine kaldığı yerden devam ediyor duygusuyla kolayı seçiyor. Buna eklenen de pek çok şey var. Aradan geçen zamanda değişen pek çok şey olmamış, kasabayı terk eden adam geri dönüyor klişesi hemen giriyor devreye. Kadını paylaşmak için mücadele giriyor yeniden devreye…
Ama nafile film bir türlü anlam kazanamıyor, daha da kötüsü hiçbir akıcılık ve tempo barındıramıyor bir türlü… 3 Boyutlu olması da hayli tuhaf… 3 Boyutlu olmasının hiçbir albenisi yok hiçbir sahnede. Hemen hemen hiçbir sahnede seyirciyi koltuğunda huzursuz etmeyi başaramayan film, belli bir süre sonra bitse de gitsek duygusunu çağırıyor bolca. Eldeki klasik malzemenin en iyi yönlerinin neden alınmadığı ise bir muamma… Sırf sevişen bir çifti üç boyutlu olarak yanınızda gösterme fikri için çekilen sahne ile de farklı mecralara açılması komik ve saçma oluyor…
“Bu film eski ekol korku filmlerinin harika bir hikaye ve inanılmaz yeni bir teknolojiyle bir bileşimi” diyen yönetmen Patrick Lussier, sözlerini şöyle sürdürüyor: “Bu filmde de eski ekole uygun çok iyi bazı kanlı korku sahneleri var. Pek çok farklı şeyi içinde barındıran bir yapım. Üç boyutlu bir film yapıyoruz; kanlı bir film yapıyoruz, ama bundan çok daha fazlasına da sahip. Hikaye anlatımına yeni bir yaklaşım gerektirmesi açısından çok heyecan verici bir fırsattı”.
Yapımcı Jack Murray ise yönetmenin sözlerine şunları ekliyor: “İlk üç boyutlu deneyimim bir göz boyamaydı. Sinema koltuğunda oturanları etkiledi çünkü daha önce böyle bir şey görmemişlerdi. Ama hikaye anlatımı söz konusu değildi. İzleyiciyi yerinden zıplatacak şeyleri art arda sıralamak için bir fırsat, bir sihirbaz numarasıydı. Bizim bu filmde yaptığımız bu değil. Üç boyutun, içinde çalıştığımız ortamı doldurmasına izin veriyor ve aynı zamanda üçüncü boyutun filmi daha da korkutucu yapacağı anları bulmaya çalışıyoruz”.Yönetmen ve yapımcının sözlerinin aksine ortada yeni bir yaklaşım yaratımı yerine, orijinal filmin ve yaratılmış bir kültün katliamı var… Bolca akan kanın, işlenen cinayetlerin sözüm ona yarattığı heyecan ise bir atımlık olarak kalıyor… Muhtemelen 3 boyutlu teknolojinin emekleme dönemi olduğu için iyi örnekler görmek için bekleyişte kalmamız gerekecek ama, o ana kadar da klasiklerin katliamına tanık olmaya gerek yok gibi…
Bu kültün yeni teknolojiyle birleşip yeniden karşımıza gelmesi ise sürpriz değil elbette. Korku filmlerinin altın çağına dair her örneğinin yeniden çevrimleri furyası başlamışken durması da pek mümkün gözükmüyor gibi. Ama her yeniden çevrimde orijinal film biraz daha anlam kaybetmeye, her yenilenme kötü sonuçlar doğurmaya devam ediyor ısrarla.
1981’de Macar yönetmen George Mihalka’nın başarısız bir komedi filminden sonra çektiği ikinci uzun metrajı My Bloody Valentine, anafikrini Stephen A. Miller’dan senaryosunu John Beaird’dan alıyor. Ve o dönemin tüm formüllerini uygulayarak anlatıyor öyküsünü. Dört başı mamur anlatımıyla ön plana çıkıyor. Elbette son dönem filmleri kadar kanlı değil, korku filmlerinin aldığı yola bakılınca yeni keşfeden izleyici için ürkütücü de değil. Bir hikayeyi çok iyi anlatıyor o kadar. Ama 2009’dan bakıldığında oluşan yargı bu…
2009 çevrimi ise 3.boyutunu kazanmadan önce, senaryosunu The Messengers ve Jason X’den bildiğimiz Todd Farmer’a emanet ediyor. Yönetmen koltuğuna ise Wes Craven’in ekibinden Patrick Lussier oturmuş. Lussier’in ilk denemesi değil elbette. 2000 yılından bu yana devam filmleri ve yeniden çevrimlerle dolu bir filmografisi mevcut ama içinden bir tanesini bu iyi diye sıfatlandırmak pek mümkün değil. Bu açıdan yaratıcı ekipten, künyeden alınabilecek tek referans Wes Craven ismi gibi görünüyor.
Yıl 1981, My Bloody Valentine, ilk sahnesini sol göğsünün üzerine kırmızı bir kalp dövmesi olan kadının katledilmesiyle açıyor. Konusunu da 12 Şubat’tan itibaren işlemeye başlıyor. Kalplerle dolu kasabada, 20 yıl sonra yeniden Sevgililer Günü Balosu yapılacak, tüm hazırlıklar da son aşamaya gelmiş. Klasik hediye paketinin içinde kalp bulunduğu andan itibaren her şey değişiyor. Bir karmaşa, bir can pazarı başlıyor. Ama Harry Warden karakterine dair, cinayetlerin neden işlendiğine dair tam bir açıklama söz konusu. 20 yıl önce madencilerin Sevgililer Günü Balosuna yetişmek için acele etmesi bir kazaya sebep olunca, güne nefret duyulması da hayli doğal. Warden tüm sorumluları bulup gecikmiş kutlamasını yapıyor ve yakalanıp Tımarhaneyi boyluyor. 20 yıl sonra yeniden başlayan cinayetleri önlemek için balo iptal edilse de, kasaba gençleri maden ocağında gizli bir partiyle katliama zemin hazırlıyorlar. Son bölümü maden ocağında geçen, sürpriz finali de mantıklı sonuca bağlanan film kağıda yazılı öyküsünü peliküle başarıyla aktarmış olarak alnının akıyla yapıyor finalini. Tek bir soru işareti, gereksiz sahne ve tempo sorununa düşmeden üstelik…
Yıl 2009… Hayli karmaşık ve mantıksız bir başlangıç yapıyor My Bloody Valentine 3-D… Orijinal filmin aksine kasaba adıyla, atmosferiyle tamamen farklı biçimde yaratılmış. Maden ocağı daha ilk sahneden başrole soyunmuş. Başrole oturan bir kadın ve peşindeki iki erkek biraz daha detaylandırılmış. Ama yaratılan karakterler yetmemiş olacak ki madenci katilimiz ilk filmin aksine sadece gün bugündür deyip amaçsızca öldürmeye başlıyor. Alt metnin yerle bir edilmesiyle sıradan bir öykü anlatmaya başlıyor… Zaten ölümlerin neden başladığına dair hiçbir bilgi vermeye de gerek duyulmuyor. İşte bir adam vardı, ölmüştü geri geldi, cinayetlerine kaldığı yerden devam ediyor duygusuyla kolayı seçiyor. Buna eklenen de pek çok şey var. Aradan geçen zamanda değişen pek çok şey olmamış, kasabayı terk eden adam geri dönüyor klişesi hemen giriyor devreye. Kadını paylaşmak için mücadele giriyor yeniden devreye…
Ama nafile film bir türlü anlam kazanamıyor, daha da kötüsü hiçbir akıcılık ve tempo barındıramıyor bir türlü… 3 Boyutlu olması da hayli tuhaf… 3 Boyutlu olmasının hiçbir albenisi yok hiçbir sahnede. Hemen hemen hiçbir sahnede seyirciyi koltuğunda huzursuz etmeyi başaramayan film, belli bir süre sonra bitse de gitsek duygusunu çağırıyor bolca. Eldeki klasik malzemenin en iyi yönlerinin neden alınmadığı ise bir muamma… Sırf sevişen bir çifti üç boyutlu olarak yanınızda gösterme fikri için çekilen sahne ile de farklı mecralara açılması komik ve saçma oluyor…
“Bu film eski ekol korku filmlerinin harika bir hikaye ve inanılmaz yeni bir teknolojiyle bir bileşimi” diyen yönetmen Patrick Lussier, sözlerini şöyle sürdürüyor: “Bu filmde de eski ekole uygun çok iyi bazı kanlı korku sahneleri var. Pek çok farklı şeyi içinde barındıran bir yapım. Üç boyutlu bir film yapıyoruz; kanlı bir film yapıyoruz, ama bundan çok daha fazlasına da sahip. Hikaye anlatımına yeni bir yaklaşım gerektirmesi açısından çok heyecan verici bir fırsattı”.
Yapımcı Jack Murray ise yönetmenin sözlerine şunları ekliyor: “İlk üç boyutlu deneyimim bir göz boyamaydı. Sinema koltuğunda oturanları etkiledi çünkü daha önce böyle bir şey görmemişlerdi. Ama hikaye anlatımı söz konusu değildi. İzleyiciyi yerinden zıplatacak şeyleri art arda sıralamak için bir fırsat, bir sihirbaz numarasıydı. Bizim bu filmde yaptığımız bu değil. Üç boyutun, içinde çalıştığımız ortamı doldurmasına izin veriyor ve aynı zamanda üçüncü boyutun filmi daha da korkutucu yapacağı anları bulmaya çalışıyoruz”.Yönetmen ve yapımcının sözlerinin aksine ortada yeni bir yaklaşım yaratımı yerine, orijinal filmin ve yaratılmış bir kültün katliamı var… Bolca akan kanın, işlenen cinayetlerin sözüm ona yarattığı heyecan ise bir atımlık olarak kalıyor… Muhtemelen 3 boyutlu teknolojinin emekleme dönemi olduğu için iyi örnekler görmek için bekleyişte kalmamız gerekecek ama, o ana kadar da klasiklerin katliamına tanık olmaya gerek yok gibi…
Yorum Gönder