İnanç: Kullananlar ve Kullanılanlar
11 Eylül saldırıları sonrası Amerikan sinemasının “aman hatırlatıp kimseyi üzmeyelim” sessizliği yerini yeni düşmanla mücadele çabasına bırakmıştı. Malum olan Müslümanların Haçlı seferlerine cevaben Cihad ilan ettiği ile başlayarak bir tektip yaratılması idi ve gerçekleşti. Sonrasında gelen ortadoğuda Amerika’nın rolünü anlatan filmlerle iyice pekişti, Amerikan vatandaşının Müslümanlar hakkında düşünceleri. Öğrenci vizesi ile gelen gençler başta olmak üzere, kaçaklarda kimbilir yanlarında hangi silahları getiriyor, nerede ve nasıl örgütleniyor, gelmeden önce de kimbilir hangi eğitimleri alıyordu… Tüm bu sorulara cevaben ortaya çıkan ardı arkası ise kesilmiyor. Genelde Müslümanların ülkeye cinayet amacıyla girdiği, muhtemel bombalamalarda kullanılmak için yerleştirildiği yargısı ise herkesin hemfikir olduğu konulardan biri.
Hain’de bu konular ve görüşler çerçevesinde ardı arkası kesilmeyen filmlerin son örneği olarak çıkıyor karşımıza. 1973’de Sudan’da babasının arabaya biner binmez patlamasının tanığı olarak tanıştığımız Samir başkarakter olarak maceralarına çağırıyor izleyenleri. Cihad ilan eden Müslüman teröristlerin arasında yapayalnız bir adam, inancı kuvvetli, Allah’tan korkan bir adam olarak bomba satmak üzereyken yakalanıyor. Film çok fazla eveleyip gevelemeden konusunu da başlatmış oluyor böylece. Son dönemde adet olduğu üzere birçok ülke de konumlanan örgütle birlikte, en yukarıya doğru yapılan hızlı yükseliş için kilit noktayı açan anahtar Omar’da iken, hapishaneden birlikte kaçışla bu da sağlanıyor. Artık yeni bombalamalar için görev Samir’i bekliyor. Öte yandan FBI görevlisi ikilimiz de sürekli takipte. Roy ve Max’de ülkelerarası tüm sınırları zorlayıp bu örgütü çökertme peşinde.
Filmin tüm belirgin tipleri ve artık klişe haline gelen düşünceleri taşıması ile tipik Amerikan gözlüğünden akıyor Hain. İyi bir gerilim yaratırken, sürekli Samir’i merkeze almaya çalışıp, onunla özdeşleşme şansları verse de pek mümkün olamıyor. Tam bir inanan olarak Samir, içinde yer aldığı örgütün kendine yontarak değiştirdiği kurallardan ve yenilenmiş İslam’dan rahatsız oluyor. Eksikler de tam bu sırada ortaya çıkıyor zaten. İki arada bir derede kalmışlık hissini veremeyen bir senaryo hasıl oluyor… Tam bir Müslüman olarak Samir, insanların ölmesini sineye çekmek zorunda kalırken, vicdan muhasebesi yaparken pek etkili olamıyor. Onun dışında her şey gayet normal. Hayli tempolu ve merak uyandırıcı hamlelerle ilgiyi sıcak tutan filmin, başkarakterini fazla derinleştirememesi engeline takılması da özellikle finalin etkisini düşürüyor…
Bir tarafta babası vaiz, kendisi de ilahiyat mezunu FBI ajanı Roy, diğer tarafta dindar Samir arası mücadele de beklendiği kadar gerilimli olamıyor ki, nasıl olamaz anlamak zor. Atılan bir iki adımla hissedilse de gözden kaçırılmış boşluklardan biri olarak kalıyor bu kapışma... Özellikle Samir’in Omar’la Fransa’ya gelmesinden sonra geçen konuşmalarla tarafsız gözle bakmaya çalışıyor Hain… Kuvvetli inananların kullanıldığı vurgusunu yapıyor bolca. Her daim yapılan vurgu özellikle Samir’in farkında olduğu sıkışmışlık duygusunu katlıyor zaten. Ama belli ki bir boy büyük geliyor, sadece görev adamlarıyla ilgileniyor film. Gerisini boyunu aşıyor. Nedenleri nasılları ve amaçlarına fazla derinlemesine bakamıyor Hain. Çerçevesinden yine de tüm Müslümanlar böyle değildir sonucu çıkamıyor. Zira filmin en gerilimli son yarım saatinde ne de olsa vatansever olan Samir, her daim kazananın Amerika olduğunu gösteriyor izleyene.
Son dönemde yükselen Müslüman terörizmine içeriden bakmayı deneyip sonuca ulaştıramayan Hain, yine de başarılı bir adım olarak görülebilir. Finaldeki otobüs patlamalarının akıbeti daha farklı olabilseydi keşke demekten kendini alamayacak birçok izleyici ne de olsa. Görevini başarmak için görmezden geldikleri ve fedakarlıkları pek işlenemeyen ya da vurgulanamayan Samir de sonunda Roy’la tokalaşıyor ya daha ne olsun. Amerika’da herkes eşit ve uyum içinde yaşıyor ne de olsa. Tüm Ortadoğu vatandaşları topraklarında yakalayamadıkları huzuru yenidünyada buluyor öyle değil mi??
Gelelim filmin kamera arkasındaki notlarına… Enteresan bir şekilde film setinde Steve Martin tarafından kaleme alınarak tohumları atılmış bir film Hain. Martin’in şu olsaydı, bu olsaydı mantığı ile yazıp yapımcısına verdiği ana hikaye Jeffrey Nachmanoff’a ulaşmış ve senaryoya dönüşmüş. 2001’de “Hollywood Palms” ile vasat bir komedi filmi yönetmiş olan, 2004’te “The Day After Tomorrow”un senaryosuna imza atarak adını duyurmuş olan Nachmanoff bir süre sonra filmi yönetmek için de aday olmuş ve yönetmen koltuğuna oturmuş. Senaryo çalışmaları sırasında birçok yetkili ile görüşüp bilgi almış, tanıdığı Müslümanların görüşmelerini almış. İyi oyuncu kadrosu oluşturarak atmosferi de iyi kuran yönetmenin ve filmin en büyük kozu da Don Cheadle hiç şüphesiz. Filmi sırtında taşıyan oyuncu, rolünde fazlasıyla inandırıcı… Oyuncunun projenin ilk taslağını okur okumaz yapımcılardan biri olduğunu eklemeli…
“Aksiyon ve komplonun yanında, Hain bir yandan doğru şeyi yapmaya çabalarken, öbür yandan da “doğru”nun ne anlama geldiğini çözmeye çalışan bir adam hakkında. Bu ilgi çekici bir soru İnandığın şey için ne kadar ileri gidersin?” diyor Cheadle ve ekliyor “İnsanları tehlikeye atıp onları feda etmek üstlerinin isteyebileceği bir şey ama bu inancının izin vermediği bir şey olduğu için doğrudan karşı çıkar. O yüzden ikileme düşer. İnsan çoğunluğun iyiliği için ne kadar hayatı gözden çıkarabilir ve bir birey bu karara nasıl varabilir?”
Nachmanoff, bu sorunun ve Cheadle’ın bu soruya verdiği yanıtın öykünün odak noktası olduğunu belirtiyor. “Horn’un kim olduğu sorusu, gerçek amaçları neler, ne yapmaya çalışmaktadır ve amaçlarına nasıl ulaşmaya çabalamaktadır. işte bu filmin ilgi çekici tarafıdır.” “Bunun benim ideal filmim oluğunu hissediyorum.” diyor yönetmen. “Bu film aksiyon, siyaset ve casusluğu harmanlıyor ve benim ilginç bulduğum fikirleri ele alıyor. Ben aksiyon filmlerinin büyük bir hayranıyım ve iki unsuru harmanlayabilen filmlere bayılıyorum. Karakter temelli bir dram olan, daha geniş bir öykü içinde, bombalama sahneleri, muhteşem dövüş sahneleri, biraz silahlı çatışma ve heyecan verici benzer şeyleri bir araya getirme fırsatı bulduk.”
“Filmde biri ‘Sadece gerçeği duymak istiyorum.’ gibi bir söz sarf ediyor” diye hatırlıyor Cheadle. “Ve Horn ‘Gerçek oldukça karmaşık.’ diye yanıtlıyor. Bence filmden seyircilerin akıllarında kalacak tek şey bu söz olacaktır en sonunda.” Yapımcıların ve Cheadle’ın aksine izleyenin aklında bu karmaşıklıktan sonra ne kalacağı hikayenin hangi tarafında olduğuna bağlı… İnananların kullanılması ise hiç bitmeyecek bir öykü olacak gibi…
Hain’de bu konular ve görüşler çerçevesinde ardı arkası kesilmeyen filmlerin son örneği olarak çıkıyor karşımıza. 1973’de Sudan’da babasının arabaya biner binmez patlamasının tanığı olarak tanıştığımız Samir başkarakter olarak maceralarına çağırıyor izleyenleri. Cihad ilan eden Müslüman teröristlerin arasında yapayalnız bir adam, inancı kuvvetli, Allah’tan korkan bir adam olarak bomba satmak üzereyken yakalanıyor. Film çok fazla eveleyip gevelemeden konusunu da başlatmış oluyor böylece. Son dönemde adet olduğu üzere birçok ülke de konumlanan örgütle birlikte, en yukarıya doğru yapılan hızlı yükseliş için kilit noktayı açan anahtar Omar’da iken, hapishaneden birlikte kaçışla bu da sağlanıyor. Artık yeni bombalamalar için görev Samir’i bekliyor. Öte yandan FBI görevlisi ikilimiz de sürekli takipte. Roy ve Max’de ülkelerarası tüm sınırları zorlayıp bu örgütü çökertme peşinde.
Filmin tüm belirgin tipleri ve artık klişe haline gelen düşünceleri taşıması ile tipik Amerikan gözlüğünden akıyor Hain. İyi bir gerilim yaratırken, sürekli Samir’i merkeze almaya çalışıp, onunla özdeşleşme şansları verse de pek mümkün olamıyor. Tam bir inanan olarak Samir, içinde yer aldığı örgütün kendine yontarak değiştirdiği kurallardan ve yenilenmiş İslam’dan rahatsız oluyor. Eksikler de tam bu sırada ortaya çıkıyor zaten. İki arada bir derede kalmışlık hissini veremeyen bir senaryo hasıl oluyor… Tam bir Müslüman olarak Samir, insanların ölmesini sineye çekmek zorunda kalırken, vicdan muhasebesi yaparken pek etkili olamıyor. Onun dışında her şey gayet normal. Hayli tempolu ve merak uyandırıcı hamlelerle ilgiyi sıcak tutan filmin, başkarakterini fazla derinleştirememesi engeline takılması da özellikle finalin etkisini düşürüyor…
Bir tarafta babası vaiz, kendisi de ilahiyat mezunu FBI ajanı Roy, diğer tarafta dindar Samir arası mücadele de beklendiği kadar gerilimli olamıyor ki, nasıl olamaz anlamak zor. Atılan bir iki adımla hissedilse de gözden kaçırılmış boşluklardan biri olarak kalıyor bu kapışma... Özellikle Samir’in Omar’la Fransa’ya gelmesinden sonra geçen konuşmalarla tarafsız gözle bakmaya çalışıyor Hain… Kuvvetli inananların kullanıldığı vurgusunu yapıyor bolca. Her daim yapılan vurgu özellikle Samir’in farkında olduğu sıkışmışlık duygusunu katlıyor zaten. Ama belli ki bir boy büyük geliyor, sadece görev adamlarıyla ilgileniyor film. Gerisini boyunu aşıyor. Nedenleri nasılları ve amaçlarına fazla derinlemesine bakamıyor Hain. Çerçevesinden yine de tüm Müslümanlar böyle değildir sonucu çıkamıyor. Zira filmin en gerilimli son yarım saatinde ne de olsa vatansever olan Samir, her daim kazananın Amerika olduğunu gösteriyor izleyene.
Son dönemde yükselen Müslüman terörizmine içeriden bakmayı deneyip sonuca ulaştıramayan Hain, yine de başarılı bir adım olarak görülebilir. Finaldeki otobüs patlamalarının akıbeti daha farklı olabilseydi keşke demekten kendini alamayacak birçok izleyici ne de olsa. Görevini başarmak için görmezden geldikleri ve fedakarlıkları pek işlenemeyen ya da vurgulanamayan Samir de sonunda Roy’la tokalaşıyor ya daha ne olsun. Amerika’da herkes eşit ve uyum içinde yaşıyor ne de olsa. Tüm Ortadoğu vatandaşları topraklarında yakalayamadıkları huzuru yenidünyada buluyor öyle değil mi??
Gelelim filmin kamera arkasındaki notlarına… Enteresan bir şekilde film setinde Steve Martin tarafından kaleme alınarak tohumları atılmış bir film Hain. Martin’in şu olsaydı, bu olsaydı mantığı ile yazıp yapımcısına verdiği ana hikaye Jeffrey Nachmanoff’a ulaşmış ve senaryoya dönüşmüş. 2001’de “Hollywood Palms” ile vasat bir komedi filmi yönetmiş olan, 2004’te “The Day After Tomorrow”un senaryosuna imza atarak adını duyurmuş olan Nachmanoff bir süre sonra filmi yönetmek için de aday olmuş ve yönetmen koltuğuna oturmuş. Senaryo çalışmaları sırasında birçok yetkili ile görüşüp bilgi almış, tanıdığı Müslümanların görüşmelerini almış. İyi oyuncu kadrosu oluşturarak atmosferi de iyi kuran yönetmenin ve filmin en büyük kozu da Don Cheadle hiç şüphesiz. Filmi sırtında taşıyan oyuncu, rolünde fazlasıyla inandırıcı… Oyuncunun projenin ilk taslağını okur okumaz yapımcılardan biri olduğunu eklemeli…
“Aksiyon ve komplonun yanında, Hain bir yandan doğru şeyi yapmaya çabalarken, öbür yandan da “doğru”nun ne anlama geldiğini çözmeye çalışan bir adam hakkında. Bu ilgi çekici bir soru İnandığın şey için ne kadar ileri gidersin?” diyor Cheadle ve ekliyor “İnsanları tehlikeye atıp onları feda etmek üstlerinin isteyebileceği bir şey ama bu inancının izin vermediği bir şey olduğu için doğrudan karşı çıkar. O yüzden ikileme düşer. İnsan çoğunluğun iyiliği için ne kadar hayatı gözden çıkarabilir ve bir birey bu karara nasıl varabilir?”
Nachmanoff, bu sorunun ve Cheadle’ın bu soruya verdiği yanıtın öykünün odak noktası olduğunu belirtiyor. “Horn’un kim olduğu sorusu, gerçek amaçları neler, ne yapmaya çalışmaktadır ve amaçlarına nasıl ulaşmaya çabalamaktadır. işte bu filmin ilgi çekici tarafıdır.” “Bunun benim ideal filmim oluğunu hissediyorum.” diyor yönetmen. “Bu film aksiyon, siyaset ve casusluğu harmanlıyor ve benim ilginç bulduğum fikirleri ele alıyor. Ben aksiyon filmlerinin büyük bir hayranıyım ve iki unsuru harmanlayabilen filmlere bayılıyorum. Karakter temelli bir dram olan, daha geniş bir öykü içinde, bombalama sahneleri, muhteşem dövüş sahneleri, biraz silahlı çatışma ve heyecan verici benzer şeyleri bir araya getirme fırsatı bulduk.”
“Filmde biri ‘Sadece gerçeği duymak istiyorum.’ gibi bir söz sarf ediyor” diye hatırlıyor Cheadle. “Ve Horn ‘Gerçek oldukça karmaşık.’ diye yanıtlıyor. Bence filmden seyircilerin akıllarında kalacak tek şey bu söz olacaktır en sonunda.” Yapımcıların ve Cheadle’ın aksine izleyenin aklında bu karmaşıklıktan sonra ne kalacağı hikayenin hangi tarafında olduğuna bağlı… İnananların kullanılması ise hiç bitmeyecek bir öykü olacak gibi…
Yorum Gönder