Kemal Varol’un Ocak 2019’da yayımlanan romanı “Âşıklar Bayramı” bir baba-oğul hesaplaşmasını yolculuk hikayesi içinde işliyor ve türkülerle âşık geleneğiyle de süslüyordu. Yarattığı atmosfer ve söylenmemiş sözlerin verdiği ağırlıktan, o gergin mesafeden besleniyordu. Kısa sürede okurun gözdesi olan roman, okurların gözlerinde bir damla yaş da yaratıyordu. Varol’un hem konu hem de karakter misafirliğiyle etkisini arttıran romanın filme uyarlanacağı haberi bir heyecan yaratmıştı. Yönetmen koltuğunda Özcan Alper’in oturacak olması da o heyecanı ikiye katladı. Ne de olsa nefis bir ilk filmle başlayan Alper, devamını bir türlü getirememişti ama yine yapar ümidi hep canlı kalabilmişti. Teoride her şey olumluydu. Çok iyi bir roman, iyi bir yönetmen ve yazarla ortak üretim… Pratikte ne olacağını görmek içinse Netflix kataloğuna ekleneceği tarih olan 2 Eylül’ü bekledik.
Öncelikle belirteyim, şiir kitaplarından bu yana bir Kemal Varol okuruyum. Tanışırız da. Kitap fuarlarında denk geldik, imza gününü yaptık vs. Şiirlerini ayrı, romanlarını ayrı severim. Beğenmediğim ya da sevmediğim bir romanı da olmadı bugüne kadar. “Âşıklar Bayramı” romanını da çıkar çıkmaz okuyup sevmiştim. Hatta o yılın en iyileri arasında da göstermiştim benden liste istendiğinde. Gerek karakterleri gerekse olay örgüsü ile çok sağlam dikilmiş bir hırkaydı. Filme dönüşmesi de mantıklıydı ama yönetmen doğru seçilmiş gibi görünmüyordu. Zira romana zaten hazırlanmıştık. Yazarın okurları hazırdı. Filmdeyse böyle bir hazırlık yoktu ve malumunuz okuma delisi bir ülke olmadığımız için romandan bihaber olanlarda izleyecekti. 227 sayfalık romanı 102 dakikaya sığdırmak nasıl mümkün olacaktı. Diyalogtan, sözcüklerden çok yarattığı atmosferle etki yaratan romanı peliküle yansıtmak zordu.
“Sonbahar” ile 2000’li yılların önemli filmlerinden birine imza atarak başlayan Özcan Alper, “Gelecek Uzun Sürer” ve “Rüzgarın Hatıraları” ile yarattığı hayal kırıklıkları bize hep aynı cümleyi kudurttu: “Sonbahar, bir tesadüf.” Tam da bize bu cümleyi unutturabilecek bir fırsat yakalamıştı. İyi bir roman vardı elinde ve yazar ile birlikte üretecekti. Yazarın tanıdığı coğrafyada geçecek bir yol hikâyesiydi. Daha ne olsundu yani… Kıvanç Tatlıtuğ ve Settar Tanriögen de iyi seçimlerdi.
Evet bir baba oğul hesaplaşması bu film. Bir babanın yıllar sonra oğlunun kapısında belirmesiyle başlıyor. Ölmek üzere olan bir hasta olduğunu anlayan oğul da onu istediği yere götürmek üzere yola koyuluyorlar. Bu sırada da eski defterler ve yaralar açılıyor. Ağır ağır işleyen ve gittikçe açılan konunun demini yolda alma formülüyle çıkılmış yola. Firar Güney Kayran’ın görüntü yönetmeliğiyle bir mesafe de alınıyor. Lakin iş izleyiciye anlatılmak istenenlere geldiğinde bir tıkanıklık başlıyor. Karakterlerin çok askıda kalması, bir türlü ete kemiğe bürünememeleri aralarında olması gereken baba-oğul bağını bir türlü yaratamıyor. Oluşması gereken o sessizlikle dolu gerilim, oğuldaki vicdan muhasebesiyle karışık ikilemler de yansımıyor bir türlü. Bunda Tatlıtuğ’un tutukluğunun da payı var. Sürekli gözlüğüyle oynamanın ötesinde bir şeyler gerektiğini fark etmemiş. Aksesuara dayalı oyunculuğun sırıttığını söyleyen de olmamış belli ki sette. Tanrıöğen üstüne düşeni yapıyor ama tamamlayıcısı olmayınca filmin de vurguladığı gibi yarım kalıyor. İkilinin yaratamadığı duygu ile ilerleyen film, ilerledikçe açılması gerekirken tam aksine kapanıyor. Bir baba oğul hikâyesi yerine iki ıssız adamın yolculuğuna dönüşüyor. Heves Ali’yi yazarın okurları iyi tanıyor ama filmi izleyen için kim olduğu meçhul. Her gittiği yerde birine gönlü düşmüş türkü yakmış bir adam. Yusuf da babasız büyümüş bir avukat sadece. Bir kadının telefonlarını açmıyor. O da suskun. Karakterleri tanıtmaya vakit ayıramayınca, senaryo ağırlığı nereye vereceğini şaşırınca iki yalnız adamın yolculuğuna dönüşen bir film çıkıyor ortaya. Kadınlar da süs malzemesi olarak kalıyor. İşin Alevilik kısmının da yalan yanlış uygulanmasıyla ilgili pek çok yazı da mevcut. Romanda çok etkili olan final de böylece güme gidiyor. Romanın meselesi de, verdiği mesaj da, o çok paylaşılan cümleleri de anlamsız hale geliyor.
Müzik kullanımı, puslu havası ve yolculuğuyla yönetmenin sinemasına uzak düşmeyen film, kötü bir auteur işi olarak kalıyor. Etkisiz finali ve müsamere edasıyla söylenmiş slogan cümleleriyle yaratılmak istenenin uzağına düşüyor. Varol’un anlatmak istedikleriyse romanın sayfalarında saklı...
Yorum Gönder