♫ ♪♫ ♪•♫♪ 2006'dan bu yana Film, Dizi, Müzik ve Kitaplar üzerine Yazılar Diyarı... ♫ ♪♫ ♪ ♫ ♪♫

Sedat Yılmaz ile "Press" Üzerine...


Yirmi yıldır Türkiye’de gazeteler kapatılıyor, gazeteciler öldürülüyor, ağır hapis cezalarına mahkûm ediliyor. Yirmi yıldır bu ülkede bir “Özgür Gündem geleneği” var. Sedat Yılmaz’ın ilk filmi “Press”, olabilecek en ağır koşullarda gazetecilik yapanların bürosundan bildiriyor...



“Press” ilk uzun metrajlı filmin. Fikir nereden çıktı, öykü nasıl oluştu?

Sedat Yılmaz: “Press”, Özgür Gündem gazetesinin Diyarbakır bürosunun öyküsünü anlatıyor. Bugünkü gençler belki bilmez, hatırlatmak gerekebilir: Özgür Gündem 1992’de yayına başladığında, ‘80 darbesi sonrası Türkiye’deki muhalif hareketin kendini bulabildiği bir platform olma özelliği taşıyordu. Sadece Kürtler değil, Türkiyeli devrimci-sosyalist aydınlar da bu gazetede etkince yer alıyordu. O tarihlerde ben de Özgür Gündem’i yakından takip ederdim. Benim için paha biçilmez bir değeri vardı. Sorunun yanıtlarından biri bu. Diğer yandan, şöyle bir hikâyesi var “Press”in: Gündem’in bölgede gazetecilik yapmış, ölümlerden dönmüş muhabirlerinden biri, Bayram Balcı, 1995-96 yıllarında yaşadıklarının notlarını çıkarıyor. Ben bu notlardan 2003’te haberdar oldum ve ilgimi çeken, bu gazetenin çalışanlarının bölgede mesleklerini icra etme koşulları oldu. Diğer kentler için de geçerli olabilir, ama o yıllarda gazetenin Diyarbakır bürosunda çalışanların hepsi bir süre sonra gözaltına alınıyor, tutuklanıyor, kimse kalmıyor. Sonra, başka kentlerden ekipler geliyor, ama onlar da aynı akıbeti yaşıyor, tutuklanıyorlar, çalışamaz duruma geliyorlar. Öyle ki, etraflarındaki ablukadan dolayı büronun dışına, sokağa çıkamıyorlar. Büronun içine sıkışıp kalmış bir grup gazeteci tüm bu baskılara rağmen dünyaya haber yapmaya çalışıyor. Bu bana film projesi olarak çarpıcı bir fikir gibi geldi. Gündem çalışanlarının yaşadıklarını biliyordum tabii ama, Diyarbakır bürosunda yaşananlar daha da ilgimi çekti. Filmin ağırlıklı olarak tek mekânda geçmesinin bir nedeni de, yaşanan bu durumu yansıtma çabası.

Çarpıcı bir fikir olmasının ötesinde, kişisel tarihindeki yerinden ötürü Gündem gazetesine vicdan borcunun bir karşılığı olarak da görüyorsun galiba filmi…

Kesinlikle. Yeri gelmişken söylemeliyim: Film Antalya’da ilk defa gösterildikten sonra farkettim, Türkler de, Kürtler de benim kesin Kürt olduğum konusunda hemfikir. Halbuki ben Kürt değil, Türküm, sosyalist bir Türküm. Bu konu benim için bir özgürlük meselesi.



Uzun metrajlı bir film ciddi bir bütçe gerektiriyor; işin ekonomik boyutunu nasıl çözdün?

Bu yükün altından hâlâ kalkamadım. 2008’de filme başladık, ikinci haftasında ekonomik kriz patlak verdi. İyi kötü iş yaptığımız küçük bir film stüdyomuz var, onun ayakta durması için çalışmak zorunda kaldık. Filmin iki yıl sonra tamamlanabilmesinin nedenlerinden biri de bu ekonomik sıkıntılar. Diğer taraftan, 2008’de siyasî atmosfer bugünkünden farklıydı. O yüzden Kültür Bakanlığı’na başvurmak gibi bir fikrimiz yoktu. Başvursaydık da yanıtın olumsuz olacağı kesindi, çünkü Kâzım Öz’ün başvurusuna verilen yanıtı biliyorduk. Bizim filmin de “Fırtına”yla benzerlikleri olduğu için, şansımız yok, hiç başvurmayalım dedik. Ama enteresan bir şekilde, Diyarbakır’da çekim yaptığımız iki haftalık sürede Kürtlerden de filme beklediğimiz desteği alamadık. Yani ne Kültür Bakanlığı’ndan ne Kürtlerden destek aldık, kendi yağımızla kavrularak tamamladık filmi.

Yapım sürecinde ne gibi zorluklarla karşılaştınız?

Prodüksiyonu rahatlatan noktalardan biri, büro içi çekimleri İstanbul’da, kalan kısmı Diyarbakır’da yapmamız oldu. İstanbul’da tek mekânda çalıştığımız için bizi zorlayan bir şey olmadı. Ama Diyarbakır’da hem maddî olarak çok zorlandık, hem de devletin bildik muameleleriyle karşılaştık. Hatta son iki gün Diyarbakır’da çalışamaz duruma geldik, başka bir ile gidip çekimlerimizi tamamlamak zorunda kaldık.

Ne gibi baskılarla karşılaştınız?

Aslında, çok şaşırtıcı şeyler değil. Sonuçta, Özgür Gündem’in öyküsünü anlatan bir film için Diyarbakır’a gittik. Ama açık söyleyeyim, onlara bunu söylemedik, “bir gazetecilik öyküsü anlatıyoruz” dedik. Ne kadar inandılar, bilmiyorum. Fakat, yaptığımız işin onların hoşuna gitmeyeceğini ya da onların hayrına olmayacağını biliyorlardı. Dolayısıyla, gittiğimiz günden itibaren etrafımızda olduklarını hissettirmeye başladılar. Ne zaman bir yere gitsek orada oluyorlardı. Bir sahneyi çekeceğimiz zaman, Kürtçe bir diyalog varsa, prodüksiyonda çalışıp Diyarbakır’da yaşayan arkadaşların yönlendirmesiyle, polislerin sette olmadığı saatleri kollamak durumunda kalıyorduk. İş bizi şubeye çağırma noktasına geldi. Ya biz şubeye gidecektik ya da bizi zorla götüreceklerdi. Durum bu noktaya gelince, tamam dedik, artık Diyarbakır’da çalışma koşulları kalmadı. Batman’a gidip filmi orda tamamladık.

Diyarbakır’daki çekimlerde en çok dikkatini çeken ne oldu?

Oradaki gözlemlerimiz arasında en önemlisi şu: Kürtlerin hafızaları inanılmaz diri. ‘90’lı yıllarda yaşananları hiçbir şekilde unutmamışlar. Örnek vereyim: Mahkeme kararıyla Özgür Gündem’in OHAL bölgesinde satışı yasaklanınca gazete kendi olanaklarıyla dağıtılmaya başlanıyor. Dağıtım işini de 13-15 yaşındaki çocuklar üstleniyor. Bu çocuklar bizim öyküye de dahil oldular. Çocukların elinde bildiğimiz siyah pazar poşeti var. Onları gören herkes, “bunlar Gündem gazetesini dağıtan çocuklar” diyordu. Herkes her şeyi bugün gibi hatırlıyor. Bir gün, muhabirlerden birinin öldürüldüğü bir infaz sahnesi çekiyoruz. O sırada, halktan biri çıkıp çekim yaptığımız yeri göstererek “şu tarihte Gündem gazetesinin şu isimli çalışanı da tam burada öldürülmüştü” deyiverdi. Bu karşılaşma kanımızı dondurmuştu.

Oyunculardan Aram Dildar, Antrakt’a birlikte verdiğiniz söyleşide, “Fırat rolüne nasıl hazırlandınız?” sorusuna, “Filmin atmosferi bana çok uzak değil. Çocukluğumun hikâyeleri faili meçhuller üzerine. Masallarla büyümedim” yanıtını veriyor. Anlaşılan, oyuncuları konunun atmosferine hazırlamak gibi bir sorun yaşanmadı...
Oyuncuları belirlerken benim için en önemli kıstaslardan biri sahici olabilmekti. Bunun koşullarından biri, orada yaşamış ya da yaşananlardan haberdar olmak, bir şekilde onu hissetmiş olmak gerekliliğiydi. Oyuncularımızın hepsi ya orada yaşamış ya da bu meseleyi yakından bilen insanlar. Başroldeki Aram Dildar da dahil, çok oyunculuk deneyimleri yoktu. Örneğin, Aram Batman’da yaşayan 18 yaşında bir çocuk; bulduk, filmi anlattık ve gerçekten çok iyi bir performans sergiledi. Türkiye’nin en iyi oyuncularını bu filme katma olanağımız olsaydı bile aynı sonucun çıkacağını sanmıyorum.

Festivaldeki basın toplantısında “Press” oyuncularından birinin Kürtçe konuşması üzerine tartışmalar yaşandı…

İlk önce ben söz aldım, filmin nasıl ortaya çıktığıyla ilgili bir sunuş yaptıktan sonra, Aram da kısa bir sunuş yapacaktı. Üç cümle Kürtçe konuştuktan sonra, sözlerini bir de Türkçe söyleyecekti, ama o üç cümle Kürtçeye tahammül edilmedi. Orada bulunan izleyicilerin hepsini kastetmiyorum, bunu da söylemekte yarar var. Tam tersine, izleyici filmi çok beğendi, film sonrası alkışlardan pozitif karşılandığını anlıyor, hissediyorduk. Ama, rahatsız olanlar da vardı. 10-15 kişilik bir grup özellikle rahatsızlığını gösteriyordu. Aram Kürtçe konuşmaya başlayınca onlar da “anlamıyoruz, Kürtçe konuşma” diye çıkıştılar, tartışma başladı. Basın toplantısına da bu tartışma damga vurdu. “Siz tarafsınız, yanlı bir film çekmişsiniz” türünden sözler sarfetti bu küçük grup. Ama filme ekip olarak bizden çok Türkiye sinemasının demokratik damarı sahip çıktı, bu bizi çok sevindirdi. Örneğin, Derya Alabora saldırganca tepkilere dayanamadı, sinirle ayağa kalktı, “Ne diyorsunuz siz! Sinema taraf tutar, kamera da taraf tutar” diye söze girerek konuşanları susturdu. Sonra, Sümer Tilmaç bağırıp çağırmaya başladı. Hatta biz başta herhalde bize bağırıyor diye düşündük, meğerse o da bizi sahipleniyormuş. Bu sahiplenme toplantıdan sonra da devam etti. Bu sıcak ilgi bizi hem mutlu etti, hem de şaşırttı, çünkü bu kadarını beklemiyorduk.

Emir Kusturica olayı da gündemdeydi o sıralar. Açılış töreninde MHP’li belediye meclis üyesi Kusturica’yı faşistlikle, ırkçılıkla suçladı. Daha sonra, İsviçreli bir oyuncu ona benziyor diye dövüldü. Antalya’da olanlar Türkiye genelinin bir yansıması mı?

Evet, bence öyle. Festivalde geçen yıl da “Min Dît” adlı filmin basın toplantısında tepkiler gösterilmişti. Fakat geçen yıl da festivalde bulunan arkadaşlar bize “geçen yılki reaksiyon çok daha fazlaydı ve daha örgütlüydüler” dedi. Demek ki böyle çatışa çatışa yürünecek ve sonunda kabullenecekler diye düşündük.

Festivalin en önemli olaylarından biri de, Semih Kaplanoğlu’nun Kusturica’nın jüri üyeliği nedeniyle festivalden çekilmesi ve sonrasında yaşanan gelişmeler oldu. Sinema eleştirmeni Necati Sönmez Kaplanoğlu’nu eleştiren bir yazı yazdı, Taraf karşı salvoya geçti. Bu arada, Filistin İçin İsrail’e Karşı Boykot Girişimi, Reha Erdem ve Semih Kaplanoğlu’nu İsrail devletinin parasal desteğiyle yapılan Hayfa Film Festivali’nde aldıkları ödülleri iade etmeye çağıran bir açık mektup yayınladı. Bu yaşananları nasıl değerlendiriyorsun? 

Birincisi, Semih Kaplanoğlu filmini çekmedi; gösterildi, ama yarışma dışı gösterildi. Zaten prosedür gereği Adana Altın Koza’da en iyi film ödülü alan bir filmin Antalya’da yarışma bölümüne girme hakkı yok. Kusturica tartışmalarının benim asıl ilgilendiğim tarafı şu: Türkiye sineması haksızlıklara bu kadar duyarlıysa, bu ülkede daha önce reaksiyon göstermeleri gereken meseleler karşısında niye aynı tepki gösterilmiyor? Bir yönetmen bir bölgede yapılan soykırıma yönelik, o soykırımı savunan açıklamalar yaptıysa, bunu kabullenmemek, karşı durmak gerekir, tamam. Ama diğer taraftan, bu sorun dışarıda olunca karşı çıkıp içeride kendi meselelerimiz karşısında sus pus olduğumuzda ne kadar tutarlı oluyoruz? Kürtler söz konusu olunca bu tepki neden gösterilmiyor? Sadece Semih Kaplanoğlu için değil, Türkiye sinemasının geneli için bu soruyu soruyorum. Şu açık ki, Türkiye sineması bu ülkenin gerçekliğine hep mesafeli durmuştur. Örneğin, geçenlerde bir gazeteci arkadaşımız sordu: “Türkiye’de gazetecilik üzerine çekilmiş ilk film ‘Press’, değil mi?” Düşündüm, bilmiyorum dedim. ‘80 öncesi, gazeteci karakterlerinin olduğu birtakım filmler var, ama “Press” gazetecilik meselesini tartışan ilk filmse, buradan şöyle bir sonuç çıkarırım: Şu kadar yıllık sinema tarihinde gazeteciliği anlatan bir film bile çekmemişiz; demek ki sinema, Türkiye gerçeğine hep bir mesafe koymuş, başıma bir iş gelir korkusu hep önde gelmiş. Türkiye sinemasında ciddi bir oto-sansür var; bu, devletin sansüründen daha da katı. Gidersiniz, bir film çekersiniz, devletin sansüründen geçersiniz, işletme belgesi sorununu çözersiniz, ama iş dağıtıma ya da filmin tanıtımına geldiğinde devletten daha ağır bir sansürle karşılaşırsınız. Mesela “Min Dît”in dağıtımı sorun olmuştu, dağıtım şirketleri “biz bu filmi dağıtamayız” demişti. 

Goebbels’in ünlü bir sözü var: “Eğer yeterince büyük bir yalan uydurur ve sürekli tekrarlarsan, sonunda insanlar buna inanacaktır.” Geçenlerde Mehmet Ali Birand da bu sözü hatırlatırcasına “Bir bölümü doğru, diğer bölümü kendi hayal ürünümüz olan bir senaryo yazıyoruz ve bunun gerçek verilere dayanmayan bir senaryo olduğunu bilmemize rağmen, kendimiz de inanır oluyoruz” diye yazdı. Celal Başlangıç, Kürtler konusunda kaleme aldığı haber ve yazılardan dolayı meslektaşlarından tepki gördüğünü söyledi. Çalışanları öldürülen, binası bombalanan bir gazetenin filmini yaptın. Medyanın Kürt sorununa yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsun?

“Press” Özgür Gündem’i anlatırken o tarihlerdeki gazeteciliği de dolaylı bir şekilde tartışmaya açıyor, bir anlamda medya eleştirisi yapıyor. Birand’ın sözleri, bizim filmle tartışmaya çalıştığımız meseleyi gündeme getirdi. O sürece yakından bakalım; ‘90’lı yıllarda Kürtlerin başına gelenler medyaya nasıl yansıyor? Bölgedeki insanlar Kürt sorununu başka algılıyor, batıdakiler başka algılıyor. Bu kadar farklı yorumların olmasının nedeni ne? Bence, medyanın Ragıp Duran’ın kavramlaştırmasıyla “apoletli medya” olmasıdır. Askerin karşısında tek sıra olmuş, tekmil veren bir medyadan bahsediyoruz. O tarihlerde OHAL valiliğinin açıklamaları dışında bir şey yazılmıyordu. Bölgeden haber yaptıklarında, holding gazetelerinin muhabirlerinin bile merkezle başları belaya giriyordu ya da yaptıkları haberler 180 derece değişmiş olarak çıkıyordu gazetede. Holding gazetelerinin muhabirleri utançlarından sokağa çıkamaz hale gelmişti. Filmle ilgili araştırma yaparken bu konuda çok çarpıcı hikâyelerle karşılaştım. Filmde holding gazetelerinden birinde çalışan bir karakter var. Kendi gazetesinde haber yapamadığı için Gündem’e geliyor, elindeki malzemeyi onlara veriyor; gördüğü, tanık olduğu şeylere dayanamıyor çünkü. Nitekim, böyle şeyler yaşandı. Şu da var: Mehmet Ali Birand bunu şimdi söylüyor, üç yıl önce, beş yıl önce değil. ‘90’lı yıllardan bahsediyoruz. Neden o zaman susmuş? Şimdi söyleyebilmesinin koşulları olduğunu düşünüyor. O tarihlerde bütün gazete yöneticileri, yazarları yalan haber yaptıklarını çok iyi biliyorlardı. Bütün ülkenin bilincini bu yalan haberlerle şekillendirdiler. Örneğin, bizim basın toplantısında “bebek katili terör örgütünün yaptıklarını niye anlatmıyorsunuz?” dendi.
Özgür Gündem kapandı, ama geleneği sürdü. O gelenekten gelen gazeteler de defalarca kapatıldı, onlarca kez isim değiştirdi, çalışanları baskıya uğradı, tutuklandı…
Gazetecilikte tekzip diye bir uygulama vardır. Bir kişi ya da kurum kendisiyle ilgili yaptığınız haberinizin yalan, yanlış ya da eksik olduğuyla ilgili bir açıklama gönderir, siz de bunu gazetede yayınlarsınız. ‘90’larda bölgede gazetecilik yapan muhalif Kürt basınından gazetecilerin kendi aralarında kullandığı bir kavram var: Kurşunla tekzip. O bölgede haberin tekzibi kurşunla olur. Bu sadece ve sadece Gündem çalışanlarına karşı da olmadı. Örneğin, Hizbulkontra’yı ilk kez ortaya çıkaran gazeteci Halit Gürgen, 2000’e Doğru dergisinin Diyarbakır muhabiriydi; öldürüldü. Zaten o dönem gazeteci öldürmek sıradanlaştırılmış bir şeydi. Bir şeyhin ya da ağanın hoşuna gitmeyen bir haber yaptığınızda da öldürülebiliyordunuz. Bugüne gelince... Artık kurşunla tekzip yok, ama gazetelerin kapatılması, gazeteciler hakkında açılan davalar ve para cezaları o günleri nerdeyse aratacak şekilde sürüyor. Basın ve ifade özgürlüğü konusunda büyük ilerlemeler kaydettiğimizi düşünmüyorum.

Türkiye sinemasında genç yönetmenlerin üretimlerinde niceliksel bir artış var. Bu durum niteliğe de yansıyor mu sence?

Evet, yansıyor. Üç gelişmeden söz edebiliriz. Birincisi, Türkiye sineması niceliksel olarak gelişiyor, artık daha çok film yapılıyor. İkincisi, Türkiye sineması yurtdışında daha fazla ilgiyle karşılanıyor. Örneğin, “Çoğunluk” filminin yönetmeni Seren Yüce Venedik’te Geleceğin Aslanı ödülünü aldı. Bildiğim kadarıyla, bu Türkiye sineması için bir ilktir. Yurtdışındaki bu ilginin Türkiye sinemasının niteliksel olarak da geliştiğinin bir göstergesi olduğunu düşünüyorum. Üçüncüsü, bu genişlemenin ve gelişmenin içinde politik bir sinema damarından da bahsedebiliriz. Ama bu damarı, bir politik sinema akımı olarak adlandırmak mümkün değil. Çünkü örneğin Özcan’ın (Alper), Kâzım’ın (Öz), Hüseyin’in (Karabey) ya da benim filmlerimizi düşünürsek, hepsinin sinema dilleri, estetik anlayışları birbirinden çok farklı. Ama hepsinin ortak bir duruşu var. Bir politik sinema akımı değil de, politik sinema geleneğinin ipuçlarını görüyoruz. Benim için, politik sinema geleneğinin kalıcı hale gelebilmesi çok önemli. Bunların devamı gelirse, Türkiye’de politik sinema geleneğinden söz edebiliriz. Epey bir süredir, politik sinema yapmak üçüncü sınıf bir iş olarak algılanıyordu, hâlâ da bunun izlerinin olduğunu düşünüyorum. Ama bunu geride bırakıp “biz bu ülkenin gerçeklerini anlatmak derdinde olan genç sinemacılarız ve politik sinema yapıyoruz” diye net bir duruş sergilememiz gerekir.

Bir söyleşide de söylüyorsun, bugün politik filmler yapanlar genelde ‘90’larda öğrenci hareketinin içinde olanlar. Sen de onlardan birisin… ‘80 sonrası sınıf mücadelesinin ve muhalif hareketin gelişimine baktığımızda, ‘89’da işçi hareketinin gelişimi ve eylemlilik dönemini, ‘90’larda da yükselişe geçen öğrenci hareketini görüyoruz. O yıllarda öğrenci hareketinin içinde yer alanlar şimdi film üretmeye başladılar. Bu filmlerin hepsi Türkiye muhalif hareketinin sonucu, onun sinemadaki karşılığı. Dışarıdan bakıp “şöyle bir sorun var, onu da anlatayım” diyen insanlar değil bu filmleri yapanlar.
Gelenekten söz ettik, sana yol gösterici olan yönetmenler oldu mu?

Yalnızca benim için değil, Kâzım, Hüseyin, Özcan’la da konuştuğumuz bir şeydir, Yılmaz Güney bizim için ayrı bir yerdedir. Ama hiçbirimiz bugün Yılmaz Güney sinemasını yapmaya çalışmıyoruz. Yılmaz Güney sinemasının yarattığı bir etki var. Bizim yakalamaya çalıştığımız bu etki. Ne kadar yakalarız bilmiyorum, ama en büyük amacımız böylesi etki yaratan bir üretim ortaya koymak. Yoksa yeni Yılmaz Güneyler olmak ya da onun sinemasını taklit etmek değil amacımız, bu zaten saçma bir şey olur. Herkes kendi yolundan yürüyor, ama bizim için orada bir çıpa var, o da Yılmaz Güney’dir, bu tartışmasızdır.

Peki, “Press” ne zaman seyirciyle buluşacak?

Belli değil, ama şubatta gösterime sokmayı amaçlıyoruz.

Nasıl bir ilgi bekliyorsun?

İlk filmim olduğu için izleyicinin nasıl bir tepki vereceğini kestirmek benim için zor. Ama umutluyum.

Bundan sonra çekmeyi düşündüğün konu belli mi?

12 Eylül’de geçen bir öyküyü anlatmak gibi bir fikir var aklımda, ama henüz net değil.

Kaynak: Bir + Bir, Kasım-Aralık 2010, Söyleşi: Volkan Alıcı

Share this:

Yorum Gönder

 
Designed by OddThemes & Distributed by Free Blogger Template