1989’da Santa Monica’nın yakıcı güneşi ve buna eşlik eden palmiyeleri altında kurulmuştu. Benim gibi, distopya romanlarını andıran ülkenin manik atak geçirtebilecek denli sıcak ve kavurucu kentinde yaşayanlar bilir o güneşi. Grup üyeleri Hope Sandoval, David Roback, Jill Emery ve Suki Ewers. Evet, doğru bildiniz, Mazzy Star’dan bahsediyorum. (Hani şu Fade Into You parçası var ya…1994 senesindeki MTV canlı performansını izleyip durduğun, evet.) İşte bu yazıda grubun Capitol Records imzalı 1993 senesinde çıkan albümü So Tonight That I Might See’yi değerlendireceğim. Albümün ilk parçası ise tabi ki Fade Into You.
SO TONIGHT THAT I MIGHT SEE (1993)
Albüme bir soruyla giriş yapmak istiyorum: Fade Into You neden bu kadar başarılı oldu? Sebebi neydi? Yirmi beş sene sonra bile tüm içtenliğini nasıl koruyabiliyor? Açıkçası biraz bu soru işaretlerine kafa yordum, albümün geneline kafa yormadan önce. Basit, yormayan ama anafor misali bir şarkı Fade Into You. Hope Sandoval şarkıyı söylerken, sanki onun içinde eriyip yitmek istiyor. Şarkı sözlerinin derinliği değil bunun nedeni. Sezgilerinle anlayabileceğin, daha derin bir yere dokunuyor çünkü. Bence söyleyemediklerimizin, içimize yapışıp kalan tüm tortuların birikimidir Fade Into You. Günün sonunda içtiğin o biranın yanında dinleyebileceğin, her şeye dayanabildiğini görüp kendi gücüne bile hayret edebileceğin, kabullenebileceğin, umutsuz olsan da inatla devam edebileceğin bir evrenin kumaşından dokunmuş çünkü. O evrende ‘’sen’’ yaşıyorsun. Ya da basitçe yaşamaya çabalarken var oluyorsun. Ve sen yakalayabilirsin ancak o ritmi. Fade Into You’daki ritmi. Sustuğun her şeyin şarkısı o. İnsanlık tarihini başlatan en önemli olaylardan biri olan konuşma eylemine patlatılan kocaman bir tokat. Fade Into You, içinde büyüyen, ötelediğin ve her ötelediğinde derinleşen, senin yarattığın o devasa buzdağıdır. Bir saniye bile nefes alamazsın onu dinlerken. Bu yüzden yirmi beş senedir yitip gitmiyor.
İkinci şarkı Bells Ring ise rotayı bozmuyor. Mazzy Star’ın damarlarından akan Dream Pop kanını bu parçadan soluyabiliyoruz. İçini kendi başına doldurabileceğin anlamlı bir boşluk var şarkıda. Yani sanki biz dolduralım diye var orada, bilmem anlatabiliyor muyum? Bense sadece ‘’gözleri kapama şarkısı’’ olarak tanımlıyorum Bells Ring’i:
They say you look like I'm gonna leave her
Look up to see the weakness in the sky
Nobody's eyes are bright and starry
Nobody wants to know your reason why
Arkasından Mary of Silence parçası geliyor. ‘’Oh Mary of silence you pick my heart with a smile’’ diye başlayan parça sound olarak fazlasıyla The Doors havası taşıyor. Benim gibi takıntılı bir The Doors geçmişiniz varsa, sevme olasılığınız yüksek gibi görünüyor. Ayrıca hiç aydınlık bir parça değil. Öyle olsa eğlencesi kalmazdı. Hope Sandoval’ın sesindeki titretici çöküşü de eklersem, herhalde albümde en etkilendiğim şarkılardan birisi diyebilirim.
Oh, sweet Mary of silence we have a steady confusion
You're looking at fear
It doesn't seem like the first time you walked out in a hurry
Ardından dördüncü parça ve aynı zamanda bir cover olan Five String Serenade geliyor. Orijinali Arthur Lee & Love ‘a ait. 1992 senesinde çıkan parçayı vaktiyle Jack White da cover yaptı. Mazzy Star versiyonu mu orijinali mi derseniz, cevabım orijinali olacaktır. Arthur Lee’ye olan hayranlığımın da bunda büyük payı var. Çok ilginç bir kişilik. Belki başka bir yazıda ondan da bahsederim, şimdi devam ediyorum. Bundan sonra art arda Blue Light, She’s My Baby ve Unreflected parçaları geliyor. Blue Light ve Unreflected dream pop bayrağını elinde tutarken, She’s My Baby biraz daha asi bir yol izliyor. Daha özgün, daha uçuk bir tınısı var ve dinlerken bir şeylerin ters gittiğini hissettiriyor. Bu açıdan albümün sekizinci parçası Wasted’e benzetiyorum onu. Gergin bir gitar ve sakin bir sesin yarattığı armoni harika.
I felt a little unfortunate a little mistake
I felt like I'd been wasted all day long
Wasted’in ardından grubun çok bilinen bir başka kaydı Into Dust var. Ben bu şarkıya temkinli yaklaşıyorum. Hissederek dinlememeye çalışıyorum. Beni fazlasıyla korkutuyor herhalde. Radiohead’in I Might Be Wrong parçasının ilk on beş saniyesinde yaşadığım gerginliğin aynısını yaşatıyor bana. Yani bir kere kendimi bırakırsam, şarkı bitince nasıl bir ruh haline girerim kestiremiyorum. Analiz ettiğim şeylere karşı olan tavrımı takınmayı tercih ediyorum ona karşı. Analiz ediyorsan resmin içine kendini katmazsın sonuçta. Bir çeşit soğukkanlılık ve böylesi daha güvenli. Şu dizeyi de olabildiğince soğukkanlılıkla yazmaya çalışayım o zaman:
I could possibly be fading
Or have something more to gain
I could feel myself growing colder
Into Dust’ı geçersek geriye son parça So Tonight That I Might See kalıyor. Bana kalırsa albümün açılış parçası olabilecek kadar güçlü. Öte yandan Into Dust’ın yok edici ruhunu dengelemesi açısından onun hemen ardından gelmesi iyi olmuş. Eklemekte fayda var ki bu parçada da The Doors etkisi var. Hem de her bir saniyesine çok güzel sindirilmiş.
Albümdeki yok oluş teması -nesnelerin, insanların, duyguların- kendisini her şarkıda hissettiriyor. Bir cevap aramıyor, bir soru da sormuyor bu şarkılar. Daha çok insanın içinde bir boşluk duygusu yaratıyorlar. Ya da yaratmıyorlar da zaten çoktandır var olan boşluğun farkına vardırıyorlar. Çok yoğun ve örseleyici bir albüm, ama tüm bunlara değecek cinsten. En güzelini istiyorsan en kötüsüyle gelir, her zaman. En aydınlığı en karanlığıyla gelir. En beyazı en siyahıyla. Bu iki zıt kutbu ayırmak doğaya karşı işlenen bir çeşit günah gibi geliyor bana. Ve ben bu günahı Into Dust parçasına karşı çoktan işlemiş olabilirim.
Yorum Gönder