Nede çok dalmışız, yaşamın kendisine… Nede çok
bunalmışız, arzusunu kendi seçen bir kelebekti o bahçeden bahçeye uçan. Aldım
onu ellerime buldum gözlerinde gecelerimi…
Ağlamaya durmasındı zaman… Sanki bir ezik şarkı kulağımda.
Ne bilmeler yetti, ne çılgınca sezmeler… Ne incecik sesiyle boğdu geceyi
pusuda, ne gördü asıl düşüneni.
Sen sonsuz alametli esinti gibisin, ateşi bitiren, suyu
bitiren ve küçük bir çocuk gibi çekip giden…
Günışığı sende, şimdi sende, can çekişen kıyı
kentinde. Usta bir yaşam şairi iken, bakışlarındaki mavi derinlikler
karşılarken o eprimiş sözcükleri;
Ey koca şaşkın!... İşte gerçeklik, işte deliliğin dili…
İşte kıyılardan geldiğin yüreğim. Ve güleç yüzün
ardındaki dağınık yolcu. Sonuna kadar gitmek gibi…
Ama boşverelim!
Biz geceye dönelim, doğum gecesine acı uluetine… Seni
görebilmek için geldiğim şehrinde zor olmadı 12 Eylül’ü seçmek ve tarif
edebilecek yakınlıkta gözgöze gelirken seninle, sense kaçırırken bakışlarını
zor olmadı sırtımı çevirip gitmek…
Gece dünyanın her yanında aynı, şimdi duvarına yeni
bir şiir asmışsındır ve belki düşünüyorsundur odanın penceresinden yıldızlara
bakarak… Yıldızlar her zaman eski ve tanıdıktır, özellikle bir tren
penceresinden bakıldığında. Sırtüstü uzanıp toprağa, uzaktan tüm Cobain
şarkıları duyulduğunda, yaşlı gençler uzanıp düşünürlerken eskinin olağanüstü
günlerini, bense şimdi çalıların hışırtsını dinliyorum, sana seslenmek için
yeni yepyeni şiirler tasarlıyorum…
Bir şehri bırakmak alışılmış birşeydir, bir kadını da
öyle…
Yeni doğumuna selam olsun…
Yorum Gönder