♫ ♪♫ ♪•♫♪ 2006'dan bu yana Film, Dizi, Müzik ve Kitaplar üzerine Yazılar Diyarı... ♫ ♪♫ ♪ ♫ ♪♫

Joaquin Phoenix'in 'in hayatı belgesel oluyor!

Cumartesi, Ocak 31, 2009


Bir çok insan Joaquin Phoenix’in sinema oyunculuğunu bırakıp müzik kariyeri yapacağına dair açıklamasını duyunca çok şaşırmıştır. Fakat bu bize Phoenix’in Billboard 100 listelerine girişiminin tuhaf hikayesini izleme fırsatı yaratacak. Hollwood muhabiri, Altın Küre ödüllü oyuncu Casey Affleck’in eski aktörün müzik dünyasına atılımını anlatan bir belgesele yönetmenlik yapacağını açıkladı.
Affleck, Joaquin’in kız kardeşi Summer ile evli; yani eğer Phoenix bir belgesel yapılmasını kabul edecekse, bu filmin kamera arkasından ona yakın birinin olması da mantığa uygun geliyor.
En tuhaf yanı ise; Phoenix’in müzik dünyasına girdiğini duyanların çoğu Phoenix’in Rock ya da Country tarzı müzik yapacağını düşünürken, Joaquin Phoenix rapci olma çabasında. Phoenix oyunculuk tüyolarını yapımcı servislerine dönüştürmüş olacak ki Sean ‘Diddy’ Combs ile albüm yapacak. İlk halka açık gösterisini Ocak ayında Las Vegas’ta bir gece kulübünde yaparak Affleck’e ilk çekim şansını verdi bile...

Heath Ledger yoksa Jack Black var!

Cumartesi, Ocak 31, 2009

Rol seçimleri bazen şok edici olabilir, eğer aynı karakter beyaz perdede bir kereden fazla damgasını vurursa rol seçim ihitimalleri elbette değişik olacaktır. Yani son yıllarda Micheal Keaton, Val Kilmer, George Clooney ve Christian Bale ‘Batman’ olarak karşımıza çıkan isimlerdi. Peki, Heath Ledger yerine Jack Black nasıl olur?

MTV, Tom Wolfe’un ‘The Electiric Kool-Aid Acid Test’ kitabını beyaz perdeye uyarlamaya hazırlanan son günlerin konuşulan yönetmeni Gus Van Sant ile kısa bir söyleşi yaptı. Ünlü yönetmen filmdeki Ken Kesey rolü için aklındaki en uygun seçimin geçen yıl hayatını kaybeden aktör Heath Ledger olduğunu, fakat bunun ne yazık ki artık mümkün olamayacağını itiraf etti. Van Sant, bu yüzden rolü Jack Black’e verme imkânının olduğunu sözlerine ekledi. Ama öncelikle, Van Sant’ın daha önce Milk filminde de birlikte çalıştığı senarist Dustin Lance Black’in ilk taslağı hazırlamasını beklemesi gerekiyor.

Zellweger'in aşka vakti yokmuş!!

Cumartesi, Ocak 31, 2009

Oscarlı güzel oyuncu Renee Zellweger, yoğun oyunculuk ve reklam programları nedeniyle aşka vakit bulamıyor.
39 yaşındaki sinema oyuncusu Renee bir dergiye yaptığı açıklamada: “Ben bekar değilim, meşgulüm. Bu benim hayat standardım oldu artık işerim dolayısıyla sürekli bulunmuyorum. Bir akşam yemeği buluşması ötesinde birisi için yeterince uzun bir süre oturup düşünmeliyim belki...”
“Fakat hayatım boşmuş ya da bir şeyler yapma mecburiyetindeymişim gibi hissetmiyorum. Yürütmem gereken projeler var.” ifadelerini kullandı.
Daha önce oyuncu Jim Carrey ve George Clooney ile birlikte olan güzel yıldız, şarkıcı jack White ile de bir süre çıkmışlardı. 2005 yılında şarkıcı Kenny Chesney ile evlenmiş fakat evlilikleri sadece 4 ay sürmüştü.

Patrick Swayze'dan haberler iyi...

Cumartesi, Ocak 31, 2009
Unutulmaz ‘Hayalet’ filminin yıldızı 56 yaşındaki yetenekli aktör Patrick Swayze, geçtiğimiz günlerde zatürree teşhisi ile hastanede müşahade altına alınmıştı. Ünlü oyuncu “Swayze ölüm döşeğinde” dedikodularına sert bir yanıt verdi: “Henüz değil!”
Oyuncunun sözcüsü Annett Wolf People Magazin’e verdiği demecinde şöyle konuştu: “Patrick Swayze’ın zatürree nedediyle hastanede kısa bir süre yattıktan sonra şuan evinde dinlenmekte olduğunu mutlulukla söylerim.”
Ayrıca pankreas kanseriyle mücadele eden ünlü aktör, direncinin güçlü olduğunu ve sonuna kadar mücadele edeceğini her fırsatta vurguluyor. People Magazin’e yaptığı açıklamada, hala hayatta olduğunu ve bu sürede oyunculukla ilgili planlarına devam edeceğini söyleyen aktörün 52 yaşındaki eşi Lisa ise Patrick ile ilgili akla gelebilecek her şeye; özellikle cesaretine, dayanma gücüne ve hiç eksilmeyen neşesine saygı duyduğunu söyledi.

Bafta'larda geri sayım başladı...

Cumartesi, Ocak 31, 2009




En iyi film:
The Curious Case of Benjamin Button
Frost/Nixon
Milk
The Reader
Slumdog Millionaire

En iyi İngiliz filmi:
Hunger
In Bruges
Mamma Mia!
Man on Wire
Slumdog Millionaire

En iyi yönetmen:
Changeling - Clint Eastwood
The Curious Case of Benjamin Button - David Fincher
Frost/Nixon - Ron Howard
The Reader - Stephen Daldry
Slumdog Millionaire - Danny Boyle

Yabancı dilde en iyi film:
The Baader Meinhof Complex
Gomorrah
I’ve Loved You So Long
Persepolis
Waltz With Bashir

En iyi animasyon filmi:
Persepolis
Wall-E
Waltz With Bashir

En iyi erkek oyuncu:
Frank Langella - Frost/Nixon
Dev Patel - Slumdog Millionaire
Sean Penn - Milk
Brad Pitt - The Curious Case of Benjamin Button
Mickey Rourke - The Wrestler

En iyi kadın oyuncu:
Angelina Jolie - Changeling
Kristin Scott Thomas - I’ve Loved You So Long
Meryl Streep - Doubt
Kate Winslet - The Reader
Kate Winslet - Revolutionary Road

En iyi yardımcı erkek oyuncu:
Robert Downey Jr. - Tropic Thunder
Brendan Gleeson - In Bruges
Philip Seymour Hoffman - Doubt
Heath Ledger - The Dark Knight
Brad Pitt - Burn After Reading

En iyi yardımcı kadın oyuncu:
Amy Adams - Doubt
Penelope Cruz - Vicky Cristina Barcelona
Freida Pinto - Slumdog Millionaire
Tilda Swinton - Burn After Reading
Marisa Tomei - The Wrestler

BAFTA ödüllerini kazananlar 8 Şubat’ta açıklanacak.

Sinemalife’tan tadımlık 2008 seçkisi

Salı, Ocak 06, 2009
Türkiye’nin ilk online sinema dergisi sinemalife.com’un Ocak 2009 sayısı da zenginleşen içeriğiyle yolculuğuna devam ediyor. Bu ay vizyona girecek ve merakla beklenen “Pandora’nın Kutusu” filmini kapağına taşıyan sinemalife.com, ayrıca 2 önemli isime sayfalarında yer verdi. Bağımsız Kadın yönetmenlerimizden Yeşim Ustaoğlu ile Pandora’nın Kutusu’nu açtık. Fatih Dural’ın sorularına Ustaoğlu, derinlikli, samimi cevaplar verdi. Ortaya keyifle okunacak bir söyleşi çıktı. Ayrıca ‘Ayakta Kal’ filminin senaristi Selim Çiprut ile de ülkemizdeki senaristlerin dünyasına giriş yaptık.
Sinemalife.com’da iki önemli söyleşinin yanı sıra, 2008’in dünya ve ülkemiz sinemasının değerlendirmesini de bulabilecek sinemaseverler. Sinemalife, Ocak sayısında James Carrey ve ve Julianne Moore’a ‘zoom’ sayfalarını açıyor. Ayrıca sinema eleştirilerinin de yer aldığı bu sayıda, vizyondakileri, sinema haberlerini, pek yakında beyazperdede gösterilecek filmleri öğrenebileceksiniz. ‘Uçurtma İpi’, ‘To Be Contunied’, ‘Analiz’, ‘Sineretro’, ‘Kayıp Bakışlar Koleksiyoncusu’ köşeleriyle birbirinden farklı yapımlara başka bir gözle bakacaksınız. Meraklılarının beğenerek takip ettiği ‘Kült diye’ köşesinde baba oğul ilişkisinin unutulmaz yapımları arasında gösterilen, ‘Bisiklet Hırsızları’, replik de ise, Tarantino’nun ‘Kill Bill 2’ filmini bulabilecek sinemaseverler. Okuyucusunun yoğun ilgi gösterdiği DVD ödüllü yarışma sayfalarının yanı sıra yeni çıkan DVD’lerin tanıtımının da yer aldığı dergide Blu-Ray tanıtımını da bulmak mümkün.
www.sinemalife.com her ay yenilenen yüzüyle aranızda olmaya devam edecek.

The Passengers : Farkındalık ve seçimler…

Pazar, Ocak 04, 2009


Baba olmanın eşiğindeki Ronnie Christensen’in, ya ölürsem korkusuyla neleri kaçırdığını düşünerek yazmaya başladığı senaryo sonunda pelikülde. Duyulmaya başladığından itibaren Lost ve Fearless karışımı olarak beklenti yaratan, oyuncu kadrosu ile de seçim sebebi olan Yolcular’ın yönetmen koltuğunda ise ısrarla ilk tercih olarak düşünülen Rodrigo García oturuyor. Aynı gün okudukları senaryoyu beğenen üç yapımcının “finaline aşık olduk” diye tanımlayarak giriştikleri Yolcular, yapım ekibinin sık tekrarladığı bir “aşk” filmi temelde. Hem de her şey biter aşk baki kalır türünden. İlk bakışta gerilim filmi hissi uyandıran film, sadece bu yönü ile değil bir de finali ile sürpriz yapıyor izleyicisine. Yönetmen Rodrigo García’nın Boomtown, Sopranos, Carnivale gibi iyi dizilerde yönetmenlik yapmışlığı var. Yolcular’la dördüncü filmini çekmiş olan García, kendini 2000 yapımı bol ödüllü Nine Lives ile kanıtlamıştı. Görüldüğü üzere işine ve senaryoya aşık bir yapım ekibi ile tam bir bütün halinde yola çıkılmış.

Yolcular, direk açılışı ile Lost’u andırarak başlıyor. Daha sonra genç terapist Claire’i tanımaya başlıyoruz. Özel hayatında kimseyle iletişim kurmayan, her daim ihtiyatlı olan Claire kazadan kurtulanlara grup seansı yapmak üzere görevlendiriliyor. Claire’in tam zıttı olarak kafasına estiği gibi yaşayan Eric, bu grup seansı teklifine karşı çıkıyor, böylece aşk konusunda ilk düğüm de atılmış oluyor. Claire’in, Eric’in evinde terapi yapmak üzere anlaşması da her şeyin ilk adımı…

Eric’le yakınlaşma, beğenip beğenmeme kararsızlığı arasında, hastalarıyla bile sağlıklı iletişim kuramayan Claire’e uzak durduğu komşusu bile öğütler veriyor. Kaçan fırsatlarını düşünüp üzüldüğünü anlattıktan sonra verdiği öğüt de filmin ana mesajı aslında. “Kanatlarını aç…” Zaten film temelde romantik gerilim gibi gözükse de sürekli her şeyin farkında olmak ve fırsatları yakalamak üzerine vurgu yapıyor…

Eric’in evindeki teknolojik cihazlardan sonra, yalnızlaştığını hissetmesi, bundan sonrası için sadece yapmak istediklerini özgürce yapabileceği adımlar atması örneğin resim yapmaya başlaması psikolojik yapıyı hazır ediyor. Seansa katılan, fark edilir korkaklığının yarattığı utançla yıkılan, otuzlu yaşlarındaki Dean; güzel ve gençliğin verdiği cüretkârlıkla dolu, yirmili yaşlardaki Shannon; ellili yaşlarını süren, yaygaracı ve sinirli Norman ve Norman’dan on yaş genç, konuşmakta da kat kat çekingen davranan Janice ile işler iyice derinleşiyor. Birde grup seansını dışarıdan birinin fark edilmesi, Claire’in havayolları şirketinden Arkin ile görüşmesinden çıkarılacak gerçeği saklıyorlar yargısı ile film tam bir komplo filmine dönüyor.


Komplo bağı hazır kurulmuşken, Eric Claire aşkının başlamasıyla birden film kurduğu yapıyı tamamen unutarak, doğaüstü olaylara girişmeye çalışıyor. Ve ordan itibaren de hızla irtifa kaybediyor.
Birdy’nin final sahnesinin kopyası ile başlayan Claire’le Eric’in doğaüstü olaylarla karşılaşma ihtimalleri gibi sorularla tamamen yön değiştiren film haddini aşarak Lost, Diğerleri (The Others) ve 6.His’le aynı kulvarda yüzmeye çalışıyor. Bu çabada senaryodaki gedikleri, hataları beraberinde getiriyor. Üstelik bazıları çok belirgin hatalar oluyor.

Eric kısaca tanıtılıp, aşka ağırlık verilince hikayeyi ve özellikle de finali daha da kuvvetlendirecek bağlar da kurulamıyor. Claire’in kız kardeşi ile aralarının kötü olması ilk sahneden itibaren işleniyor ama ayrıntıya girilmiyor, kapanış sahnesindeki duygusuzluğu uyandırıyor. Tek başına işlenip, komplo ve benzeri yanlış yönlere dağılmasa daha etkili olabilecek final bu sayede bir parça güme gidiyor ve tatmin etmiyor.

“Dev bir yumruk yemiş gibi oluyorsunuz,” diyor yapımcı Matthew Rhodes, “ve aniden bunun hayal ettiğinizden çok daha büyük bir aşk öyküsü olduğunu anlıyorsunuz. Başlangıçta sizi koltuğunuza mıhlayacak bir gerilim filmi izliyor ve tahminler yürütüyorsunuz ve sonunda geriye dönüp baktığınızda ‘çok güzel bir aşk hikâyesi izledim’ diyorsunuz. Bu filme aşık olmamızın ve onu çekmemizin nedeni de bu.” dese de bu sözler seyirciye geçmiyor, geçemiyor… Yolcular, beklentileri karşılamasa da, tempolu ilerleyip sıkmaması sayesinde sürpriz finaliyle yumruk atacak seyircisini bekliyor…

Mutant Chronicles – Mutant Günlükleri

Pazar, Ocak 04, 2009

Eni sonu bir kitap!
Bilgisayar oyunlarının beyazperde uyarlamaları dolu dizgin devam ediyor. Bu serinin son halkası, gotik ülkeden RPG oyunu Mutant Günlükleri. İskandinav pasaportlu oyunun filmi de doğduğu topraklara hayli uyumlu, bolca karanlık bir gelecekte geçiyor…
Yönetmen koltuğunda henüz ikinci filmini çekmiş Simon Hunter’ın oturduğu Mutant Günlükleri’nin senaryosunda ise Paul W.S. Anderson’un bilimkurgusu “Ufuk Faciası”ndan sonra ortadan kaybolan Philip Eisner’ın imzası bulunuyor. 1997 tarihli 11 dakikalık kısa korku filmi “Wired” ile kariyerine başlayan Hunter, ilk uzun metrajını 2000 yılında senaryosunu da yazdığı “Lighthouse”a çekerken de korku türüne örnek vermiş ve korku severlerin ilgisi ve ödüllerle karşılanmıştı. Temelde beğenilen bir oyuna ek olarak bu iki isim ve iyi bir oyuncu kadrosuna sahip bir künyeyle ilk başta hayli ilgi çekici gözüküyor…
Mutant Günlükleri kısa bir özetle, her şeyi anlatarak başlıyor. Dış dünya’dan uzay gelen bir makine buz devrinin sonunda ortaya çıkmış, tek amacı da insanoğlunu mutanta çevirmekmiş. Neachdainn adındaki bir savaşçı insanları birlik olmaya çağırmış, bu sayede makine yeraltına mühürlenmiş. Doğu Avrupa’nın uzak dağlarında Neachdainn soyundan gelen Kardeşler birliği hala makinenin hayatta olduğundan bahsediyor. Bu konudaki kitaba yani günlüğe de bir koruyucusu eşliğinde gözleri gibi bakıyorlar…
Yıl 2707… Dünya 4 birlik tarafından yönetilmekte… Mishima doğuyu, Bauhaus ve Imperial Avrupa ve Afrika’yı, Capitol’de batıyı yönetiyor. Dünyada kalan son kaynaklar için savaşıyorlar. Avrupa'nın terkedilmiş diyarında Bauhaus Birliği, Capitol hatlarına yeni bir saldırı düzenlemek için hazırlık yapıyor… Tamda bu sırada sıkı bir savaş filmi gibi başlıyor Mutant Günlükleri… Yağmur altında, karanlıkta, hareketli kamera açıları ile efektleri de çok iyi kullanarak iyi bir atmosferle gelen açılış, bombaların sonrasında savaşın ortasında açılan bir kapak ile tanıştırıyor bizi. Hayli etkili sahneler ardı ardına geliyor. Makinenin canlanıyor ve mutantlar insanoğlunu bir kez daha mutanta çevirmeye başlıyor…
Bundan sonrası makinenin yok edilme, dünyanın da kurtarılması esasına dayanıyor. Mutantlar denince akla gelen zombie benzeri dönüşüm yaşayan yaratıklar olsa da, öyle bir dönüşüm yok. Sadece elleri bıçak oluyor ve avladıklarını makineye sürüklüyorlar o kadar.
Daha en başından hikayenin yolu açılırken, klişeler bolca kullanılmaya başlanıyor. Askerlerin künyelerini biriktirme, her ortamda pervasızca sigara yakma gibi dramatik planlara, kötü repliklerde eklenince filmin tercihi de ortaya çıkıyor. Klişeleri kullanmak ve onları tersyüz etmek… Sadece durumdan faydalanma yoluna gidiliyor.
Daha yarım saat dolmadan, tüm olayların tekrar kısaca özet olarak gösterilmesi hayli gereksiz ve seyirciye hakaret… Klişeler kardeşler birliğindeki Samuel’in inanç ile her şeyi kurtaralım çağrısıyla başlıyor. Kardeş Samuel, saldırı karşısında gemilerle kaçmakta olan insanoğluna sesleniyor… İnanarak bu savaşı kazanabiliriz… Kısa rolde gözüken John Malkovich’in canlandırdığı yönetici Constantine de doğal olarak soruyor. Koca bir ordunun yapamadığını nasıl yapacağız?... Emrine asker isteyen Samuel’e imkan sağlanıyor. Bu arada ilk klişe de kullanılıp atılıyor… Yönetici gemilerle kurtulmak yerine, kalmayı seçiyor…


Kardeşlik binasında, koruyucusu ile saklanan kitap yerinden çıkarılıyor. Birlik toparlanıyor. Birbirlerine karşı savaşanlar, artık aynı cephede yer alıyor böylece. “Mutant Günlükleri” elde Samuel, inancın zaferini anlatıyor ama, ekipte inanmayan biri var… Tüm klişelerin doruk noktası ise Matrix’teki Neo beklentisi, bir kehanette yer alan beklenen kurtarıcı rolü beklentisi olarak görünüyor. Samuel bu kurtarıcının kendisi olduğuna inanıyor o ayrı…
Herkesi birleştirecek kurtarıcı inancı derken, kitap da sorgulanmaya başlıyor nihayetinde… Samuel de eninde sonunda bunun bir kitap olduğu gerçeği ile yüzleşiyor. Kitabın koruyucusu Severian’ın erkek çoğunluklu birliğe saçlarını kestirerek katılması ile saçmalıklar silsilesi ise senaryonun eksiklerine start veriyor… Birliğin makineye ulaşmak için, kitaptaki harita yardımıyla başladığı yolculuk ise, aksiyonu ne kadar bol olsa da tamamen saçmalıklar ve hatalar zincirinden ibaret.
Yerin altına inilmesi gerekiyor ama öyle tuhaf bir mekan kullanımı ve ona eşlik eden kamera açılarıyla yaratılmış (ya da yaratılamamış) kurgu var ki evlere şenlik. İnandırıcılıktan uzak mekan geçişleri ile başlayan yolculuğun en olumlu ya da göze hoş gelen tarafı, dünyayı terk edip uzaya kaçan insanoğlunun hala buhar gücünden faydalanması… Jules Verne romanlarından çıkmış gibi duran gemilerin kullanılması ayrı bir hoşluk olmuş. Ortaya çıkan gelecek tasviri ateşli silahların kullanıldığı, beklenenin tersine ileri teknolojinin kullanılmaması da ayrıca dikkat çekici.
Yolculuk sırasında Hunter’ın beklenen kişi olmasını kuvvetlendirecek müdahaleleri sonrası, yaralı arkadaşının el bombası isteğinin hemen ardından sigara yakacak rahatlıkta olması da ana karakterin klişe dışı hareketlerinden.
Madem insanoğlu yok edebilecekti makineyi, neden yok etmeyip kilitledi… Üstelik yok etmeyi sağlayacak düzeneği ve kitabı muhafaza edip korurken… Diğer bir nokta da madem Mutantlar silahla ölmüyorlar, kılıçla ölüyorlar o zaman neden herkes silahına davranıyor sürekli… Bu ve bunun gibi birçok soruya yanıtın bulunamadığı mantık hatalarıyla dolu film, sonunda erkek egemen birliğin kadın çoğunluğuyla makineye ulaşması, inananın ilk başta kaybeden olduğu finalle noktalanıyor…
Sıkıcı bir tempoya sahip olmayan Mutant Günlükleri, sıkı bir savaş sahnesiyle açıldıktan sonra, gerek mantık hataları, gerek mekan ve kurgu hatalarıyla sürekli yolculukta olduğu gibi dibe inerek, tüm beklentilerin altında kalıyor…

Davetsiz Gelen 2 - No Man’s Land: The Rise Of Reeker

Pazar, Ocak 04, 2009
Herşey son 10 dakika için!
1994 - 98 arasına 8 film sığdırsa da, çektiği düşük bütçeli filmler ile istediği çıkışı yakalayamayan Dave Payne, 2001’deki tuhaf dans revü filmi Just Can't Get Enough ile şaşırtmış, arkasından 4 yıllık bir dinlenme dönemine girmişti. 2005’te “Reeker” ile çıkageldi. Sürpriz finali, ölmeden önceki film şeridi flashback’i ile fark yaratan, birçok korku filmi hayranının geç keşfettiği film, öyküsünü kullanma becerisi ve zeki senaryosu ile türün farklı örnekleri arasına yerleşti. Düşük bütçeli korku filmleri arasında da kendine hatırı sayılır bir yer edindi.

Uzak ve ıssız bir otoyol açıklanamaz bir şekilde kapandığında, beş öğrencinin kendilerini çölün ortasında buluvermesi ile başlayan ilk film, otelde geçiyordu. Hem otel atmosferini hem de teen slasher formüllerini kullanan hayli sıkıcı olsa da, bir hayli etkili finale sahipti. Tasvir edilen katil tarafından sıkıştırılan ve avlanan gençlere aslında ne olduğunu görmekse hayli şaşırtıcı bir süprizdi. Payne bu kez 3 sene ara verdikten sonra, ikinci filmle dönüyor. Yine kendi senaryosu ile…

Davetsiz Gelen 2, ilk filmde olduğu gibi yine çölün ortasında açılıyor. Ama bu kez 1978’e gidiyoruz… Ölüm Vadisi’nde cinayetler işleyen bir seri katil’den haberdar olduktan, birkaç dakika sonra kim olduğunu öğrenmiş oluyoruz. Bu sırada Payne, yarattığı karaktere tıpkı Elm Sokağı başta olmak üzere seri korku filmlerinin devamlarında olduğu gibi bir geçmiş yaratıyor. Sesler duyan bir adamın, şerif yardımcısından kurtulduktan hemen sonra teslim olması ve “burada işimin bittiğini söylediler” açıklaması sonrası gelen idam sahnesi ile şerifliğe yükselen McAllister ile de tanışmış oluyoruz.

Günümüze geçişte, yine aynı mekan da gerçekleşiyor. İlk filmden birçok hatırlatmanın kullanılacağını anladıktan hemen sonra, üç soyguncu firari ile tesadüfi karşılaşma sonucu şerif ve yardımcısının çatışmaları, olayların benzinlikte geçmesi sonucu gelen patlama ile film bildik sulara akmış oluyor.


Bu kez daha klişe bir topluluk var… Araları açık ve aynı meslekten bir baba – oğul, üç soyguncu, bir doktor, bir de eski sevgili… Aralarındaki tüm klişe olay örgüsü, aynen beklendiği gibi gelişiyor. Patlama sonrasında herkes kayboluyor ve sadece 7 kişi olduklarını anlıyorlar. Tıpkı ilk filmdeki çıkış yolları aramaya soyunuyorlar. İşte tam bu sırada tuhaflıklar devreye giriyor. Nerden ve nasıl olduğu belli olmayan bir görünmez duvar beliriveriyor…

Hayatta kalanların seçilmiş kombinasyonu, artık aynı safta yer alıyor ve geceyi sağsalim geçirmek üzere her şeylerini ortaya koyuyor. Sonrasında da ilk filmden hatırlanacağı gibi ruh koleksiyoncusu pis kokusu ile avlanmaya geliyor…

İlk filmde dikkat çeken flashback sahneleri yine var ama, bu kez daha az kullanılarak etkisiz hale geliyor. Birde üstüne fazla zekice olmayan, aynı çerçevede dönen mekan kullanımı, tuhaf şekilde oluşturulan ve anlamsız görünen görünmez duvar filmin en önemli sorunu olan temposuzluk ile birleşince iyice sıkıcı ve sıradan hale geliyor… En basiti bu film beyazperdeden çok, beyazcamı hak ediyor…

Elbette ilk filmdeki gibi sürpriz finalini yapıyor ama bu kez daha fazla belli ediyor. Aynı şeyi ikinci kez izlemiş olmanın verdiği tatminsizlik, aynı formülün uygulanması sonucu iyice artıyor. Aynı formülü kullanan Payne, sadece finali için ürettiği formüle giden denklemle uğraşıyor. Araları doldurmayınca, haliyle tadı tuzu kalmıyor. Birde üstüne devam filmi için bırakılan açık kapı niteliğindeki ekstra final ekleniyor…

İlk filme göre daha ağır tempolu, olay örgüsü gereğinden fazla görünen Davetsiz Gelen 2, ilk filmi izlemiş olanların sabrını zorlarken, izlememiş olanların ise ortasında sıkılıp bırakacağı türden….


Transporter 3 / Taşıyıcı 3

Perşembe, Ocak 01, 2009
Yeni dünya ekonomisi ve kurallar!
Yönetmenlik kariyerinin yedinci filmi olan 1997 tarihli “The fifth element” ile hayal ettiği filmi çektiğini söyleyerek, kendini Fransa sinemasının popcorn film piyasasına adayan Luc Besson, taşıyıcı serisine kaldığı yerden devam ediyor. Yaygın Fransız filmleri sıkıcıdır yargısını kırmak üzere, 1998’de “Taxi” serisi ile başlayan, farklı türlerde devam eden yeni Fransız popcornları artık seri haline geldi ve başarısını kanıtlamış durumda. Hollywood popcornlarına karşı yapılan mücadelenin bir diğer başarısı da “Taxi” filminin bizzat Hollywood’a transferi. Besson temelde son derece basit fikirlerden çıkan her filmi halen ilgi görmeye devam ediyor. İlk dönemde yaratılan hikayeler varlıklarını halen sürdürmekte. Jet li başrollü karate filmleri, arabaların ön planda olduğu süratli öyküler, gençlerin banliyölerdeki zıplama öyküleri ile geniş alana yayılan bu yeni popcorn sineması, her yıl örneklerini çoğaltacak gibi.
Arabasıyla özel kargo taşımacılığı yapan katı kuralları olan bir adamın maceralarıyla tanışmamız 2002 yılına dayanıyor. Temelde çok basit olan bu öykü, fazla ayrıntılara boğulmadan kolayca seyirciyi yakalamayı başarmıştı. 80’li yılların başarılı seri filmi “Karate Kid”in yaratıcısı olarak tanınan Robert Mark Kamen’in yarattığı Frank Martin, donuk bakışlı, neredeyse tek ifade veren yüze sahip Jason Statham’ın oyunculuğu ile sevilip, özdeşleşmiş, oyuncunun da aksiyon yıldızları ligine çıkmasını sağlamıştı. B türü karate filmlerinin yönetmeni Corey Yuen’in yönetmenliğinde atılan sağlam başlangıç, 3 sene sonra tüm ekibi tekrar arabanın başına toplamıştı.
İlkine göre daha vasat olan Taşıyıcı 2, her aksiyon devam filmi gibi, işe biraz ara verip sakinlik dönemine denk gelen günlerle açılıp, klasik şekilde sen busun kurtulamazsın kuralına yenik düşmüştü. Hayli abartılı sahnelerle bezeli filmin ilkine göre daha iyi oyuncu kadrosuna sahip olmasına rağmen beklenen heyecanı vermemesinde filmdeki “hadi canım” naraları attıran inanmaması zor abartılı sahnelerin payı büyüktü.
Taşıyıcı 3, seriyi ileriye taşımak için geliyor bir anlamda. Temelde bazı değişiklikler yaratmak isteyerek üstelik. En basiti ilk iki filmde Martin’in en büyük prensibi olan üç kural filmde sık sık tartışılır hale geliyor…
Kural 1: Anlaşmayı asla değiştirme.
Kural 2: İsim yok – Frank kimin için çalıştığını ya da ne taşıdığını asla bilmek istemez.
Kural 3: Asla paketin içine bakma.
Kendi ağzından “kim takar kuralları” cümlesi geldi gelecek derken, bolca sorgulama yaşanıyor… Ki bu sorgulamaya onu tanıyan herkes de katılınca, Martin aşka hazır hale gelmiş oluyor bir bakıma…



Bu kez çevre sorununu, yeni dünya ekonomisinin yarattığı yeni dünya’ya değinerek açılıyor Taşıyıcı. Hayli eğlenceli balık tutma sahnesiyle, filmin temeldeki diğer başrol oyuncusu Tarconi ile aralarındaki bağı göstererek açılıyor film. Daha sonra ne anlama geldiğini anlayacağımız gemilerle aynı sularda yüzen ikili, doğacak sorunu karada çözüyor elbette.
Ukrayna Çevre Koruma Ajansı Başkanı Leonid’in kaçırılan kızı Valentina’yı taşımakla zoraki görevlendirilen Martin, aslında evinde tv izleyip keyif yapıyor ilk başta. Kendisine önerilen işi kabul etmek yerine, arkadaşını önermiş. O da görevde başarısız olunca soluğu duvarları yıkarak Martin’in salonunda alıyor. Arabadan ayrıldığında gerilimin tek dayanak noktası da ortaya çıkıyor: Bileklik. 3 kademeli olarak, arabadan uzaklaşanı patlatacak bomba olarak kurulan düzenek, Valentina’nın hapisanesinin araba olduğunu gösteriyor. Oysa Martin için sorun yok… Kötü adam rolünde Prison Break dizisinden tanıdığımız psikopat T-Bag’in olması da gayet güzel bir sürpriz. Johnson bileklerine geçirdiği bomba ile Martin’i arka bagaja koyduğu paketi götürmeye zorluyor. Valentina ise yanında yol arkadaşı olarak tanıtılıyor.
Beklenen her şey bolca oluyor, Martin sürüyor, birileri kovalıyor… Başına buyruk yeni kararlar alıyor, bolca adam dövüyor. Beklenmeyen şey ise Frank Martin’in aşık olması. Tamamen duygusuz görünen bu sert bakışlı adamın aşık olduğuna inanmak zor. Hele söz konusu yakınlaşmanın yaşandığı sahnelerse son derece sıradan… Zaten ilk anda Valentina’nın “yoksa sen eşcinsel misin?” her şeyi özetliyor. Apar topar cinsiyetini belli eden Martin aşık da oluveriyor. Ama Stathman’ın de etkisi ile inandırıcılıktan uzak aşk sahneleri çıkıyor ortaya.
Valentina’yı oynayan Natalya Rudakova, Luc Besson’un oyuncu keşfetme fantezisinin bir ürünü olarak ilk filminde oyuncu etiketine bürünmüş. Her şey tamamda bu kadar çilli bir yüze sahip kızın beyazperde de güzel görüneceğini nerden çıkarmış Besson bunun cevabını bulmak hayli zor.
İlk filmin yönetmeni Corey Yuen, dövüş sahnelerinin koreografilerini yönetiyor üçüncü kez. Yönetmen koltuğunda ise Olivier Megaton oturuyor. Megaton, filmdeki aksiyonu ve adrenalini yükseltme adına kendince serinin sorgulamasını yaparak eksikleri giderme yöntemini benimsemiş. “Anlatım yapılandırması açısından John McTiernan’ın yapıtına eğilim gösteriyor olsa da, bu serinin “James Bond” ile “Die Hard” arasında bir yerlerde olduğunu düşünüyorum. Yakışıklı baş karakterin mizah ile ciddiyet arasındaki ince çizgide yürüdüğünü; düzenli olarak kendisini zora sokacak durumların içine çekildiğini görürüz. Ayrıca elimizdeki verilere göre, bir Fransız şirketinin, izleyicinin giderek daha çok bağlandığı bir karaktere dayalı seri yapacak konuma geldiğini göstermeyi başardık.” Diyerek durumu özetleyen Megaton, filmi çekerken Tony Scott’un Man on Fire’a yaklaşmayı denemiş. Öyle ki bazı sahnelerde ne gösterilmek isteniyor, neyi izliyoruz belli olmuyor. Sürekli kısa kesiklerle adeta slayt gösterisi şeklinde ilerleyen filmin en büyük handikapı da dövüş sahnelerinde ortaya çıkıyor daha çok. Hangi yumruğun kime atıldığını, kimin kime vurduğunu göremeyince hızlı bir şeyler olduğunu görmek dışında tat vermeyen görüntüler geçidine dönüyor sahneler.
Farnk Martin’in garajdaki dövüş sahnesi ise hayli yaratıcı. Üzerindeki kıyafetleri çıkararak dövüşte kullanması, filmin akılda kalıcı anlarından… Son gelen iri adamla arasındaki diyaloglarda sahneyi tamamlıyor.Hızlı araba sürüşü konusunda, bekleneni fazlasıyla yerine getiren taşıyıcı 3, birde eski karate filmlerinin havasını bonus olarak sunuyor izleyicisine. Sık sık bire karşı çok dövüşen Martin, çevre sorunlarını da çözüp, dünyayı kurtarıyor nihayetinde. Neredeyse kadınsız geçen taşıma işleri sonunda ödülü ise çilli bir Ukraynalıyla aşkı tatmak oluyor…

 
Designed by OddThemes & Distributed by Free Blogger Template