Hiçbir şey aynı kalmaz!
90’ların başında Madonna’nın ayrıksılıkla aşırı cinsellik arası sınırları zorlayan klipleriyle tanınan, kısa zamanda önemli pop ikonlarının kliplerini çeken, halen klasik sayılan kliplere imza atmış yönetmen David Fincher, şimdi de Oscar yolunda… 90’lar pop müziğini takip edenler Fincher’ın imzasını Madona’nın “Express Yourself", "Vogue”, Michael Jackson’un “Who is it”, George Michael’ın “Freedom” ve Sting’in meşhur “Englishman In New York”u tanıdı ve biliyor zaten… Fincher’ın ilk filmi ise talihsiz başlangıçlardan biriydi. Yetenekli adam gelsin bir film çeksin mantığıyla sinema tarihine kazınmış bir serinin devam filmine “Alien 3” ile imza attı. Ortalama bir film çıkarsa da, bir başyapıta kapı açması yeterliydi. Se7en ile kariyerinin henüz başında imza attığı başyapıtla bıraktığı imza, yarattığı yeni kalıplarla 90’lara damga vurdu. Ardından gelen filmlerde de feyz aldığı ustaları gibi titizliğiyle ön plana çıkan, özellikle de nitelikli görüntü yönetimleriyle, detaylara verdiği önemle aşağı yukarı kendi imzasını yaratması, bu imzayı filmlerine oya gibi işlemesi birçok meslekdaşından daha kısa sürede başarmasıyla günümüzün en önemli yönetmenlerinden biri oldu hiç kuşkusuz. Özellikle Fight Club’la yarattığı etkinin yansımaları halen devam etmekte.
Yönetmenin filmografisi de çalışma stili gibi çok şey anlatıyor. “Alien 3” ile başlayıp “Se7en” ile çıkış yaptıktan hemen sonra, daha küçük bir film olan “Game”i çekmişti. Hemen sonrasında “Fight Club” başyapıtı ve ardından yine küçük ölçekli bir “Panic Room”… 5 yıllık ara sonrasında yine bir başyapıt “Zodiac”… Eh bir başyapıt sonrası Benjamin Button geldi, peki Fincher kuralı bozdu mu, bozmadı mı? Bu kez küçük ölçekli olmadığı kesin… Belli ki, Fincher yarattığı başyapıtların Oscar jürisince hiçe sayılmasına içerlemiş. Bu kez tamamen Oscar filmleri havasında bir film çekerek, hazır jüride birkaç yıldır bağımsız sinemacıları taçlandırıyorken bu rüzgarı arkasına alıp ödüle uzanmayı denemiş… Ama kazın ayağı pek öyle değil…
Benjamin Button, P.T. Anderson’un çok katmanlı filmi “Manolya” gibi, ana öyküden bağımsız hoşluklar sunarak başlatıyor öyküsünü. Bir yanda yaşlı bir kadının ölüm döşeği hezeyanları, diğer yanda ha başladı, ha başlayacak Katrina kasırgası arasında kızına oku dediği günlükle bir hikaye anlatıcımız oluyor… Önce Caroline, sonradan Benjamin’in sesleriyle uzun bir yolculuğun, tuhaf bir yaşam öyküsünü dinleme, izlemeye ve anlamaya başlıyoruz. Bu sırada verilen ilk hoşluk devreye giriyor. Kör bir saatçinin savaşta ölen oğlunun geri gelmesi adına, ama en çokta acılarının sona ermesi umuduyla yaptığı ters işleyen saatin açılışının öyküsü anlatılıyor. Sonrasında ise başkahramanımız Benjamin ile tanışıyoruz. Babasının baktığında korktuğu, hemen bir huzurevinin kapısına bıraktığı, huzurevindeki kadınlardan birinin “Aynı kocama benziyor” diye tanımladığı içi bebek ama dış görünüşü yaşlı adam Benjamin böylece doğmuş oluyor. Yaşam yolculuğu boyunca ölümün yanı başında gezindiği yuvasını da bulmuş oluyor.
Amerikan Edebiyatına “Muhteşem Gatsby” ile silinmeyecek bir imza atan F.Scott Fitzgerald’ın, özgün fikrini “Mark Twain”den alan insan gelişimini tersten yaşasa ne olurdu sorusunu irdelediği kısa öyküsünden hareketle yazılan senaryo, daha ilk andan itibaren aslında söz konusu öykünün sadece fikrini aldığını gösterir şekilde başlıyor ve ilerliyor. Zaten Fitzgerald’ın maddi sorunlarıyla boğuşurken bir dergiye para karşılığı yazdığı bir öykü var ortada. Yazarın özgün hikayesi 1860’larda geçen, babasına kendini kabul ettiren bir adamın öyküsünü anlatıyor. Temeli dışlanmış bir oğlun, akademik kariyeri ile kendisini babasına kabul ettirmesi…
Oysa bu özgün hikayenin nimetlerinden faydalanmaktan, tarihsel dönemin etkilerinden tamamen vazgeçen bir senaryo var elde… “Forest Gump”ın senaristi olarak bildiğimiz Eric Roth biraz fazlaca hesaplı kitaplı bir iş çıkarmış. Hikayesini Forest Gump’ta uyguladığı ana hatlardan inşa etmiş. İkisinde de sıra dışı insanların öyküsünün anlatılması sürpriz değil elbette. En çok da Oscar jürisini etkileyen filmlerin formüllerinden eklemiş. İyi anlatılan ama eksikleri olan, kaçırılmış fırsatlardan oluşan bir öykü var perdede. Sonu pek bir yere varmayan bir aşkı iki saat boyunca izlemek hayli yorucu.
Savaşın bittiği gün doğan Benjamin, 1918’de başlayan öyküsünden ölümüne dek tanık olduğumuz yaşam macerası boyunca ne kadar varsa, o kadar yok. Amerika’nın ırkçılık başta olmak üzer bir çok sorunla boğuştuğu döneme ait tek bir kare, tek bir cümlenin olmadığı film, bu konulara değinmeyi elinin tersiyle itiyor. Serde Forest Gump’a benzeme korkusu tamamen bir karakter üzerine yaratılan öyküyü getiriyor karşımıza. Ki bu öykü de birileri gelip geçse de Benjamin’le karşılaşmalarıyla birlikte aynı zamana kavuşma fırsatını zor yakaladıkları Daisy’nin aşkı ön planda. Ama aşkın dillere destan olduğunu söylemek biraz fazla iyi niyet gerektiriyor. Bundan önce daha büyük aşklar görüp hafızamıza kazımıştık sanki, bu pek yavan kalıyor.
Serde anlatılması gereken, özellikle Fincher’ın “Zodiac”ta irdelediği zaman kavramı olması gerekirken, o bile neredeyse teğet geçiyor. Yaşamı boyunca tuhaf görünümü nedeniyle yalnız kalan bir adamın öyküsü olabilecekken, geçen zamanın Benjamin üzerindeki etkileri anlatılabilecekken, bir iki sahne dışında pek fazla değinilmiyor, aşk hikayesi anlatmak uğruna. Oysa Benjamin, Daisy ile aynaya bakıp “bizi böyle hatırlamak istiyorum” dediği sahnelerin sayısı çoğalsa, saat gibi geriye doğru işleyen bir adamın acılarının azalmayıp, aksine çoğaldığından dem vurulsa o kadar emek boşa gitmeyecek. Onun yerine yaşlı bir kadının aşkına kavuşma öncesi geçmişi hatırlamaları mevcut. Oysa Benjamin’in doğumu en çalkantılı dönem… Popüler deyimle kardeşin kardeşi vurduğu dönem, ırkçılığın kol gezdiği dönemde dahil birçok dönemi kapsayan tarihsel sürecin Benjamin’in hayatını teğet geçmesi hayli tuhaf. Üstelik senaristin bu konudaki yeteneği de ortadayken…
Filmin yan karakterleriyse iyi ki var dedirten cinsten. Yoksa o 166 dakika başka türlü geçmek bilmezdi. En akılda kalan Yıldırım’ın yedi kez çarptığı adam oluyor ki, her seferinde bir örnek verip güldürmeyi başarıyor. Benjamin’in annesi de hayli özgün bir karakter. Benjamin’in dış dünyayı tanımasını ve paranın ne işe yaradığını anlamasını sağlayan kaptan ve gece sohbetleri yaptığı Elizabeth, aileden düğmeci babası Thomas Button ile farklı hikayeler de anlatıp, daha sonra finalde birleştiriyor.
Bir ara Daisy’nin başına gelen kazayı “Koş Lola Koş” ve “Rastlantının Böylesi” filmlerinde kullanılan anlatımı denemesi dışında, klasik anlatımı kullanarak kolaycılığı seçen, günlük okumalarıyla ilerleyen filmden aşka dair unutulmaz kare pek çıkmıyor, çıkamıyor. Biraz zorlama ile ilk tanışmaları denebilir belki. Onca zamana yayılan öykü boyunca Button’un insan ilişkilerinde yaşadığı acılarda genelde teğet geçiliyor, o aşka kurban ediliyor.
Tüm bu 166 dakikanın en kötü yanı da finali… Her ne kadar kaçırılmış bir senaryo olsa da, özenli görüntüleriyle aktarılmış görüntüleri büsbütün kıran finali. Böyle bir adamın, böyle bir ölümle perdeden göçmesi nasıl reva görülür anlamak mümkün değil. Benjamin insan gelişiminin tersine, yaşlandığında çocuk oluyor doğal olarak. Öncelikle aşkından vazgeçmesinin altında, kızına baba olamamak korkusu varken, bunu kabullenmiş bir adamın o hallerini iki sahnede geçmek, o anları Daisy’nin hatıralarıyla vermek de son derece kötü. Filmin kaçırdığı en büyük fırsat da bu olur. Benjamin’in doğal yaşamda yaşlılıkta yaşanan bunaklık dönemini, gittikçe gençleşip, sonunda bebeğe dönüşerek noktaladığı zamanda anlatmayı denese mükemmel bir finale imza atmış olur. Daisy’nin bunak bir çocuğa kendini ve hayatını hatırlatmaya çalışmasını bir iki basit sahneyle geçiştirmek, muhtemel etkili finali kaçırmak anlamına geliyor… Bunun yerine berbat bir finalle yan karakterlerinin özelliklerinden bahseden hümanist ama bir o kadar da klişe bir sonsözle kapanması filmin bunca gösterişe, Oscar adaylıklarına uysa da, hatta bunu körüklese de öyküsünün ana hatları ve başkarakteri düşünüldüğünde öyle olmuyor.Sonuçta Fincher’ın sinema macerası aynı şekilde devam ediyor. Bir başyapıt ardından küçük ölçekli vasat bir filmi getiriyor. David Fincher’ın kendine özgü yapısını, anlatımını daha doğrusu ruhunu pek yansıtmadığı, daha çok senaristin Forest Gump formülünü, tarihsel tanıklığı çıkarılmış olarak görüntülemeyi tercih ediyor. Zaman, hayat, gençlik-yaşlılık tezatı, aşkın tanıklığında çıkılan kader konularını teğet geçen “Benjamin Button’un Tuhaf Hikayesi” zorlama senaryosu ile dakikaları geçirip, fazla şişirilmiş bir balon etkisi yaratıyor. Zorlama senaryonun epik öykü çıkarma çabası, uzunluğunda sebebi oluyor. Film aynı Benjamin Button’un her halini oynamak için makyajı kullanması gibi, senaryodaki makyajları kullanıp onca fırsatı tepiyor… Buna rağmen Fincher Oscarı kucaklarsa, belli ki önceki filmlerinin yüzü suyu hürmetine alacak… Belki de en güzeli yönetmenin vasat film hakkını kullanıp, sıranın başyapıta gelmesidir kimbilir…
90’ların başında Madonna’nın ayrıksılıkla aşırı cinsellik arası sınırları zorlayan klipleriyle tanınan, kısa zamanda önemli pop ikonlarının kliplerini çeken, halen klasik sayılan kliplere imza atmış yönetmen David Fincher, şimdi de Oscar yolunda… 90’lar pop müziğini takip edenler Fincher’ın imzasını Madona’nın “Express Yourself", "Vogue”, Michael Jackson’un “Who is it”, George Michael’ın “Freedom” ve Sting’in meşhur “Englishman In New York”u tanıdı ve biliyor zaten… Fincher’ın ilk filmi ise talihsiz başlangıçlardan biriydi. Yetenekli adam gelsin bir film çeksin mantığıyla sinema tarihine kazınmış bir serinin devam filmine “Alien 3” ile imza attı. Ortalama bir film çıkarsa da, bir başyapıta kapı açması yeterliydi. Se7en ile kariyerinin henüz başında imza attığı başyapıtla bıraktığı imza, yarattığı yeni kalıplarla 90’lara damga vurdu. Ardından gelen filmlerde de feyz aldığı ustaları gibi titizliğiyle ön plana çıkan, özellikle de nitelikli görüntü yönetimleriyle, detaylara verdiği önemle aşağı yukarı kendi imzasını yaratması, bu imzayı filmlerine oya gibi işlemesi birçok meslekdaşından daha kısa sürede başarmasıyla günümüzün en önemli yönetmenlerinden biri oldu hiç kuşkusuz. Özellikle Fight Club’la yarattığı etkinin yansımaları halen devam etmekte.
Yönetmenin filmografisi de çalışma stili gibi çok şey anlatıyor. “Alien 3” ile başlayıp “Se7en” ile çıkış yaptıktan hemen sonra, daha küçük bir film olan “Game”i çekmişti. Hemen sonrasında “Fight Club” başyapıtı ve ardından yine küçük ölçekli bir “Panic Room”… 5 yıllık ara sonrasında yine bir başyapıt “Zodiac”… Eh bir başyapıt sonrası Benjamin Button geldi, peki Fincher kuralı bozdu mu, bozmadı mı? Bu kez küçük ölçekli olmadığı kesin… Belli ki, Fincher yarattığı başyapıtların Oscar jürisince hiçe sayılmasına içerlemiş. Bu kez tamamen Oscar filmleri havasında bir film çekerek, hazır jüride birkaç yıldır bağımsız sinemacıları taçlandırıyorken bu rüzgarı arkasına alıp ödüle uzanmayı denemiş… Ama kazın ayağı pek öyle değil…
Benjamin Button, P.T. Anderson’un çok katmanlı filmi “Manolya” gibi, ana öyküden bağımsız hoşluklar sunarak başlatıyor öyküsünü. Bir yanda yaşlı bir kadının ölüm döşeği hezeyanları, diğer yanda ha başladı, ha başlayacak Katrina kasırgası arasında kızına oku dediği günlükle bir hikaye anlatıcımız oluyor… Önce Caroline, sonradan Benjamin’in sesleriyle uzun bir yolculuğun, tuhaf bir yaşam öyküsünü dinleme, izlemeye ve anlamaya başlıyoruz. Bu sırada verilen ilk hoşluk devreye giriyor. Kör bir saatçinin savaşta ölen oğlunun geri gelmesi adına, ama en çokta acılarının sona ermesi umuduyla yaptığı ters işleyen saatin açılışının öyküsü anlatılıyor. Sonrasında ise başkahramanımız Benjamin ile tanışıyoruz. Babasının baktığında korktuğu, hemen bir huzurevinin kapısına bıraktığı, huzurevindeki kadınlardan birinin “Aynı kocama benziyor” diye tanımladığı içi bebek ama dış görünüşü yaşlı adam Benjamin böylece doğmuş oluyor. Yaşam yolculuğu boyunca ölümün yanı başında gezindiği yuvasını da bulmuş oluyor.
Amerikan Edebiyatına “Muhteşem Gatsby” ile silinmeyecek bir imza atan F.Scott Fitzgerald’ın, özgün fikrini “Mark Twain”den alan insan gelişimini tersten yaşasa ne olurdu sorusunu irdelediği kısa öyküsünden hareketle yazılan senaryo, daha ilk andan itibaren aslında söz konusu öykünün sadece fikrini aldığını gösterir şekilde başlıyor ve ilerliyor. Zaten Fitzgerald’ın maddi sorunlarıyla boğuşurken bir dergiye para karşılığı yazdığı bir öykü var ortada. Yazarın özgün hikayesi 1860’larda geçen, babasına kendini kabul ettiren bir adamın öyküsünü anlatıyor. Temeli dışlanmış bir oğlun, akademik kariyeri ile kendisini babasına kabul ettirmesi…
Oysa bu özgün hikayenin nimetlerinden faydalanmaktan, tarihsel dönemin etkilerinden tamamen vazgeçen bir senaryo var elde… “Forest Gump”ın senaristi olarak bildiğimiz Eric Roth biraz fazlaca hesaplı kitaplı bir iş çıkarmış. Hikayesini Forest Gump’ta uyguladığı ana hatlardan inşa etmiş. İkisinde de sıra dışı insanların öyküsünün anlatılması sürpriz değil elbette. En çok da Oscar jürisini etkileyen filmlerin formüllerinden eklemiş. İyi anlatılan ama eksikleri olan, kaçırılmış fırsatlardan oluşan bir öykü var perdede. Sonu pek bir yere varmayan bir aşkı iki saat boyunca izlemek hayli yorucu.
Savaşın bittiği gün doğan Benjamin, 1918’de başlayan öyküsünden ölümüne dek tanık olduğumuz yaşam macerası boyunca ne kadar varsa, o kadar yok. Amerika’nın ırkçılık başta olmak üzer bir çok sorunla boğuştuğu döneme ait tek bir kare, tek bir cümlenin olmadığı film, bu konulara değinmeyi elinin tersiyle itiyor. Serde Forest Gump’a benzeme korkusu tamamen bir karakter üzerine yaratılan öyküyü getiriyor karşımıza. Ki bu öykü de birileri gelip geçse de Benjamin’le karşılaşmalarıyla birlikte aynı zamana kavuşma fırsatını zor yakaladıkları Daisy’nin aşkı ön planda. Ama aşkın dillere destan olduğunu söylemek biraz fazla iyi niyet gerektiriyor. Bundan önce daha büyük aşklar görüp hafızamıza kazımıştık sanki, bu pek yavan kalıyor.
Serde anlatılması gereken, özellikle Fincher’ın “Zodiac”ta irdelediği zaman kavramı olması gerekirken, o bile neredeyse teğet geçiyor. Yaşamı boyunca tuhaf görünümü nedeniyle yalnız kalan bir adamın öyküsü olabilecekken, geçen zamanın Benjamin üzerindeki etkileri anlatılabilecekken, bir iki sahne dışında pek fazla değinilmiyor, aşk hikayesi anlatmak uğruna. Oysa Benjamin, Daisy ile aynaya bakıp “bizi böyle hatırlamak istiyorum” dediği sahnelerin sayısı çoğalsa, saat gibi geriye doğru işleyen bir adamın acılarının azalmayıp, aksine çoğaldığından dem vurulsa o kadar emek boşa gitmeyecek. Onun yerine yaşlı bir kadının aşkına kavuşma öncesi geçmişi hatırlamaları mevcut. Oysa Benjamin’in doğumu en çalkantılı dönem… Popüler deyimle kardeşin kardeşi vurduğu dönem, ırkçılığın kol gezdiği dönemde dahil birçok dönemi kapsayan tarihsel sürecin Benjamin’in hayatını teğet geçmesi hayli tuhaf. Üstelik senaristin bu konudaki yeteneği de ortadayken…
Filmin yan karakterleriyse iyi ki var dedirten cinsten. Yoksa o 166 dakika başka türlü geçmek bilmezdi. En akılda kalan Yıldırım’ın yedi kez çarptığı adam oluyor ki, her seferinde bir örnek verip güldürmeyi başarıyor. Benjamin’in annesi de hayli özgün bir karakter. Benjamin’in dış dünyayı tanımasını ve paranın ne işe yaradığını anlamasını sağlayan kaptan ve gece sohbetleri yaptığı Elizabeth, aileden düğmeci babası Thomas Button ile farklı hikayeler de anlatıp, daha sonra finalde birleştiriyor.
Bir ara Daisy’nin başına gelen kazayı “Koş Lola Koş” ve “Rastlantının Böylesi” filmlerinde kullanılan anlatımı denemesi dışında, klasik anlatımı kullanarak kolaycılığı seçen, günlük okumalarıyla ilerleyen filmden aşka dair unutulmaz kare pek çıkmıyor, çıkamıyor. Biraz zorlama ile ilk tanışmaları denebilir belki. Onca zamana yayılan öykü boyunca Button’un insan ilişkilerinde yaşadığı acılarda genelde teğet geçiliyor, o aşka kurban ediliyor.
Tüm bu 166 dakikanın en kötü yanı da finali… Her ne kadar kaçırılmış bir senaryo olsa da, özenli görüntüleriyle aktarılmış görüntüleri büsbütün kıran finali. Böyle bir adamın, böyle bir ölümle perdeden göçmesi nasıl reva görülür anlamak mümkün değil. Benjamin insan gelişiminin tersine, yaşlandığında çocuk oluyor doğal olarak. Öncelikle aşkından vazgeçmesinin altında, kızına baba olamamak korkusu varken, bunu kabullenmiş bir adamın o hallerini iki sahnede geçmek, o anları Daisy’nin hatıralarıyla vermek de son derece kötü. Filmin kaçırdığı en büyük fırsat da bu olur. Benjamin’in doğal yaşamda yaşlılıkta yaşanan bunaklık dönemini, gittikçe gençleşip, sonunda bebeğe dönüşerek noktaladığı zamanda anlatmayı denese mükemmel bir finale imza atmış olur. Daisy’nin bunak bir çocuğa kendini ve hayatını hatırlatmaya çalışmasını bir iki basit sahneyle geçiştirmek, muhtemel etkili finali kaçırmak anlamına geliyor… Bunun yerine berbat bir finalle yan karakterlerinin özelliklerinden bahseden hümanist ama bir o kadar da klişe bir sonsözle kapanması filmin bunca gösterişe, Oscar adaylıklarına uysa da, hatta bunu körüklese de öyküsünün ana hatları ve başkarakteri düşünüldüğünde öyle olmuyor.Sonuçta Fincher’ın sinema macerası aynı şekilde devam ediyor. Bir başyapıt ardından küçük ölçekli vasat bir filmi getiriyor. David Fincher’ın kendine özgü yapısını, anlatımını daha doğrusu ruhunu pek yansıtmadığı, daha çok senaristin Forest Gump formülünü, tarihsel tanıklığı çıkarılmış olarak görüntülemeyi tercih ediyor. Zaman, hayat, gençlik-yaşlılık tezatı, aşkın tanıklığında çıkılan kader konularını teğet geçen “Benjamin Button’un Tuhaf Hikayesi” zorlama senaryosu ile dakikaları geçirip, fazla şişirilmiş bir balon etkisi yaratıyor. Zorlama senaryonun epik öykü çıkarma çabası, uzunluğunda sebebi oluyor. Film aynı Benjamin Button’un her halini oynamak için makyajı kullanması gibi, senaryodaki makyajları kullanıp onca fırsatı tepiyor… Buna rağmen Fincher Oscarı kucaklarsa, belli ki önceki filmlerinin yüzü suyu hürmetine alacak… Belki de en güzeli yönetmenin vasat film hakkını kullanıp, sıranın başyapıta gelmesidir kimbilir…
Yorum Gönder