Son dönemini uçanı kaçanı vurduğu elinden düşürmediği silahıyla geçiren Liam Neeson’u tutmak ne mümkün... Oscar adaylıkları getiren dramlardan sonra giriştiği aksiyon aleminde, bu kez dişe dokunur bir konu, daha az aksiyon ve iyi kurulmuş bir gerilimin ortasında çıkıyor karşımıza... Uzun süre çok satar listelerinde yer alan polisiye romandan uyarlama 2014 yapımı “A Walk Among the Tombstones” vizyonda...
Scott Frank’in yazıp yönettiği film, uzun süredir sinema dünyasının aklına gelmeyen ustalardan Lawrence Block’un iki önemli roman serisinden birinin uyarlaması... Çağdaş polisiye romanlarının önde gelen isimlerinden biri olarak adlandırılan, 1994 yılında Mystery Writers of America tarafından “Büyük Usta” ünvanıyla taçlandırılan Block, 50’den fazla romanında sayısız karakter yaratmış ama en çok bilineni 1976’da ilk macerasını anlattığı Matthew Scudder... Alkolik, eski polis ve lisansız yeni özel dedektif karakteri, “The Sins of The Fathers” ile başlayan 16 kitaplık seri boyunca maceradan maceraya koşmuş ve hep New York’u mesken tutmuş... Filme kaynak olan aynı adlı macera, serinin onuncu romanı olarak 1992’de yayımlanmış... Bizde de “Mezartaşları Arasında Gezinti - Bir Matthew Scudder Polisiyesi” adıyla ve Şen Süer Kaya çevirisiyle Oğlan Yayınlarından çıkmış ama şu sıralarda raflarda yer almıyor... Hep iki arada bir derede olan karakterimizin, şiddete en çok bulaştığı romanı olarak serinin en iyilerinden biri olarak sayılıyor... Uyarlamayı kotaran isim Scott Frank ise bol ödüllü ve 1998 yapımı roman uyarlaması “Out of Sight”ın oscar adayı senaristi olarak tanıdığımız bir isimken, ilk yönetmenlik deneyimine 2007 yapımı “The Lookout” ile imza atmış ve hayli afili bir başlangıç yapmıştı... “The Wolverine”in senaryosunu aradan çıkardıktan sonra ikinci filmi için yeniden motor demiş... Onca kitaba rağmen Matthew Scudder, ikinci kez beyazperdede... Ki ilki 1986 yapımı “8 Million Ways to Die”da karaktere Jeff Bridges can verirken, Rosanna Arquette ve Andy Garcia eşlik etmiş... Oliver Stone ve David Lee Henry’nin kotardıkları senaryoyu Hal Ashby peliküle aktarmış olsa da çok başarılı olmamış ve dönemin video pazarında kalıp devamı gelmemiş... Görevi devralan Neeson’a, Dan Stevens, Maurice Compte, David Harbour, Adam David Thompson ve Astro eşlik ediyor...
Aslında eski bir proje bu... 10 yıldan biraz uzun bir süre önce roman, Scott Frank tarafından, daha önce de çalıştıkları Jersey Films’in dikkatine sunulmuş... Frank, Block’un bu önemli kitabının çarpıcı bir polisiye filmine dönüşebileceği ve yapımcıların ilgisini çekebileceği öngörüsünde başarılı olmuş... Yapımcılar, hikâyedeki adeta işkence gören ana karakterin özgürlüğünü aramasından öyle etkilenmiş ki, sayfaları yarışırcasına çevirerek bitirmek isteyen yapımcıların içinden Stacey Sher; “Lawrence’ın romanlarında her zaman gerçekleşen iki husus vardır, Scudder’in içsel mücadelesi ve her kitapta karşılaştığı gizemli ve yoğun gerilim. Karakter daima büyük baskı altındadır ve içinde bulunduğu durum söz konusu karakteri son derece gerer.” diyerek özetlemiş durumu... Lakin uzun süre masada duran senaryo yıllar sonra Frank’in ikinci filmi olarak karşımızda...
Orjinal roman serisinde sevdiği kadınla olan, hep içmek ile içmemek arasında kalan Scudder’ın bu macerasında teknoloji önemli bir başlıkmış ve hackerları kullanmış Block... Frank en baştan ayıklamalarını yapmış belli ki... Dedektifimiz yalnız ve teknoloji yeni yeni hayatın içine girmiş, bilgiler eski usülle dosyalarla el değiştiriyor... Açılışını 1991 yılında yapan film, sekiz yıl sonrasında yeniden açılıyor... Polislikten dedektifliğe geçmiş ve hala sorunlarla boğuşan adamımız, adsız alkolikler grubundan bir arkadaşının teklifini görüşmek üzere gidiyor ve olaylar başlıyor... Karısı kaçırılıp öldürülen eroin kaçakçısı Kenny Kristo’ya istemeden de olsa yardım etmeye ikna olup olayı araştırmaya başlayınca, Kenny’nin karısının, kadınları korkunç işkencelerle öldüren bir cinayet şebekesinin kurbanı olduğunu, ilk kez cinayet işlemediklerini ve bunun da son olmayacağını keşfediyor. Doğruyla yanlışın arasındaki belli belirsiz çizgide gidip gelen Scudder, New York’un arka sokaklarında bu iki katili tekrar cinayet işlemeden durdurmaya çalışıyor özetle...
Tam bir yönetmen filmi “A Walk Among the Tombstones”... Frank’in seçimleri ve bunları uygulama başarısıyla... Parçalara ayrılarak paketlenen cesetlerin olduğu kanlı cinayetlere rağmen, yönetmenin kanda ve şiddette gözü yok... Göstermemeyi tercih ediyor ve ana karakterinin içinde bulunduğu durumla kuruyor gerilim başta olmak üzere her şeyi... Yan karakterle de yan öyküsünü kullanıp dramasını besliyor... 1999 New York’unda geçen öyküyü aksiyon ve çatışmadan uzak, soluk renklerle anlatmayı tercih etmiş ve bunda da başarılı olmuş... Özellikle Charles Bronson’un filmleri olmak üzere o dönemin havasına da yaklaşarak müzikleriyle de destekleyince, ortaya iyi hesaplanmış ve çekilmiş bir film çıkıyor...
Gerilim için ucuz numaralara başvurmayan ve öyküsüne odaklanan filmin eksikleri de yok değil elbette... O kadar cinayete rağmen, dedektifimizin polis ya da FBI elemanları başta olmak üzere hiç engelle karşılaşmaması çok inandırıcı durmuyor... Bu nasıl bir kanunsuz gezintidir anlamak zor... Bir de katillerin kimliğine dair çok bilgi vermiyor ama son sözü yarım bıraktığı için ona itirazımız yok... Kötülerin masallardaki gibi saf kötü olması, uyuşturucu tacirlerinin de alışılan tipin dışındaki sıradanlıkları senaryoda fazla sırıtmasa da, filmin temposunu yavaşlatıyor... Yine de ipin ucunu kaçırmayan Frank, son yarım saatinde iyice tırmandırdığı gerilimle olayını çözüp gayet de iyi final yapıyor...
Beklenen aksiyondan uzakta, ana karakterinden güç alan ve durağan ilerleyen “A Walk Among the Tombstones”, nostaljik havası ve sabırlı izleyiciyi ödüllendiren gerilimiyle, iyi yönetilmiş bir keyifli seyirlik...
Yorum Gönder