Söz konusu gerilim ise, dini kitaplar bitmek bilmeyen hazine gibi... Yıllardır tüketilemeyen kaynak, neredeyse her cümlesinden bir roman yazılsa bile vazgeçilmeyecek gibi görünüyor... Gerilimini din üzerine kuran ve oradaki ayetlerden kendine konu üreten “The Calling”, hayattan alacağını almış, belli bir yaşa gelmiş ve ölüm korkusuna yenik yaşamak istemeyen insanlar kendini azat etmek isterse, bir yeniden dirilişi ve ruhani ölümleri de eklersek iyi bir harman olur düşüncesiyle yola çıkılmış romandan almış köklerini... 2014 yapımı Amerikan işi, uzun süredir ev sinemasında...
Kanadalı şair, oyun yazarı ve romancı Michael Redhill, mahlasla yazıyor gerilim romanlarını... Inger Ash Wolfe adıyla, kuzey polisiyesi izlenimi uyandırma hevesine yenik düşmüş... Danimarkalı yazar zannedilerek ilgi görmesini de sağlamış bu durum, tam da düşündüğü gibi... 2008’de yayımladığı “The Calling” ile okurların gözdesi olup dikkat çekince, kaçınılmaz olarak uyarlaması da gelmiş... Uyarlamanın senaryosunu Scott Abramovitch kotarırken, yönetmen koltuğunda da Jason Stone oturuyor... Üç kısa filmden sonra ilk uzun metrajında Stone... Senaristi ve yönetmeni ilk kez duyduğumuz isimler olsa da, oyuncu kadrosu hayli tanıdık isimlerden kurulu... Susan Sarandon, Gil Bellows, Ellen Burstyn, Topher Grace, Donald Sutherland ve Christopher Heyerdahl çekirdek kadroyu oluşturanlar...
Sakin bir kasabanının görüntüleriyle açılan film, Hazel ile tanıştırıyor bizi... Annesiyle yaşayan, geçmişinden kurtulamayan, bel ağrısından muzdarip ilginç bir kadın... Sakin kasabanın dedektifi... Çok sürmeden, ilk olayın haberi geliyor... Kasaba sakinlerinden yaşlı bir kadına ulaşılamıyor, Hazel eve gidip baktığında öykü de start alıyor... Yaşlı kadının boğazı kesilmiş, yüzünde bir ifade... İlginç bir cinayet... Çok geçmeden ikinci ceset de bulununca, konusunu açtıkça açıyor The Calling... Bir seri katilin peşine düşüyor... Klise ile ilgili olaylar, söylemler, pederden fikir almalar derken ölümlerin sebebi de ortaya çıkıyor... Spoiler olmasın, mantıklı bir sebep olduğunu söylesek yeter diyelim...
İlk yönetmenlik denemesi hayli iyi olan film, hesaplamalarını da doğru yapmış... Şiddetle, kanla, cesetlerle işi yok... Cesetleri göstermek yerine vahşeti hissetmeniz için hamleler yapmayı yeğliyor... Alt metinle güçlendireyim, şu din meselesine kafayı takmış insanlara dair bir şeyler söyleyeyim derdi yok... Ki olsa daha iyi olurdu aslında, hikaye buna çok müsait... Gösterdiklerinden çok göstermedikleriyle parlayan bir film, gerilimini de yavaş yavaş kuruyor ama ağırlığını dramdan yana kullanmış... Kaynaklarda tür olarak gerilim yazdığına bakmayın, sakin bir kasabada bir adamın azat edilmek isteyenleri öldürmesi sadece bir amaç... Pedere gidilecek, cesetlerden bulunan ipucunun izi sürülecek ve başka bir öykü çıkacak sonunda... Onun da ana fikri aynı aslında... Yaşam ve ölüm arasındaki ince çizgi... Ölmeye karar verme hakkı... Ama intihar diyerek geçilmeyecek şekilde...
İyi senaryosuyla bocalamadan finaline yürüyen, katilini yakalama konusunda da klişelere çok başvurmadan yeni adımlar atarak açılan film seyircisini en çok temposuyla zorluyor... Polisiyeden beklenen aksiyonun çok uzağında, çok durağan... Tıpkı olayların geçtiği o küçük kasaba gibi...
Sinema salonlarına uğramadan seyircisine internet üzerinden ulaşan film, 5 Ağustos’tan bu yana ev sineması pazarında rağbet görmekte... 108 dakikayı biraz daha akıcı olsa vasatı aşabilecek bir film ama vasat haliyle de iyi bir seyirlik... Seri katilin odakta olmadığı sakin bir polisiye arayanlar için biçilmiş kaftan... Tabi arayan varsa...
Yorum Gönder