♫ ♪♫ ♪•♫♪ 2006'dan bu yana Film, Dizi, Müzik ve Kitaplar üzerine Yazılar Diyarı... ♫ ♪♫ ♪ ♫ ♪♫

Benimle gel, ümitsizlik mağaralarına…


Tren yolculuğu özeldir. Ağır ağır ilerliyordur çünkü. Peronların dokusu, camdan yansıyanlar, ilk anda uzak görünen yolcular arasında kalabalığın içinde yalnız olma duygusunun ayrı bir havası vardır. Ruh haline göre değişir içerisi de dışarısı da. Peşinden kovalayan geçmiş, anılar ve hesaplaşmalar ile binilmişse her an kapıyı açıp atlayabilecek olmak hep bir seçenektir. Geri dönülmez bir tercih yapılacaksa da rayların ortasında tren beklenir. Daha cesur olanlar da trenin önüne doğru kanat çırpabilir. “Bir parça huzur, bir parça iyi niyet için çabalıyordu ve bir kez daha başarısız oluyordu. İnsanı tüketen bu hiçlikti.” diye düşünen biri için son raund gibidir. “İnsanı içten içe yiyip bitiren o kasvetli aynılık: Utanç vericiydi… Kederdi bu. Sıkışmış kapıları itmek, ardına dek açılan kapılardan girip kendinizi istemediğiniz odalarda bulmaktı.” diyen bir adam için hiçliğe doğru giden bir trenden atlama ihtimalidir. Andrew Mulligan’ın romanı “Trendeki Adam”, o ihtimalin peşinde hiçliğe doğru giden biriyle tanıştırıyor bizi.

“Çöplük” ile genç okurları etkileyen Andrew Mulligan, bu kez kalemini yetişkinler için oynatmış ve ortaya “Trainman” çıkmış. 2019 Temmuz’unda yayımlanan roman bizde de çok zaman geçmeden 2020 Kasım’ında DeliDolu etiketiyle raflarda yerini aldı. "Aslında bir radyo oyunu olacaktı ama olamadı, bu yüzden ben de onu bir romana dönüştürdüm" notunu da düşmüş teşekkür bölümünde. Hayatı raydan çıkan bir adamı anlatan Mulligan, “her şeyi bir travmaya dayandırmak ne kadar doğru?” sorusunun cevabını okurla birlikte arıyor. 

Tek başına, boş boş dışarıya bakan, kimsenin aramadığı kayıp bir bavul gibi bir adam Michael. Trenden trene binse de hiçliğe doğru giden bir adam. Ölmek isteyen ama yapamayan. Atlamak isteyen ama tek seçeneğinin bu olduğunu, hayatının menüsünde geriye kalan tek şeyin bu olduğunu bildiği için atlayamayan bir adam. Anıları sürekli geri geliyor ve bir türlü peşini bırakmıyor. Taşıyamadığı ağır yüklerle hiçliğe doğru gidiyor. “Bana ihtiyaç duymuyorlar, çünkü ben işimi yapmıyorum” diyen Michael’ın en çok istediği şey sessizlik ve elbette yalnızlık. Elli altı yaşında boş vermiş ve vazgeçmiş kendi sonunu arayan bir adam. "Fazla çalışmaktan bitap düşmüş adli tabibin, kimsenin arayıp sormadığı, kimliği belirsiz bir adamın bir an önce yakılıp gitmesini emretmesi için ne kadar süre geçmesi gerekirdi? Araba altında kalmış zavallı bir köpek veya tilki gibi gitmek istemiyordu bu dünyadan." 

Mulligan, ilk sayfalardan itibaren başkarakteriyle okurun arasında güçlü bir bağ kuruyor. Her dokunuşuyla okur için yanı başındaki arkadaşa dönüşen Michael ile birlikte çıkılan bir yolculuğa dönüşüyor roman. Bir yandan içsel yolculuk sürerken, bıçak sırtı konusunu dramatize etmeden özenle ve incelikle kurmuş. Melankolik havası da çok dengeli: “Belki de insanlar, eski zamanlarda acıyı bu kadar keskin biçimde hissetmiyordu? Ya da belki de o kadar keskin hissediyorlardı ki uyuşuyorlardı. Michael, ıstırabın bir zirvesi olup olmadığını merak etti; ötesinde hiçbir şey hissetmediğiniz bir nokta? Esriklik içinde mi bulurdunuz kendinizi?” Evet bir trajedi var ama okurun gözünü boyamanın, hüngür hüngür ağlatmanın ya da şov yapmanın peşinde değil. Aksine onu daha iyi anlamanızı istiyor. Romanın sayfalarından dışarı fırlayıp istasyona gitmek üzere yola koyulabilecek denli gerçekçi ve etkileyici. 

“Bir anda karar verdiğim bir yolculuk, beni her yere götürebilir. Ben özgürüm ve hayatım bir hayal kırıklığından ibaret değil yani.” dese de anıları sürekli geri gelerek içinde dönüp duran kahramanıyla geçmişe, hesaplaşmalara ve hayata dair pek çok konuyu açan Mulligan tesadüflerle örülü bir yol hikâyesi yaratmış. “Kendisine acıyor falan da değildi… Acıyor muydu? Hayır, acımıyordu, çünkü kendisine dair en ufak sempati beslemiyordu. Bitirmek, ölmek ve çıkmak kararı, evlenmeme kararı kadar pratik, hesaplı ve dürüst bir karardı. Doğruluğunu görür, eyleme geçerdiniz.” Bu umutsuzluktan ve ihtimallerden sonra okurun da beklediği ve coşkuyla karşıladığı kesişen yollar sayesinde hem irdeleyecek konular çoğalıyor hem de bir yaşam güzellemesi çıkıyor ortaya. Gençlerin başıboşluğu, nezaketin artık kalmaması, göçmenler, aile, cinsiyet rolleri, zaman ve ölüm başta olmak üzere pek çok konuyu irdeliyor. "Bir insanın cinsiyetini vurgulamak, ne kadar dar kafalı olduğunuzu, duygularınızı ne kadar bastırdığınızı gösteriyordu yalnızca." ve “İncittiğiniz, yaraladığınız ve hakaret ettiğiniz kişilere karşı gösterdiğiniz tek duygu, küçümseme. Bunun bedelini ödeyeceksiniz! Burnunuzu başkalarının özel hayatına sokuyorsunuz, kendi hüzünlü, ilkel ergenliğinizde yuvarlanıyorsunuz! Ne oldu da gelişmeyi başaramadınız siz böyle beyefendi?” cümleleriyle çağın sonu gelmeyen etiketleme hastalığına da değiniyor. 

Ümitsizlik mağaralarında davet eden “Trendeki Adam”, sevilesi yoldaş Michael ile sıcacık, içe dokunan, iyi hissettiren bir yolculuk, bir yaşam güzellemesi. “Ben yalnızca dünyanın daha iyi bir yer olmasını istiyorum, diye düşündü Michael ama dile getirmedi. Daha iyi, daha düzgün bir yer olmasını istiyorum. İstiyorum ki…” diyor Michael. Hepimizin istediği de bu değil mi? “Acı zamanla diniyor. Daha güçlü olabiliriz. Sonuçta, yaşamayı başaranlardanız biz, değil mi?”


Share this:

Yorum Gönder

 
Designed by OddThemes & Distributed by Free Blogger Template