Yirmi yıldır evir çevir aynı romanı farklı isimlerle yazarak aşk hastası okurların gönlünü hoş tutan Nicholas Sparks için işler yolunda. Kemikleşmiş formülünü işleterek birbirinin kopyası romanlar yazsa da okurun ilgisi azalmıyor, çok satıyor ve bir de bonus olarak filme dönüşüyor. 2015 yapımı “The Longest Ride” onuncu Sparks uyarlaması olarak aşkı yüceltiyor ve en güzel tablonun sevgiliyle geçen anılar olduğunu haykırıyor.
Yazarın on yedinci romanı olmasına vurgu yapılarak 17 Eylül’de 2013’de yayımlanan “The Longest Ride” her zamanki gibi sevilmiş ve kısa sürede baş tacı edilmiş. Bu kez daha katmanlı ve zenginleştirilmiş kurguyla tavlamış okurlarını. Doğal olarak filme dönüşmesi de kaçınılmaz olmuş. Uyarlamayı da nicedir ortalarda görünmeyen yönetmen-senarist Craig Bolotin kotarmış. Yönetmen koltuğundaysa inişli çıkışlı bir grafiğe sahip olan George Tillman Jr. oturuyor. Doksanlı yılların ikinci yarısında siyahilerin el üstünde tuttuğu isim olarak sivrilen yönetmen “Men of Honor” ile zirve yaptıktan sonra devamını bir türlü getirememişti. “Notorious”, “Faster” ile yaşadığı düşüşü yeniden köklerine dönüş yaptığı “The Inevitable Defeat of Mister & Pete” ile telafi ettikten sonra kendini tamamen beyazların içinde bulmuş. Yıllar sonra ayağına gelen fırsatı tepmesi de beklenemezdi. Oyuncu kadrosu da yeni kuşak ilgi çekici... Oynadığı her diziyle biraz daha büyüyen Britt Robertson nihayet ilk büyük projesinde başrolde. Clint ustanın oğlu Scott Eastwood, Jack Huston, Oona Chaplin, Alan Alda, Melissa Benoist ve Lolita Davidovich de ona eşlik edenler.
Geleceğini şekillendirmiş üniversiteli kızımız Sophia... Tam anlamıyla taşralı, dünya şampiyonu bir rodeocu Luke... Arkadaşlarının zoruyla kovboy çizmelerini giyip gittiği Rodeo yarışmasında bir şapka ikilinin arasındaki kıvılcımları başlatır. Randevulaştıkları akşam yaşlı bir adamın hayatını kurtarırlar ve adamın aşk mektupları da ikinci aşk olarak devreye girer... Bir yanda günümüzün aşkı, diğer yanda Ira ve Ruth’un 1940’larda yaşadıkları aşk... İki aşkı paralel olarak anlatan film, aşkların önüne zorlukları koyar ve sınavdan geçirir...
Aslında çok özel bir konu yok ortada. Her Sparks romanında olduğu gibi hayatlarının dönüm noktasındaki iki insan imkansız görünen aşka tutuluyor. Sonucunu bile bile uzak duramıyorlar yine. Yine ölümler, ölüm döşeği halleri mevcut. Yine adli bir vaka, aşıklara yol gösterecek yaşlı bir adam... Gayet tahmin edilebilir ve sonunda aşkın kazandığı bir konu... Diğerlerinden farklı bu kez Sparks’ın işi abartıp aşkı çifteleyerek etkiyi ikiye katlıyor oluşu...
Luke ve Sophia’nın aşkı nabza şerbet bir işleyişle son derece sıkıcı, sıradan, olabildiğince sığ ve derinliksiz... Aralarındaki kimya da pek tutmuyor. Zaten boğa binici taşralı kıro profiline sahip bir erkek için yapılacak fazla bir şey de yok. Eastwood’un kalıplaşmış bakışları yetiyor. Robertson’un üzerindeki yük daha fazla ve üzerine düşeni de yapıyor. Rodeo sahnelerinde tepkileriyle heyecan yaratıyor. Ira ve Ruth’un aşklarıysa çok daha iyi ve filmin can damarı. Aslında daha fazla ağırlık verilmesi gereken bir öykü... Onların sayesinde tarihi atmosfer filmi güzelleştirirken, Ira’nın sanat aşkı sayesinde resim sanatının işlenmesi de zenginleştiriyor. Böyle bir filmde Andy Warhol’dan Kandinsky’e birçok önemli sanatçısının adlarını ve eserlerini görmek güzel şey... Normalde uzun gelecek 139 dakikayı da kısaltan yine bu aşk...
Nisan ayında vizyona giren 34 milyon dolar bütçeli film, dünya gişesiyle birlikte durumu toparlamış ama beklendiği gibi gişe canavarına dönüşmemiş. Bizde de 29 Mayıs’ta “Seninle Bir Ömür” adıyla gösterime giren film vizyonda beşinci haftasında ve şu ana kadar 37.484 seyirci toplamış.
Tipik bir Sparks uyarlaması olarak bilinen yolları izleyen formüle aşk filmi “The Longest Ride” uzun süresine rağmen sıkılmadan izlenebilecek bir seyirlik... Ama sadece gözü aşktan başka bir şey görmeyenlere...
Yorum Gönder