“Bırakalım artık bu saçmalıkları bir kenara! Gökyüzü
ne kadar da güzel.” der Turgenyev iki oğul iki baba ve hayatları anlattığı
romanı “Babalar ve Oğullar”da. "İnsan kişiliği kaya gibi sağlam olmalıdır,
çünkü her şey onun üstüne kurulur." da der. “Anılar çok, fakat anılmaya
değecek hiçbir şey yok!” da. “Ad Astra”yı izlerken zihnimden geçen alıntılardı
bunlar. Ama en çok da “...insan tuhaf bir yaratıktır.” geldi aklımda.
Bittiğindeyse o soru ile kaldım başbaşa: “Kutsal saydığımız o sevgi, her şeyin
üstesinden gelemez mi?”
Konusu ve fragmanlarıyla merak uyandıran filmlerdendi
“Ad Astra”. Epeydir bilimkurgu filmlerinin fantastik sularda eğlencelik öyküler
resmetmesinden yorulanlar için nefes alma fırsatı gibi görünüyordu. Daha ciddi
duruyordu her şeyden önce. Söyleyecek bir şeyleri var gibi görünüyordu.
Göründüğü gibiymiş tamda. “Fringe”in yazarlarından biri olan Ethan Gross’un
senaryoyu yönetmenle birlikte kotarmış olması da umut vericiydi. Lakin yönetmen
hafif kalıyor gibiydi biraz. “Little Odessa” ve “The Yards” iyi filmlerdi evet.
“We Own the Night” çok iyiydi. Uzun aralarla film çeken James Gray’i
hareketlendiren filmdi hatta. Hemen bir yıl sonrasında “Two Lovers”ın gelse de
yine beş yıllık aranın ardından gelmişti “The Immigrant”. Son filmi “The Lost
City of Z” ise fazla uzundu sakindi. İki buçuk saatlik süresi yoruyordu biraz.
Gray hep tarihten yola çıkmıştı filmlerinde. Her filminde duyguları
yansıtabiliyor, hisleri o kameradan bize yansıtabiliyordu. Hiç bilimkurgu
çekmemiş olmasını bu referansla aşabileceği açıktı. Elindeki kadroda iyiydi.
Sanki “uslan artık deli gönül” demişiz de duymuş gibi görünen Brad Pitt’e iki
yaşlı kurt Tommy Lee Jones ve Donald Sutherland’ın eşliği gayet iyi
görünüyordu. Bu hislerle oturdum koltuğa. O koltuktan kalkarken nasıl
etkilendiğimi artık anlayabilirsiniz. “Ad Astra” her cümlesini soluksuz
yuttuğum uzun bir şiir gibi geldi bana.
Yakın gelecekteyiz, belki de uzakta… İnsanlık artık
uzaya kadar genişlemiş. Gezegenleri keşfetmiş yol yapmış hatta. Ay artık
kapitalizmin avmleştirdiği yere dönüşmüş. Roy McBride ile tanışıyoruz.
Duygularını pek göstermeyen, her daim sakin kalan ama buğulu ve arafta bir
ifadeyle bakan bir astronotla. Her göreninin sen “Clifford’un oğlu”sun dediği
adamla. Efsane astronotmuş babası. Gezegenlere ilk ayak basan adammış. O
babanın oğlu olmanın ağırlığıyla yaşayan, işinden başka bir şey düşünmediği
için evliliğini sürdürememiş Roy’u yetkililer toplantıya çağırınca bir yük daha
biniyor omuzlarında. Babasının başında olduğu “Lima Projesi”ni öğreniyoruz
böylece. Dünya dışı zeki varlıklarla iletişim kurabilmek için başlanan projede
kaos oluşmuş ve son mesaja bakılırsa Clifford McBride ölmüş. 20 yıl önceki
projenin bugüne enerji patlamalarıyla zarar vermesi de toplantının konusunu
oluşturuyor. Belki diyorlar, baban ölmemiştir. Git Mars’a bir ses kaydı al ve
yollayalım bakalım. Teklifi kabul eden Roy atlıyor mekiğe çıkıyor göklere.
Yolculuk onun dış sesleriyle şekillenirken bir baba oğul ilişkisi üzerinden
sorular ve sorgularla felsefi bir zemine oturuyor.
Aslında bir bilimkurgu filmi değil Ad Astra. Evet
uzayda geçiyor, gezegenleri geziyor ama dram aslında. Bilimkurgu konusu ve
proje tamamen araç olarak kalıyor. Yer yer aksiyona meylediyor. Mars’ta yaşanan
korsanlı gerilim, yardım çağrısında primat saldırısı gibi aksiyonlar var ama
çok da önemli yer tutmuyorlar. Grey göklere çıkmış gibi görünse de bir
soyacağının dallarında geziniyor aslında. Aksiyonu da seyirciyi filmde tutmak
ve biraz tempo yaparak hafiflemek için kullanıyor. Roy’un monologları iyice
ağırlaştırmasın, filmi katatonikleştirmesin diye yaptığı hamle. Tüm ağırlığın
Brad Pitt’te olduğu film onun yüzü, gözleri ve sesi üzerinden ilerliyor. Tommy
Lee Jones’un da ona eşlik ettiği anlarda iyice katlanan bir etki var.
Uzun bir şiir gibi Ad Astra. Babaların günahlarının
bedelini çocukların ödemesine yakılmış bir ağıt gibi. Nefis görüntülere Max
Richter’in şahane müzikleri eşlik ediyor. Gray ağır konusu ve atmosferine
rağmen filmin temposunu ve ritmini çok iyi ayarlamış. Akıcılık hiç aksamıyor.
Bir saniye bile sıkmıyor. Bekleneni gerçekleştirdiğinde tüm taşların yerine
oturduğuna, tüm cümlelerin anlam bulduğuna şahit olmanın hazzı da filmin en
büyük gücü. Müthiş bir psikolojik derinlikle deşifre edilen bir öykü bu… “Şimdi
varız yarın yokuz” diyor Roy. “Birbirimizden başka kimsemiz yok” diyor. Orada
olmayanı görmek için çabalayanlara soruyor: “İnsan niye pes etmez?”
123 dakikalık uzay epiği, her mısrası birbirine
ustalıkla ilmeklenmiş incelikli, dokunaklı bir ağıt. Aynı kara deliğe
çekilenlerin ortak sesi… Gözünün önündekileri gör çağrısı. Yılın iyi
filmlerinden, ıskalamayın…
Yorum Gönder