Günümüzün genç kuşağı, bulundukları dönemin hızından şikayetle her şeyin hissizleştiğine inanarak ve bir çok şeyi daha doğar doğmaz kaçırdıklarını düşünerek kafada bazı şeyleri kaybettiklerini düşünüyorlar. Aşk, ilişkiler, arkadaşlıklar, moda başta olmak üzere eskiden daha iyiymiş cümlesini kuruyorlar bilmeden. Bu kaybetmişlik duygusu bir tür zaaf gibi esasen… Kaybetmek üzere olan herkes ya da her şey direkt olarak ilgilerini çekiyor. Kendince isyanı da kaybedenin yanında olarak gerçekleştiriyorlar. Sıradan olanın mucizeler yaratabileceği inancı da her daim ceplerinde hazır gibi. Yok canım, nerden çıkarıyorsun bunu diyebilirsiniz elbette. İki dakika düşünün, beğendikleri filmleri ve kitapları aklınıza getirin. Bu konudaki beğenileri ve tüketimleri tam da bahsettiğim şeye denk düşüyor. “Aynı Yıldızın Altında” örneğin… Bir kanser hastası ile yaşanan aşk. Öleceğini bile bile birlikte geçirilen zamanın kıymeti… Böyle mesajlarla dolu roman ve filmleri seviyorlar. Haliyle ölümün döşeğinde olan bir karakter merkezli aşk ilgi çekiyor. Bu ilgi de peş peşe örneklerin karşımıza gelmesini sağlıyor. 2019 yapımı Amerikan işi “Five Feet Apart” kendisini garantiye alarak iki ölümcül hasta arasında imkansız aşkı filizlendirerek gençlere “çıkarın mendilleri” diyor…
Roman uyarlaması gibi görünen “Five Feet Apart”ın senaryosu, bundan sonra adını daha çok sık duyacağımız bir ikiliye ait. Mikki Daughtry ve Tobias Iaconis, yıla iki film birden sığdırarak ilk çıkışlarında vizyon görme şansını yakalamış. “The Curse of La Llorona” da bu yıla sığdırdıkları diğer senaryoları. Haklarında çok şey bilmesek de ilk adımlarında imza attıkları senaryolar, en azından iyi bir sinema izleyicisi olduklarını gösteriyor. Dönemin ilgi çeken konularını biliyorlar ve türün gereklerine göre formüle ediyorlar. Biri mistik/korku/gerilim, biri romantik/dram iki film de dünyayı yeniden keşfetmiyor. Bildik bir formülü işliyor ve kendini izletiyor. En azından vasatı aşabildiklerini gösteriyorlar ki bu da ilerleyen dönemde adlarını daha sık duyacağımızın göstergesi. Yönetmen koltuğundaysa dizi dünyasından bir aktör ilk sınavı için oturuyor. Kariyerine meşhur “Yalan Rüzgarı” dizisiyle başlayan Justin Baldoni’yi bir çok diziden hatırlıyoruz. Son olarak “Jane the Virgin”in Rafael’i olarak biliyoruz. Kısa dökümanterler ve dizilerle ısınma turları atan Baldoni, ilk uzun metrajı için makul bir seçim yapmış. Bu seçimindeki şansını oyuncu kadrosunda da devam ettirmiş. Kadro da tv dizilerinden aşina olduğumuz isimlerden kurulu. “Ravenswood” ve “Recovery Road” dizileriyle dikkat çeken ve artık genç yıldızlıktan ciddiye alınan star mertebesine çıkmak isteyen Haley Lu Richardson ve “The Suite Life of Zack & Cody”nin Cody’si olarak tanındıktan sonra “Riverdale” ile popülerliğe terfi eden, Richardson ile aynı amaca sahip Cole Sprouse kadronun başını çeken ve iyi eşleşmiş isimler. Moises Arias, Kimberly Hebert Gregory, Parminder Nagra, Claire Forlani ve Emily Baldoni de ikiliye eşlik ediyor.
“Five Feet Apart”, iki hasta gencin yollarının hastanede kesişmesinin öyküsü. Öncelikle Stella ile tanıştırıyor bizi. Dokunmanın, tensel temasın ne kadar önemli olduğunun altını çizen cümlelerle açılıyor. 17 yaşında şen şakrak ve umut dolu bir kız Stella Grant. Kistik fibrozis hastası olarak hayatını hastanede geçiriyor. Hastalığının getirdiği yaşam rutinine ve sınırlamalara bağlı… Her şeyini planlamayı ve kontrolünde olmasını seviyor. Sosyal medyayı da etkili kullanıyor ve videolar çekerek hem hastalığa dikkat çekiyor hem de süreç hakkında bilgilendirerek yalnızlığını gideriyor. Bir gün organ nakli olacağı umuduyla geçen yaşamını hastaneye gelen yeni bir hasta değiştiriyor. Kendisiyle aynı hastalıktan muzdarip ama onun tam zıttı olarak yaşama ümidini yitirip ölümü kabullenmiş, tedaviyi de umursamayan Will Newman. Stella’nın tedaviye gösterdiği direnci kırmak üzere Will’e yardım etme teklifinde bulunmasıyla olaylar gelişir… Ne kadar yakınlaşırlarsa yakınlaşsınlar önlerinde net bir engel vardır. Aralarına mesafe koymaları, asla temas etmemeleri gerekmektedir. Zira sonuçları net ve ölümcüldür.
Yeri gelmişken hastalıkla ilgili birkaç cümle sarf etmek farz… Kistik Fibrozis bir solunum yolları hastalığı. “Hastalardaki genetik bozukluk, hücre zarındaki su ve tuz geçişini etkileyerek solunum yolları, pankreas, mide barsak sistemi ve ter bezleri başta olmak üzere vücudun tüm salgı sistemlerini etkiler. Vücutta salgılanan sıvı içeriğinin değişmesi, akciğerlere dirençli enfeksiyon ajanlarının kolayca yerleşmesine neden olur. Bu da müzmin bir iltihaba ve akciğerlerin uzun dönemde haraplanmasına yol açar.” tarifiyle bilinmekte. Son dönemde çeşitli dizi ve filmlerde solunum cihazı ve oksijen tüpüyle dolanan karakterler ile aşina olduğumuz bir hastalık.
Büyükler için oldukça klişe bir konu esasen. “Love Story”den bu yana aşk ile ölümü bir arada görmekten bıktık bile. Lakin dönemin gençleri için ilgi çekici. Ölümün sınırında iki gencin birbirlerine dokunamadan, öpüşemeden yaşayacaklarını kabul ettikleri bir aşk var serde. Hastalığa dair bilgileri hızlıca veren film, ilk karşılaşmayı da çok geciktirmiyor. Hastane görevlilerinin sıkı uyarıları sayesinde her şeyin imkansız aşka doğru ilerlediğini görüyoruz. Bu ilerleyişte doğru seçimler mevcut. Aileleri işin içine karıştırmıyor, hastaneyi gezdirmeye tur attırmaya kalkmıyor. İki yan öykü ile daha da sarıp sarmalıyor izleyicisini. Poe gibi katalizör bir yan karakter ile tempoyu da ayarlıyor gerektiği yerde. İkinci yan öyküde Stella’nın kardeşi Abby. İkisini de doğru kullanarak devreye sokuyor. Poe’nun ve Abby’nin akıbetleri de çok mantıklı ve zamanı doğru seçimler ama istenen etkiyi yapamıyorlar. Zira nedense senaristler her şeyi anladığımızdan emin olmamış gibi tekrar tekrar anlatmayı tercih etmiş. Olay örgüsünün ne olduğunu daha filmi yarılamadan anlıyoruz ama bunun farkında değilmiş gibi uzatıyor da uzatıyor Daughtry ve Iaconis. İlk yarım saatte ne kadar sağlam bir temel oluşurduklarının farkında değiller belli ki. Gereksiz sahneler ve uzatmalar yüzünden etkili olması gereken sahneler, romantizmin ve filmin de doruk noktaları elden kayıp gidiyor. Baldoni’nin oyunculardan iyi performans alması sayesinde tamamen dağılmayan film, finaline de aynı gereksizlikler uzata uzata gidiyor. Oysa gereken her şey var. Dokunmadan sevişme, dokunma mesafesine isyan, güzel jestler, hoş detaylar, iyi bir saklambaç oyunu… Rahatlıkla 90 dakikada anlatılabilecek konuyu 116 dakikada anlatmak beceri değil. Şarkılar eşliğinde slow motion ile yapılan denemeler eziyetlerin başında geliyor örneğin. Yine de müzik seçimlerinin çok iyi olduğunu belirtmeli.
Amerika’da 15 Mart’ta vizyona giren 7 milyon dolar bütçeli film ilk üç günde topladığı 13 milyon dolar ile yapımcıların yüzünü güldürmüş durumda. 30 Mayıs itibariyle 45 milyon dolarlık gişe rakamını daha da arttıracağına şüphe yok. Bizdeki yansımasıysa hayli ilginç. 3 Mayıs’ta vizyona gireceği anons edilmişken üç hafta sonra ertelenmenin ardından belirsizliğe sürgün yedi. Türkçe ismi de belirsiz olunca dağıtımcının tamamen vazgeçip geçmediğini tahmin etmek zor. İlerleyen günlerde göreceğiz.
İki ölümcül hastanın aşkında beklenen romantizmi oluşturmasına rağmen gevezeliği yüzünden keyfini çıkarttırmayan “Five Feet Apart”, Stella kadar Will’e ağırlık vermeyince dengesi sarsılan ve etkisini kaybeden bir film olarak iki saatlik zaman kaybına dönüşüyor. Geriye kalan tek şey Stella’nın filmin açılışında söylediği dokunaklı sözler oluyor: “Dokunuş. İlk iletişim yöntemimiz. Güven, korkusuzluk, huzur... Hepsi nazikçe okşayan bir parmağın ucunda veya dudağın yanağa değişinde... Mutluyken bizi bağlar. Korktuğumuzda destekler. Arzuladığımız ve aşık olduğumuzda bizi heyecanlandırır. Nefes almak için havaya ne kadar ihtiyaç duyuyorsak sevdiğimizin dokunuşuna da ihtiyaç duyarız. Ama dokunmanın önemini hiç anlayamamıştım. Onun dokunuşunun. Sahip olamayana kadar.”
Çok güzel anlatmışsınız, teşekkürler..
YanıtlaSil