1998’de Nobel Edebiyat Ödülü ile taçlanan yazar Jose Saramago, “Körlük” adlı romanı ile eşsiz bir toplum eleştirisine soyunmuştu. Bunda başarılı olduğu tartışılmayan yazarın, birdenbire başlayan körlük salgınında bir doktor ve gören ama bunu kimseye çaktırmayan karısı eşliğinde anlattığı roman başından sonunda toplum eleştirileri ile dolu idi… Neden başladığı belli olmayan bir salgın sonrası insanların yeniden tarih öncesi çağlarına dönmesini, aralarındaki iletişimsizliği, saldırganlığı ve yitirdiği tüm değerleri anlatan Saramago aynı zamanda bizi insan yapan değerleri sorgulatıyordu bolca.
Saramago’nun yayınlandığı andan itibaren çok satan ve tartışılan romanı sonunda beyazperde de izleyici karşısında. Hem de 2002’de Brezilya’da sokak çocuklarının “Tanrıkent”ini gözlerimizin önüne serip, Oscar adaylıkları ve birçok ödül ile dikkatleri üzerine çeken Fernando Meirelles’in yönetmenliğinde. Meirelles Tanrıkent sonrası, 2005’te bu kez “Arka Bahçe” ile usta yönetmenler hanesine ismini kazımış, başrol oyuncusuna Oscar’ı kucaklatmıştı. Senaryo ise özellikle 1988’de “Last Night” ile yılın en iyi filmlerinden birine imza atan Don McKellar’a ait.
Gelelim filme; Öncelikle söz konusu roman uyarlaması olduğunda neye göre değerlendirmek gerektiği biraz karışık bir hal alıyor. Romanı okumuş olma durumuna göre durum farklı algılanabiliyor. Burada da aynı durum söz konusu… Bir solukta biten bir başyapıttan, iyi bir film çıkarmanın hayli zor olduğu da aşikar. Romanda yaratılan dünya okurun gözünde hiçbir şeye benzemiyorken, filmde kurulan dünyanın akıllara birçok benzer atmosferi hatırlatması da doğal. Bu tip ayrıntıları yada temel noktaları nasıl değerlendirmeli sorusunu yanıtlamak ise hayli zor. Meirelles’in yarattığı filmin, romanı okumuş biri olarak sınıfta kaldığını belirteyim ilk önce. Romanda yaşadığım soluksuz tempo ve elden bırakamama duygusunu hiç yaşamadığımı, sinemada sıkıntıdan patladığımı, artık bitsin sıkıntısını yaşadığımı da ekleyeyim. Tüm bunların dışında romandan alakasız bir film çerçevesinde filmi değerlendirmeli birazda…
Bir adamın yeşil ışık yandığı anda kör olmasıyla başlıyor film, romana bağlı kalarak. Birbirini etkileyerek bir grup insanın körleşiyor. O adamın etkileşimde bulunduğu herkes körleşiyor ve salgın iyice yaygınlaşıyor. Meirelles durumu destekleme adına perdeyi beyaza boyuyor. İlk anlarda hayli güzel bir sinematografi olsa da bunu sık sık tekrarlaması bir parça bezdiriyor.
Göz doktoru ile karısına odaklanıyor her şey hemen sonrasında. Salgının sebebi anlaşılamayınca, malum hastaları bir yere kapatmak ilk anda korunma çözümü oluyor. Körlerin toplanıp bir yere hapsedilip kaderlerine terk edilmesi söz konusu kısacası. Doktorun kör olup karısının olmaması ise her şeyin dönüm noktası… Doktorun karısı eşinin yanında gidemeyeceğini anlayınca, bende kör oldum diyor. Bu yalan hem her şeyi gören bir gözden anlatma fırsatı sunuyor, hem de koşulsuz olarak özdeşleşme fırsatını… Julianne Moore’un enfes oyunculuğu ile daha fazla içe işleyen doktorun karısı, görmeyenlere yardım eden ama daha çok aslında neleri görmediğimizi, neleri görmezden geldiğimizi temsil ediyor. Doktor rolünde Mark Ruffalo’da başarılı ama çift olarak pek örtüşmediklerini, özellikle de Moore’un yaşı yüzünden pek inandırıcı bir çift olamadıklarını belirtmekte fayda var. Ruffalo için biraz yaşlı kaçıyor Moore…
Tüm körler bir yere atılıp, hapsedilince bir anlamda insanlığın ilk doğuş aşamaları başlıyor. Önce birey olarak geliyorlar ama sonrasında bir odaya dolayısıyla topluma dahil oluyorlar. Aralarında bir temsilci seçiyorlar. Yaşamlarını kolaylaştıracak çözümler üretiyorlar. Küçük bir topluluk oluşturmaları sonrasında, yeni topluluklar ekleniyor ve yeni bir aşamaya geçiyorlar. İki farklı toplumun farklılıklarına bağlı olarak çatışması ile toplum eleştirileri de artıyor, film ve dolayısıyla roman tüm mesajını vermeye başlamış oluyor. Yemek için kavga etmek ve bu uğurda neler feda edilebilir sorgulaması yapılıyor uzun süreler boyunca.
Tek tek, sahne sahne incelebilecek ve har anına bir sürü şey yazılabilecek filmin genel bir değerlendirmesini yapmalı, zaten izlediğinizde göreceğiniz kilit sahneleri belirtip keyif kaçırmamalı. Daha ilk sayfalarından itibaren “Bir salgın hastalık söz konusu olduğunda suçlu yoktur, herkes kurbandır” diyerek her daim tespitlerde bulunan, dolu dolu cümleler eden bir romandan, bu derece dolu bir film çıkmamış. Yönetmenin bolca bembeyaz an yaratması ve sürekli kullanması rahatsız edici. Filmin genelindeki tempo sorunu ise en kötüsü… Bu kadar sürede bu kadar az şeyi mi anlatıyor duygusu uyandırması işten değil. Özellikle ikinci yarıda yemek sorunu dolayısıyla çıkan sorunla artıp ve seyir zevki kazanmışken, yeniden hayli ağır tempoya dönmesi, küçük detaylarla uğraşması iyi bir final yapamamasını da getiriyor beraberinde.
Doktorun karısının gözlerinden her şeyi görüyor ve özdeşleşiyoruz ama, bazı şeyleri tekrar tekrar görmemizin hiçbir faydası olamıyor. İçerde iken yemeğin ne kadar değerli olduğunu gördükten sonra, benzer şekilde market sahnesi izlemek filmin süresinden yiyor sadece. Üstelik bu kadar uzun anlatılınca daha da sıkıcı hale geliyor. Dışarıya çıkış anının da yaratılan atmosferle başta 28 Gün serisi olmak üzere birçok örneği hatırlatması neredeyse kamera açılarının benzer şekilde olması da hatalardan bir diğeri. Her ırkın farklı kodlanması konusunu ise yoruma açık bırakmalı. Kadınına sahip çıkan adam Uzakdoğulu, ortalığı karıştıran iki kötüden biri gerçekten kör, diğeri güney Amerikalı, durumdan mutluluk çıkaran kişi de siyah. Her ırka ayrı biçilen kodlar mevcut.Bir anda başlayan körlük salgını ile zayıfın ezildiği, orman kanunlarının hüküm sürdüğü bir karantina dönemini özdeşleşebileceğimiz bir karakterin tanıklığında anlatan “Körlük” roman kadar dolu laflar etmeyen, biraz ağır ve temposuz kalan, suya sabuna dokunmayan tarafsız anlatımıyla başyapıt olmayı ıskalayan bir film olarak akıtıyor kapanış jeneriğini… Meirelles’in Tanrıkent’te ki sert anlatımının aksine fazlaca tarafsız kalması, en sert sahnelerde bile geçiştirmesi, bolca beyaz körlük sahnesi içermesi de bu durumun en önemli sebebi. Şu halde filmi izlemek yerine romanı okumak, metindeki mesajları ve toplum fotoğrafını algılamak daha faydalı…
Yorum Gönder