Küçük ölçekli bir Avustralya yapımının dünyanın sonunu getirerek kuma buladığında takvimler 1979’u gösteriyordu. Kendisine ait hikâyeyi yöneten isim George Miller ve başroldeki oyuncu Mel Gibson dikkatleri üzerine çekmişti. Bizde ancak beş yıl sonra gösterime girebilmesinden öte dönemin video kaset kiralama dükkanlarının favorisiydi. Benzeri görülmemiş bir şey diyerek pazarlıyordu kasadaki abiler. Fantastik filmlerle dolup taşan sektörde kendisine yer açmakla kalmamış ayrı bir kol açmıştı. İki yıl sonra gelen devam filmi “Mad Max 2” saf distopya olarak aynı başarıyı tekrarlamıştı. 1985 yılında ise her şey doruğa çıktı. Bu kez bir yıldız katılmıştı ekibe. Şarkı destekli bir pazarlama ile Tina Turner’ın varlığı ve akıllara kazınan sahneleriyle “Mad Max Beyond Thunderdome” üçlemeyi zirvede tamamlamıştı. Seksenli yılların efsane üçlemeleri arasına ilk sıralardan girdi. Sonrası hayli ilginç aslında. Mel Gibson’ın popülaritesini sürdürmesi sürpriz olmadı ama Miller setlerden uzaklaştı. Beklentiler vizyonunu daha da ileriye taşımasıydı ama distopyadan uzak durmasına şahit olduk Miller’ın. 1987’de fantastik/korku/komedi “The Witches of Eastwick”i yöneten Miller, beş yıl sonra Oscar’a da yürüyen dram “Lorenzo's Oil” için motor dedikten verdiği aradan şaşırtarak döndü. Senaristlerinden biri olduğu “Babe”in devam filmiyle 1998’e çentik attı ve 2006’da bir animasyonla döndü. Hatta ikincisini de çekti pengenlerin dans ettiği “Happy Feet”in. Klişe tabirle özüne döndüğü yıl oldu 2015. “Mad Max: Fury Road” sinema perdesinde o kadar ihtişamlıydı ki izleyenlerin unutması mümkün değil. Büyük usta mertebesine yükselen vizyoner isim oldu artık George Miller. Her detayı düşünülmüş bu derece kusursuz prodüksüyonla herkesi büyüledikten sonra Mad Max evrenini geliştirmekten başka yol yok, olmamalı da zaten. Bu kadar uzun girişten sonra vizyondaki “Furiosa: A Mad Max Saga”ya bakabiliriz artık.
“Mad Max: Fury Road”ın öncesini anlatan filmde ne izleyeceğimiz aşağı yukarı belliydi aslında. Furiosa’nın kolunu nasıl kaybettiği başta olmak üzere hikâyesini izleyecektik. Aynı evrende olduğumuz için aksiyonu doyasıya yaşayacaktık. Bu beklentilerin farkında olan Miller, tribünlere oynamaktan kaçınmış. Bu yüzden şu sıralarda gişede çakıldığına dair haberleri görüyoruz. “Garfield”e geçilmiş bir film olarak aldı yerini tarihte. Bunun sebebi belli. Miller’ın tercihi karakterini tam teşekküllü anlatmak olmuş. Aksiyonu azaltarak hikâyeye ağırlık vermiş. Epizodik anlatımla Furiosa’yı çocukluğundan itibaren anlatıyor. Karakterin her aşamasını, kızgınlığını, intikam arzusunu o kadar net ve boşluksuz anlatıyor ki karakter nasıl yaratılır ve anlatılır dersi veriyor adeta. Çocukluğundan yetişkinliğe geçişini de çok iyi yapıyor. Alyla Browne göründüğü anda büyüyüp Anya Taylor-Joy’a dönüşeceğinden şüphe duymuyoruz. Oyuncu seçimleri de başarılı. Hatta hangi sahnede değiştiklerini anlamak da zor. Bir de bonus var. Yarattığı kötü adam Dementus neredeyse Furiosa’nın önüne geçecek denli etkili. Chris Hemsworth de şahane performansıyla filmin yıldızına dönüşmüş.
Miller’ın Mad Max ile alametifarikası hiç şüphesiz prodüksiyonu. Giysilerden araçlara kullanılan silahlardan makyaja dek her detay düşünülmüş. Adeta kusursuz bir evren yaratmış Miller. O evrenin içinde daha çok aksiyon bekliyor insan. Evet bazı sekanslar uzun ama özellikle “Fury Road”daki kadar ağırlıklı değil. Meleklerin en karanlığını anlatıyor işte. Bir meleği karanlığa bulamak o kadar kolay değil.
“Furiosa: A Mad Max Saga”yı çekilme amacına göre değerlendirmek daha doğru sanki. Eleştirileri ve gişede çakılmasını bir yana bırakalım. Amaç “Fury Road”da Max’ten rol çalan ve parlayan, geçmişi merak edilen Furiosa’yı tanıtmak ve konuyu oraya bağlamak. Bu konuda kusursuz iş çıkarmış Miller. Bu kez Dementus’un geçmişini öğrenmek istiyor ve ona da bir film bekliyoruz hatta. Sinema perdesinde tadına doyulmaz sahnelerle, tekrar tekrar seyredilesi sekanslarla görsel ziyafet çektiren bir film görmeyeli ne kadar oldu sahi? Miller daha ne yapsın değil mi?
Yorum Gönder