Her şeyi sonsuz bir hızla değersizleştirdiğimiz bir çağı yaşıyoruz. Yıkmayı, değersizleştirmeyi seven insan bir türlü doymuyor ve artan tatminsizliğiyle oradan oraya savruluyor. Bu büyük boşluktan en büyük nasibi de doğa alıyor. Peki ne yapacağız? Nasıl düzeleceğiz? Sorun ne? Delidolu kitap’ın yeni serisi “Ne Yapmalı?”nın kitaplarından “Hayvanlara Niçin Bakarız” da kendimize yeniden dönmemiz için araçlardan biri. Sorular sorduran, perspektifi büyüten kitaplarla yeniden düşünmeye zorluyor. Yazar, eleştirmen ve şair John Berger her zaman olduğu gibi dostuna anlatır lezzette makalelerle çıkagelmiş. Farklı zamanlarda yazdıklarından oluşan kitap, insanın hayvanlarla olan ilişkisine dair süreci ele alıyor ve “Ne Yapmalı?” sorusunu okurunun kucağına bırakıyor.
Kitabı okurken aklıma gelen olayı anlatayım isterim önce… Doksanlı yılların sonları olmalı. Bir iş hanındaki büromda kedi besliyordum. Bir tane ile kalmıyor malumunuz, artıyorlar. Yedi tane olmuşlardı. Herhangi bir sorunları yoktu. Sesleri bile çıkmıyordu. Ama dirlik düzen gereği bir gün yönetici çaldı kapıyı. Geçtik oturuyoruz. Bir tuhaflık oldu. Önce anne geldi oturdu kucağıma sonra yavrular derken yedisi de sardı çevremi. Yöneticimiz de bu ara lafa girecek ama havadan sudan konuşmaya devam ediyor. Nihayet konuya girdiğinde “Kedilerden rahatsızız. Ev değil iş hanı burası. Hoş olmuyor…” diye aldı sazı eline. Sonra bir an durakladı ve fark ettiği şeyi söyledi: “Yahu bunlar anlıyor mu? Hepsi gözünü dikmiş bana bakıyor. Seni koruyorlarmış gibi. Kötü bir şey desem saldıracaklarmış gibi.” Dirlik düzen amacındaki yönetici korkmuştu kedilerimin gözlerini dikip ona bakmasından. En son ne zaman bir hayvanın gözlerinin içine bakmıştı kimbilir? Sahi siz en son ne zaman baktınız?
John Berger, sekiz makale ile o “bakış”ın peşine düşüyor. Kitabı bir hikaye ile açarken, özgürlük duygusundan dem vuruyor. İkinci makale “Bir Geçit Açmak”ta “göz”ün kusurlarına değinerek gerçek bakışımızın, göremediklerimizin altını çiziyor. Kitaba adını veren üçüncü makale ile giriyoruz konuya. Hayvanların tarihsel süreçte neler ifade ettiğini anlatıyor Berger. Hayvanların insan yaşamındaki önemine değiniyor. Yıllar içinde nasıl sahipliğimizi ilan ettiğimizi, yardımcılarımız olmaktan nasıl meta haline geldiklerini vurguluyor. “Hayvanlar her zaman gözlemlenen varlıklardır. Onların da bizi gözlemleyebilecekleri gerçeği bütün anlamını yitirmiştir. Hayvanlar bizim sürekli genişleyen bilgimizin nesneleriydiler. Onlar hakkında bildiklerimiz bizim gücümüzün bir göstergesiydi ve bu bizi onlardan ayıran bir göstergeydi. Bizim bilgimiz arttıkça onlar da bizden uzaklaşıyorlardı.” demiş Berger, hem de 1977’de… Okurken evet diye tasdiklerken yazıldığı yılı görünce tarihten bir şaplak yemiş gibi oluyor okur. Kırk yıl sonrasında bizden ne kadar uzaklaştıklarını da açıklıyor aynı yazıda, sözü hayvanat bahçelerine getirerek: “Hayvanat bahçesi ancak hayal kırıklığı yaratabilir. Hayvanat bahçelerinin kamusal amacı, ziyaretçilere hayvanlara bakma olanağı sağlamaktır. Oysa hayvanat bahçelerine gelen hiçbir yabancı bir hayvanla göz göze gelemez. Olsa olsa hayvanın bakışı şöyle bir parlar, sonra ona bakandan uzaklaşır. Hayvanlar başka yana bakarlar. Görmeden uzaklara bakarlar. Dış dünyayı mekanik olarak tararlar. Karşılaşmalara karşı bağışıklık kazanmışlardır, çünkü hiçbir şeyin artık onları dikkatini çekemeyecek kadar merkezi bir önemi kalmamıştır.” Neredeyse yüzümüze çarpan bir tokat gibi gelen bu cümleleri okuduktan sonra cevapsız bolca soru oluşuyor zihinde. “Sahi en son ne zaman hayvanat bahçesine gittiniz?” diye sormalı mı acaba?
Dördüncü makale ile insanın evrimleşmesini konu alan Berger, meseleyi kuşlar, toprak ve yemek kültürü ile tamamlıyor. Sekiz makale ile okurun dimağında kalanlar koca bir sorumluluk. Kültürden ve düşünürlerden alıntılarla zenginleşen metni okurken içinizdeki ağırlık büyüyor. Sürekli bir sorgulama içinde buluyorsunuz kendinizi : Biz nerede yanlış yaptık?
Hayvanlarla nasıl bir ilişkimiz var peki günümüzde sorusuyla kendimize dönelim… Sosyal medyada bolca paylaşıyoruz sahip olduğumuz can dostlarımızla fotoğraflarımızı. Çeşitli etiketlerle çağrılarda bulunuyoruz. Herhangi bir olayda imza kampanyalarıyla örgütleniyoruz. Vegan meselesine bakışımız, görmek istemediğimiz şeylere uydurduğumuz kelimeler ve tuhaf terimler. Her şeyin etrafında dolaşmalarımız… Ama ya sonrası? Hayvanlarla yaşarken neler yaptıkta önemsizleştirdik onları. Sadece bu da değil, onlar için de önemsizleştik… Nerede koptu bu zincirin halkası diye sormalı. Berger gibi hayvanların tarafında olabilecek miyiz peki cevapları verirken?
19. yüzyıla kadar insanoğlunun yaşamında önemli bir yere sahip olan hayvanların artık yaşamımızda yerleri olmadığını vurguluyor Berger. Kantarın topuzu ise insana kalıyor yine. Süreçte yaşananların insanların başına gelmesinin kaçınılmaz olduğunun altını çiziyor. Düşünmemiz gereken yer de tam burası oluyor. Bugün hayvanların başına gelen her şey yarın ezilen sınıfın başına gelecek! Hayvanların yerini köylüler alıyor. Hayvanat bahçelerinin yerini gettolar. Hayvanlara bakışımızın aslında doğaya ve en önemlisi de kendimize bakış olduğunu anlıyoruz bunca ayrıntılı örnekten sonra. Peki buna hazır mıyız? Daha da önemlisi, Ne Yapmalı? Bu sorunun cevabına yine Berger’in sözleriyle dönmek gerek. Tabii yapabilirsek…
“Yalnızız ve bizim dışımızdaki her şey gibi, yaratıldığımızı kabul etmek zorundayız. Eğer yüreklendirilirlerse, sadece ruhlarımız hatırlar başlangıcı, tek kelime etmeden.”
Yorum Gönder