Birkaç hafta sonra geride bırakacağımız 2015 senesinde özellikle ana akım sinemada yıl içinde ciddi anlamda heyecan yaratacak bir gelişme olmadığını söylemek mümkün. Son olarak Ridley Scott'un, politik jargonla ifade etmek gerekirse "NASA ile tam bir iş birliği içerisinde!" kotardığı "The Martian", yüksek teknolojinin hakim olduğu "uzay serüvenlerine" aşina olmaya başladığımızdan olsa gerek, beğenilmekle birlikte büyük bir sansasyon yaratamamıştı. Bu hafta salonlarımıza gelen, Steven Spielberg'ün, daha önce "Saving Private Ryan" başta olmak üzere dişe dokunur birlikteliklere imza attığı Tom Hanks'i baş role yerleştirdiği "Bridge of Spies", biraz da bu birliktelik sebebiyle haftanın dikkat çekenlerinden olmayı başardı.
Ticari zekası öne çıkarılsa da, yaptığı röportajlardan da anlaşıldığı üzere Steven Spielberg sinemayı gerçekten seven bir adam. İmza attığı filmlerde, her şeyden önce seyirci için bir şeyler yaptığının idrakinde oluyor. Hikaye anlatımındaki ustalığının yanı sıra politik içerikli filmlerinde "çaktırmadan" taraflı olabiliyor.
"Bridge of Spies"ı gidişat açısından ikiye ayırmak mümkün. 1950'lerin sonunda, Amerika ile Sovyet Rusya arasındaki soğuk savaş had safhadayken, Amerikan halkı asla gerçekleşmeyecek bir nükleer savaş nedeniyle bir kara propagandaya maruz bırakılıp, her an istim üzerinde yaşarken iki ülke istihbarat teşkilatları da casus avındalar. Amerka'da Sovyet casusu olduğu suçlamasıyla yakalanan Rudolf Abel'ı ( Mark Rylance ) savunma görevi, bir büroda çalışan sigorta avukatı James Donovon'a ( Tom Hanks ) nasip oluyor. James başlarda görev için gönüllü olmasa da davaya müdahil oluyor. Müvekkiliyle empati kurup davadaki hukuksuzlukların üzerine gitmeye başlıyor. İşin aslı, tamamında dava ve temyiz sürecine odaklansa, Türkiye'de izlenmesi elzem bir film olarak niteleyeceğiz "Bridge of Spies"ı. James, müvekkilinin yargılanmadan suçlu ilan edilmesine karşı çıkıyor. "Hukukun üstünlüğü"nü anlatmaya, Anayasa'nın temel alınmasının ehemmiyetini duyurmaya, adil yargılanma hakkını savunmaya, şartlar ne olursa olsun kanunların uygulamasının önemini anlatmaya çalışıyor. Ülkenin en nefret edilen adamı olması pahasına, tehditlere ve maruz kaldığı saldırılara rağmen yılmıyor ve davanın en başında en iyi ihtimal olarak görülen hapis cezasını temyize götürmek istiyor. Kısacası ülkemizde son dönemde hukukla ilgili tartışılan, konuşulan ne kadar kavram varsa gündemine alıyor "Bridge of Spies". Sırf bu yanıyla dahi, sonuçta ticari bir sinema örneği olsa da yerli seyirci için farklı bir gözle olaylara bakma imkanı sunuyor. Bu açıdan, ilk kez karşılaştığımız bir içeriği bulunmasa da Steven Spelberg'ün ikna gücünü de göz önünde bulundurarak, sadece bu haftanın değil son ayların en dikkat çekici yapıtı olabilir, duyarlı izleyicinin gözünde.
Ancak hikaye temyiz sürecinde ilerlerken, bu anlatıya paralel olarak işleyen yan öyküde bir Amerikan pilotu Sovyetlere esir düşüyor. Sovyet tarafı alenen bir pazarlık sürecine girmek istemeyip araya aracı sokmak isteyince, CIA de bu arabuluculuk görevi için James'e teklif götürüyor. Bundan sonra, yine politik jargonla ifade edersek "eksen kayması" yaşayan filmin havası da birden değişiveriyor ve bana göre ciddi biçimde irtifa kaybediyor. Söylemeden geçmeyelim, gerilim dozu hatırı sayılır dozajda yükselip pek çok anıyla insanı diken üstünde tutarak zor bir iş beceriyor ama Spielberg'ün yumuşak karnı bir kez daha kendini gösteriyor ve politik açıdan fazla taraflı bir tablo çıkıveriyor ortaya. Kapkara bir Komünizm betimlemesi eşliğinde Sovyet Rusya ve Doğu Almanya'nın insan hakları ihlallerini izlerken, bu arada James'in hiçbir tereddüt yaşamadan kendisini arabuluculuk için ortaya atması ve sonrasında yaşananlar, ikna edicilikten uzak ve aceleye gelmiş bir havada yaşanıyor. Hele ki finale doğru bir Hollywood yapımında olduğumuz, fazla klişeleşmiş sahnelerin arka arkaya sıralanmasıyla yüzümüze çarpıyor. Netice olarak neredeyse her Steven Spielberg filmi gibi görsel işçiliği ve oyuncu performansları üst düzeyde olan "Bridge of Spies" kimi kusurlarına rağmen şans verilebilecek bir seyirlik olarak vizyondaki yerini alıyor, şimdiden Oscar yarışında adının geçeceğini de söylemek mümkün.
Baş rolde yer alan Tom Hanks'e Rudolf Abel karakteriyle etkileyici bir performans sergileyen Mark Rylance, Amy Ryan, "Breaking Bad"ten hatırlayabileceğimiz Jesse Plemons ve Sebastian Koch eşlik ediyor. Senaryoda Matt Charman'ın yanı sıra Coen Kardeşler'in imzasının olduğunu, son bir not olarak ekleyelim.
Konuk Yazar: Nuri Çınarlı
Dost sitelerimizden Polisiye Durumlar'a teşekkürler...
Nuri Çınarlı'nun diğer film kritiklerini okumak için tıklayın...
Yorum Gönder