Polisiye, dünya edebiyatında artık belli formüllerle kendini yinelemeye devam ededursun Türk Polisiyesi giderek daha da dallanıp budaklanıyor ve işin edebiyat tarafını daha fazla kullanarak okuru memnun etmeye devam ediyor. Son yıllarda yaşanan yükselişin uzantısı olarak artık bir polisiye dergisinin olması ve büyük ilgiyle karşılanması ile birlikte Türk okuru epey şanslı. Bir yandan derginin her sayısında işlenen dosya konuları sayesinde ustaları öğreniyor bir yandan da her biri birbirinden farklı dönemlerde geçen farklı konular işleyen yerli polisiyeler ile okuma keyfi yaşıyor. Elbette tüm bu zenginliğin arkasında ısrarla türü geliştiren Labirent Yayınları var. Kurulduğu günden bu yana türü ayakta tutmaya çalışıyor ve yazarların üretiminin sürmesine de önayak oluyor, okurun umut beslemesine de.
Bu polisiye zenginliğinin en güzel yansımaları da üçlemeler ve seri romanlar. Artık türün kemikleşmiş bir okuru var dememizi sağlayan birer girişim bunlar. Bunca kitabın arasında ve ekonomik koşullar altında herhangi bir yayınevinin geride kaldığı düşünülen bir türde üçleme yayımlamaya kalkışması da don kişotluk olarak görülüyor ilk başta. Suphi Varım’ın “Kızıl Üçlemesi” bu açıdan önemli. İkinci kitabın yayımlanmasıyla aynı anda ilk kitabın ikinci baskıyı yapması türün artık “polisiye, edebiyat değildir” yargısının ötesine taşındığını da gösteriyor. İyi kalemlerin peşi sıra geleceğine dair umutları da arttırıyor. İyi kalem denince ilk akla gelen isimlerden biri olan ve kendine özgü romanlarıyla tanıdığımız Suphi Varım, “Kırk dokuz yaşında emekli olunca kafama göre bir şeyler yapayım dedim. Çocukluğumdan beri polisiyeyi severim. Üstelik dillendirmek istediğim bazı tarihi, toplumsal konular vardı. Tarihe merakım da çocukluğumdan gelir. Türkiye tarihini belli periyodlar açısından kurgu olarak yansıtmak niyetindeydim. Polisiyenin buna uygun olduğunu düşününce kaleme sarıldım.” diyerek özetliyor yazı macerasını. Tarihi romanlar ile kendine has bir özgünlük yaratan Varım, İzmir’i mesken seçerek “Simirna Üçlemesi” ile okuru büyülemişti. 1800’lü yılların sonu ile 1900’lerin başındaki İzmir’i tüm rengi, çok milliyetliliği ve çok dinliliği ile zengin karakterleriyle anlatmıştı. Başarıyla yansıttığı atmosferi, tarihi dokusu ve karakter zenginliğiyle sadece polisiye olayla sınırlı kalmamış, dönemin toplumsal dokusunu da aktarmıştı okuruna. Yeni üçlemesi “Kızıl Üçlemesi” de okurlar için aynı lezzeti barındırıyor.
Nisan 2016’da “Kızıl Üçleme”yi başlatan “Simirna Kızılı” okurunu yine İzmir’e davet ediyordu. Sovyetler Birliği’nin gizli polis örgütü Çeka ajanı Rus Komiser Sergey Andreyev’in Mondros Mütarekesi sonrası İzmir’de işgalciler hakkında bilgi toplamakla görevli olarak ayak bastığı şehre gelir gelmez kendisini çözülmesi gereken bir cinayetin peşinde bulmasını anlatıyordu. Tek bir olayın peşine takılıyor gibi görünse de Varım o bildiğimiz tarihi detaylarla romanı zenginleştirerek tarihe yeni bir kapı açıyordu. Kendini gazeteci olarak tanıtan komiser’in kaldığı pansiyonun çalışanları, alman palyaço, eskinin şöhretli şarkıcısı, organizatörler, arkadaşının gözleri görmeyen kız kardeşi ve dönemin karışıklığından nemalanmaya çalışan fırsatçılar derken tam bir karakter zenginliği içeriyordu. Daha fazla aksiyon olmasını bekleyenlerin umudunu biraz kırsa da bir solukta okunuyordu yine de ve ikincisini merakla bekletiyordu nihayetinde. Andreyev’in yeni macerasının ne olacağını, nerede geçeceğini merak etmemek elde değildi.
Tam bir yıl sonra Nisan 2017’de çıkan “Karanlığımın Kızıl Geçidi”, ilk kitabın ikinci baskısıyla birlikte sunuldu okura. Bu kez daha karışık bir şehirde, İstanbul’da geçiyor roman. Sergey de tek başına değil. Daha fazla Çeka ajanıyla, daha fazla siyasi oyunla dozu iyice arttırıyor Varım. Bu kez dört kişilik bir grupla İstanbul’da işgal kuvvetlerini takip ederek bunları rapor ediyor. Devrimden kaçan Beyaz Ruslar’ın karşı faaliyetlerini öğrenmek ve önlemek en önemli görevleri. Diğer karargahları da izliyor ve filme alıyorlar. Gazeteci kimliği sayesinde sosyalist bir Türkle dostluk kurarak onların faaliyetlerini ve Anadolu’daki olası isyan girişimlerini hakkında da bilgi topluyor. İlk kitaba göre daha fazla olayın içinde Sergey… “Simirna Kızılı”ndan daha hacimli bir roman olduğunu da daha ilk sayfalardan hissettiriyor. Peşine düşülecek cinayeti de daha ilk baştan anlatarak hızla aradan çıkarıyor. Sonrasında da okurunu 1921 İstanbul’unda gezdiriyor. İlk romana göre daha fazla karakterle, daha çok milletle, daha fazla milletle ve mücadele ile daha büyük bir yapboz kurmuş. Bu yapbozun içinde de yok yok. Her sınıftan, her milletten karakterler, gericiler, işbirlikçiler, din kisvesi altında yapılan isyan hazırlıkları, karaborsacılar, fırsatçılar… Her karakteri için zaman ayıran yazar, detaycı da davranarak okura takip edilesi bir izlek yaratmış. Bunu da sinematografik anlatımıyla destekliyor. Her bölümde üç tarafı da işleyerek kurgunun lezzetini de arttırmış ve tempoyu da istediği gibi yöneterek okurunu sürekli romanın içinde tutuyor. Bir Çeka kuryesinin İngilizlerce öldürülmesiyle açılan roman bir yandan katili ararken, bir yandan gericilerin ayaklanma çabalarını işliyor, diğer yanda da işbirlikçiler yumağı var. İşgal yıllarının İstanbul’una dair birçok olayı da onlara teğellemiş Varım. Bu zenginlikten de bambaşka bir okuma lezzeti doğmuş.
Tarih ile kurguyu ustalıkla buluşturan Varım, her bölümle karakterlerini derinleştirirken yine toplumsal detayları işlemeyi ihmal etmemiş. 14 yaşındaki kıza bir an önce görücü olarak gidilmesi gerekmesi gibi örneklerle toplumsal dokuyu işlerken, herkesin saygı gösterdiği hocanın onca kuran okuması ve vaazından sonra oğlanların başını fazlaca okşaması ve her yanlışta bağışlayıcı olmak yerine cezalandırmayı tercih etmesi gibi örneklerle de gericilerin din kisvesi altında nelerin peşinde olduğu ve neyi sömürdüklerini de işliyor… İstanbul’da geçen romanda her millet bir şeyin peşinde iken Türkler azınlıkta ve korkmaktan ibaret. Bir ayaklanma söylentisi dışında pek göze görünemiyorlar. Öte yandan ilk romanda olduğu gibi yine bazı olaylar Sergey’i geçmişinde yaşadığı olaylara da götürüyor. Sergey’in hayat hikayesini de işlemeye devam ediyor Varım. İkinci kitapta bu geçmiş halkasına beraber çalıştığı diğer ajanları da katarak olay örgüsünün daha da karmaşık bir yapboz olmasını sağlamış. Elbette Sergey en önemli karakter ama diğer karakterlere de aynı şekilde yaklaşıyor Varım. Onları da günahıyla sevabıyla zaaflarıyla anlatarak ete kemiğe büründürüyor. Her bölümde azar azar anlatarak ana hikayeye nasıl eklemleneceklerini merak etmemizi sağlıyor. Böylece kuşku tohumları da taze kalıyor.
Hakkında çok az şey bildiğimiz dönemi başarıyla anlatan, karakter zenginliği ve kurgusuyla soluk soluğa okunan çok iyi bir roman “Karanlığımın Kızıl Geçidi”. Bitince okura üçüncü kitapta neler olacağını merak etmek düşüyor. Neyse ki Varım yetişmiş imdada ve üçüncü kitap hakkında ipuçlarını da vermiş: “Son kitap Ankara’da geçiyor. İlkyazımı tamamlandı, şimdi dinleniyor. Olaylar, 1921 Ankara’sında geçiyor. İttihatçıların Milli Mücadele’ye katılma girişimleri ve Kurtuluş Savaşı’ndaki iktidar mücadeleleri üstüne kurulu. Cinayet yok, ceset var. Sergey, Sovyet Büyükelçiliği’nin yakınındaki bir evin niçin yandığını araştırıyor. Daha fazla konuşmayayım da tadı kaçmasın.” Merak ve heyecanla bekliyoruz.
Yorum Gönder