Sinema dediğimiz salt sanat mıdır ya da yönetmenin izleyicisiyle paylaştığı derdi, sıkıntısı, heyecanı mıdır, yoksa bazen de tek başına bir öğretmen midir? Bazen bazı filmler tüm sadeliği ve hatta sıradan görünümüyle bir ruhsal sıçramaya vesile olmaz mı? İzleyicinin, hikâyeye ve yönetmenin penceresine ne kadar yakınlaştığı, hikâyedeki karakterleri ne kadar öğretmen ya da yol gösteren usta olarak benimsediği önemli olmaz mı? Sinema sadece görsel bir sanat değil, belki bir ruhani usta da olabilir mi?
Çilekli Kurabiyeler sakin, sıradan, durağan görünümlü ancak derinlikli ve aydınlanmaya vesile olacak filmlerden. Sınırlı-sinirli zihinlere, inanç hassasiyetlerine üstü kapalı meydan okuma hikâyesi. Hani hayatın anlamını sorgularız ya bazen, anlam dediğimiz sırtımızdan attığımız ezberlerimizden geriye kalan duruluk olmalı, kırdığımız zincirlerimiz, özgür bıraktığımız düşüncelerimiz olmalı.
Strawberry Shortcakes, Kiriko Nananan tarafından yazılmış, çizilmiş, Hitoshi Yazaki tarafından sinemaya uyarlanmış bir hikâye. Kiriko Nananan’ın hikâyesi ilk defa 2002 yılında manga severlere sunulmuş, ardından 2006 yılında Hitoshi Yazaki de heyecanlanmış ve belki daha büyük kitlerle ulaştırmayı arzu etmiş olacak ki sinema uyarlamasına karar vermiş.
Hikâye, Tokyo metropolünde yaşayan 4 genç kadının yaşamlarında kısa bir kesit sunuyor. 4 genç kadının ikisi ev arkadaşı, diğer ikisi iş arkadaşı ve bu ikililer birbirleriyle tanışmıyorlar fakat hayatları anlarla kesişiyor. Çilekli Kurabiyeler, bize yaşamlarımızın küçücük lahzalarla birbirine bağlı olduğunu hatta kendi hayatlarımızda yaşadığımız zihinsel sıçramaların suya düşen taşın yarattığı dalgalar gibi bir başkasının hayatına dokunduğunu anlatıyor. Birbirinden tamamen farklı karakterlere sahip bu kadınların duygusal kesişme noktalarında aşk var. Metropolün kaotik yaşamı içerisinde dinginliği sadece aşkta bulabileceklerine inanıyorlar ve içsel mücadeleleri bu yönde, aşk için dua edecekleri, dileklerde bulunabilecekleri bir güce de ihtiyaçları var fakat aydınlanmayı bu mücadeleden vazgeçtiklerinde ve yaşamın belirlediği akışa teslim olduklarında yaşıyorlar. Tanrı var mı sorusu hikâyenin belirleyicisi ancak beri yandan hikâye, bir tanrının/yaratıcı gücün varlığı yokluğu üzerine değil, bu gücün nerede olduğu üzerine kurulu. Oldukça zekice işlenmiş hikâye insanoğlunun inanma ve sığınma ihtiyacına, herkesin Tanrısı kendine ekseninde incelikli vurgular yapıyor. Satoko için Tanrı gökten ona gönderildiğine inandığı bir taş parçası, Satoko taşı kutsarken dileklerini hürmetle taşa sunuyor, Chihiro için ona istediklerini alabilecek ve dileklerini yerine getirebilme kudretine sahip bir sevgili. Toko ise kitap kapakları tasarlayan bir ressam ve film boyunca üzerinde çalıştığı kitabın kapağına Tanrı’nın resmini çizmek için çabalıyor. Hikâyenin başında bir Tanrı var mı diye soran Akiyo ise Satoko’nun ona hediye ettiği Tanrı’yı okyanusa fırlatacak ve “benim Tanrı’ya ihtiyacım yok ki” diyecektir. Uzakdoğu felsefeleri ile biraz haşır neşir izleyicinin dikkatini çekeceği bir diğer tema ise “ne mutluluklar sonsuza dek sürer ne de acılar” öğretisi olsa gerek. Nitekim filmin kadınları, içine düştükleri duygusal fırtınaların ardından aydınlığa yelken açıyorlar. Ancak bu yeniden fırtınaya yakalanmayacakları anlamına gelmiyor. Zaten hayat fırtınalı ve güneşli sakin günlerin birbiri arkasına sıralanmasından ibaret değil mi?
Son tahlilde, çoğumuzun umuda ve kendi dışımızda hayatlarımıza dokunacak bir güce ihtiyacı var, bazılarımızın ise yok, bazılarımız gücü sadece kendinde bulabiliyor. Önemli olan herkesin kendi yolunda özgürce yürüyebilmesi, bir diğerinin müdahalesine maruz kalmadan…
Keyifli yolculuklar.
Yorum Gönder