♫ ♪♫ ♪•♫♪ 2006'dan bu yana Film, Dizi, Müzik ve Kitaplar üzerine Yazılar Diyarı... ♫ ♪♫ ♪ ♫ ♪♫

Hep Lunapark : Galiptir Bu Yolda Mağlup

“Kuş Lokumu” serisiyle radarımıza giren ve ilk romanı “Mütevazı Bir İntikam” ile sevdiğimiz yazarlar listesine eklediğimiz afili filinta Bahadır Cüneyt Yalçın, çok bekletmeden ikinci romanıyla okurunu lunapark’a davet ediyor. Mayıs ayında raflarda yerini alan sıradan bir romandan çok daha fazlasını sunuyor okura. 

Yarattığı kurguyu ikonlar, şarkı ve çizimlerle destekleyen yazar, çıkardığı işle disiplinlerarası sanat performansına imza atmış. Kitabın sayfalardan daha çok taşmasını sağlayan tasarım için editörlerin de alkış iş çıkardıklarını belirtmek gerek. O editörlerden birinin de ilk romanın kahramanı Aleksi Pavloviç olması da ayrı güzellik. Tam da bu noktada ilk romanıyla ikincisinin arasındaki farkları belirttiği cümlelere ışınlanalım. Remzi Kitabevi’nin gazetesinde yayımlanan röportajında “İlk romanım “Mütevazı Bir İntikam”da kendimden daha çok parça vardı. Örneğin olayın Sincan’da bir evde başlaması, Edremit’e gidilmesi, bunun bir kısmında -2012’de seferlerine son veren- Karesi Ekspresi’ne binilmesi filan kendi tecrübelerimden izler taşıyordu. Bir yazarın ilk romanında otobiyografik öğeler barındırması normaldir bana kalırsa. Elimden geldiği kadar yazarlık macerasına kendimi kaptırmaya çalışıyorum. “Bizi kelimeler kurtaracak” diyorum. Bu sebeple “Hep Lunapark”ta tamamen kurgu oluşturmaya, hatta yazmadan önce hiç bilmediğim bir yaşam tarzını kendimce göstermeye uğraştım. Örneğin hiç lunaparkta çalışmadım veya lunapark işleten bir dostum da olmadı. Roman yazarı olarak, yazarın hayal ettiği, gözlemlerinden ve araştırmalarından karakterler ortaya koyan, bunların “yaşayan” insanlar olmasını sağlamış metinleri ilham verici buluyorum. İyi yazılmış otobiyografik metinleri keyifle okumama, kendime dersler çıkarmama rağmen, hali hazırdaki hayatımdan uzaklaşarak “Hep Lunapark”ta özellikle kendimi zorladım. Bu süreç oldukça eğlenceliydi. Karakterler daha önce tanımadığım ama yazdığım zaman içinde adeta arkadaş olduğum kişilerdir. Kazanan, kaybeden, insanlığın atlı karıncasında dönüp duranlardır. “Mütevazı Bir İntikam” için büyük oranda, bunun yanında “Hep Lunapark” için tamamıyla kurgudur diyebilirim.” demiş.

Peki bu kurgu nasıl ortaya çıkmış sorusunun cevabını da aynı röportajda şöyle veriyor: “Bir iş seyahatinde arkadaşlarla ufacık bir lunaparka gitmiştik. Kimse yoktu bizden başka. Biletçi uzun pazen etek giymiş, eşarplı bir kadındı. Yakınlarda gezinen sekiz-on yaşlarındaki çocuğun da oğlu olduğunu öğrendik. “Aile şirketi…” diye bir espri yaptığımı hatırlıyorum. Sonrasında bir arkadaşla “lunapark” kelimesinin kökenini konuştuk. Dolunayla ilgisini filan… Ama 4 Mayıs 2014’e kadar hiçbir şey yoktu ortada. O gün editörlerime bir kısa mesaj attım. “Şu, şu mevzuda bir roman yazacağım” diye. Çok heyecanlanmıştım çünkü. Servisle işe giderken dönmeye başladı dönme dolap, işe gittiğimde “Ben neredeyim?” diyordum. Birkaç hafta sonra ücretsiz izin aldım ve oturup yazmaya başladım. İlk defa bu kadar uzun süre evde, üstelik tek başıma, bu kadar yoğun bir şekilde yazdım. Üst komşunun çocuklarının evde güp güp koşturması, sık sık kesilen elek­trikler beni durduramadı. Hem elde tükenmez kalemle, hem bilgisayarda çalışıyordum. Birkaç defa umutsuzluğa kapılıp vazgeçesim geldi. Romanda anlattığım karakterlerin hezeyanlarına benzer şeyler yaşadım. Neticede Kasım 2014’te ilk taslak bitti. Süreç en başta çok öğretici oldu. Hem öğrendim hem de kendimce yeni şeyler, mesela bazı kelimeler, yöntemler keşfettim. Lunapark tarihi, müzisyenlerin enteresan hayatları, fizik kuralları, deniz kaplumbağaları, psikoloji, rekabet ve aşk üzerine epey düşündüm. Hem araştırma hem de yazma süreci çok keyifliydi.”

“Hep Lunapark” bir mağlubiyet şenliği yaratıyor okurda. Kaybetmenin eskimeyen hazzını yaşatıyor. Hem çok sürükleyici hem de her karakterini çabucak sevdiren bir albenisi var. Mizahıyla da pek alışık olmadığı bir fırsat sunuyor okuruna: Güle eğlene ferahlayarak doyuma ulaşarak okuma... Elinden kitap düşmeyen bir okur olarak bu kadar keyifli bir romanı en son ne zaman okuduğumu hatırlamıyorum. Sosyal medyanın da etkisiyle yanına kahve fincanı ve bir kaç obje koyarak resimlediğimiz o “kitap okumak ciddi iştir” kalıbı vardır ya hani. Somurta somurta sanki atom parçalıyormuşcasına okuyoruzdur. “Hep Lunapark” tam karşıtı bir durum yaratıyor... Gözlerde gülmekten japonlaşma, dudaklarda sürekli kaykılma derken bu rahatlıkla romanın da bir parçası gibi oluyor, o lunaparkın müdavimi haline geliyorsunuz.

Mizahını da aynı röportajda şöyle dillendiriyor Yalçın: “İnce veya kalın, absürt veya olağan, her tür mizahı, iyi oturtulmuş, kapsayıcı bir bakışla yazılmış, seyyah ruhlu mizahı zaten seviyorum. Mizahtan anladığım şey sadece insanları kahkahaya boğan ifadeler, tavırlar değil. “Beynin gülmesi” diye bir meseleyi kovalıyorum. Beyin gülerse umutlanır, rahatlar, ufku açılır. Okur olarak da böyledir. Yazdığım şeylerde mizah, ironi, parodi, taşlama mutlaka vardır, olacaktır. Yalın dil konusunda çok fazla bir şey diyemem. Anlaşılmaz olmaya çalışmıyorum, bildiğim şey bu. Söylediğiniz “basitlik” sadece güncele takılıp kalmayan, mümkün olduğu kadar geniş zamanlı gerçeklerden, hatta bugün için moda olmayan ama dünya için hep anlamlı olan teşhislerden yola çıkmamla açıklanabilir. Mesela “kuş lokumu” metinlerinde de bunun peşindeydim.”

Seyyar salıncakcılıktan gelen aile mesleğini devam ettiren Lunapark sahibi ve tam zamanlı kaybetme ustası İrfan Yunus, biri bir yerde şampiyon olmadıysa seslendiği oğlu Zafer, hobi olarak bayılan Narine, on parmağında on marifet derya deniz adam Mustafa, aklı kumarbazlığa çalışan ve her kuşkunun ilk adresi Savaş, rekabet ustası yenge Alev, gizemli ve altı parmaklı güzel Ayşegül, icra memurları Dupont ve Dupond, Hollandalı çakma süpermen dondurmacı Jan, hayatının rolüne soyunan Osman Suat Hey ve romanı başlatan görmüş geçirmiş kaplumbağa Yunus... Anlatıcı rollerini de çok iyi paylaşan karakterlerden ana anlatıcımız Zafer, yazarın sesiyle değil kendi sesiyle konuşuyor. Yunus da geliyor dile, Osman Suat Hey röportajlarla, Mustafa da ölmüş şarkıcılara yazdığı mektuplarla romanı zenginleştiriyor. 

Romanı açan da Aleksi Pavloviç... Tarihi dipnotlarla süslü bir takdim ya da önsöz hem keyifli bir davet yaparken hem de havaya sokarak inandırıcılık sorununu en baştan devre dışı bırakmış oluyor. Yoksa Balkara’nın orta yerinde sofraya bir deniz kaplumbağasını düştüğüne inanmamız mümkün mü? O düşüş sonrası başlıyor avantür. Mutlu bir sonu ancak rüyasında görecek kahramanlarla dolu bu mağlubiyet silsilesi, hayat memat özetleri ve ironik cümlelerle bir solukta akıyor. Özellikle ölmüş şarkıcılara mektupların muhteşem olduğunu ve beni benden aldığını belirteyim. Daha çok olmasını beklerdim.

“Kaplumbağanın biri yol kenarında sövünüp duruyormuş. Başka bir kaplumbağa gelip sorunca, “Yahu” demiş. “Yolun ortasında bir çeyrek düşürmüştüm, iki gündür alamadım. Tam varacakken, avanağın biri durup yolun karşısına koyuyor beni. Öbür yandan niyetleniyorum, bu sefer de alığın teki alıp bu yana bırakıyor.”
Bu fıkra ömrümce debelenişimi hatırlatıyor.”

Daimi kaybedenlerin pamuk şekeri tadındaki öyküsü “Hep Lunapark”, mutlu mesut bir okuma deneyimi... Salt yazıdan ve kapak görselinden ibaret kitap klişesinin dışına taşan ilkleriyle de bir ferahlama hali... Bakmayın sürekli “mağlup varsa galip değiliz” dediğine, galiptir bu yolda mağlup...


Share this:

Yorum Gönder

 
Designed by OddThemes & Distributed by Free Blogger Template