♫ ♪♫ ♪•♫♪ 2006'dan bu yana Film, Dizi, Müzik ve Kitaplar üzerine Yazılar Diyarı... ♫ ♪♫ ♪ ♫ ♪♫

Kulak Keyfi : Haziran Raporu

Sıcaklarla boğuşmaya başladığımız Haziran, yarısını geride bıraktığımız yılın en hareketsiz dönemi olarak çok iyi albümler getirmedi... Nicelikte bolca albüm çıkmış olsa da, niteliğin aynı seviyeye gelemediği ayın merakla beklenen albümleri de az olunca, kulaklarımız bir kaç albüme takılıp kalabildi sadece... Fink, Jack White, Keaton Henson ve Peter Murphy olmasa halimiz haraptı... Yerli albümlerdeyse özgün işlerin ne kadar önemli bir fark yarattığının canlı kanıtları Cenk Erdoğan, Gaye Su Akyol, Necati ve Saykolar ile Plüton’u Kurtarmak olurken, 123 şahane bir albümle geldi, doyamadık dinlemelere...


Fink - Hard Believer
Tanımlar üstü müzik adamı Fin Greenall, sekizinci albümünde de ustalığını konuşturmaya devam ediyor... Zero 7 sayesinde adını duyurduktan sonra dizilerde kullanılan şarkılarla herkesin kulağına yer eden fink, on şarkılık albümde yine ne kadar özel bir ses olduğunu gösteriyor, her duyguyu içinize işletiyor... Olağanüstü melodilerle bezeli albüm yine birbirinden ayrılmayan bir bütün... Kendini tekrar etmeyen müzisyen candır diyorken, kendini sürekli aşan Fink’e şapka çıkartmak boyun borcu... Bu albümle kalmayın, her albümünü hatmedin...



First Aid Kit - Stay Gold
90 ve 93 doğumlu İsveçli kız kardeşler Johanna ve Klara Söderberg, 2008’de youtube’da yaptıkları patlamanın hakkını iki yıl sonra debutla vermişler ve yılın albümlerinden birine imza atmışlardı... 2012’de ikinci albümleri “The Lion's Roar”la daha iyisini yapabildiklerini göstermeleriyle artan beklentileri nasıl karşılayacakları açısından önemli bir hal aldı üçüncü albüm... Yine Bright Eyes’dan tanıdığımız multi enstrümanist prodüktör Mike Mogis’la çalıştıkları 10 şarkılık albümle, haziran ayının en ferahlık veren işine imza atmışlar... Özellikle “Cedar Lane” ve “The Bell”in öne çıktığı albüm, daha kişisel, daha zengin ve konser performanslarına daha yatkın... Daha fazla enstrüman kullanarak, yeni sesler bulduk diyorlar... E haklılarda... Bu zenginliği sahnede üç kişi olacaklarını hesap ederek kaydetmişler... Hesaplar tutmuş, her albümde bir basamak daha çıkmak her gruba nasip olmaz... 



How To Dress Well - What Is This Heart
2010’da yayımladığı “Love Remains” debutuyla büyük heyecan uyandıran ve neredeyse tüm dergilerin yılın en iyi 50 albümü listelerine yerleşen Tom Krell, aynı başarıyı ikinci albümüyle tekrarlayınca bu yıl yayımlayacağını ilan ettiği albüm için heyecanlı bir bekleyiş başlamıştı... R&B ile ambient karışımına konuşlanan How To Dress Well’in nasıl bir soundla geleceği merak konusuydu en çok... indie r&b gelmiş, depresif bir havayla fısıldamayı seçmiş Krell... Usul usül akan 12 şakıyla harika iş çıkarmış, ama mevsime pek uymuyor... Yaz sıcağında çok mıy mıy çok bayık tınlıyor albüm... Çok durağan kalıyor... Mevsim normallerinin dışındaki albüm, yıldız yağmurlarına tutularak ayın en iyisi ilan edildi ve yıl sonu listelerine gireceğini de tahmin etmek zor değil... Seversiniz sevmezsiniz size kalmış ama en azından test etmeden geçmeyin...



Howling Bells – Heartstrings
Kendi adlarını taşıyan mükemmel debutlarıyla 2006’nın en güzel keşfi olan Londra çıkışlı Avustralyalı dörtlü, her yeni albümde üstüne koya koya ilerleyen gruplardan... Üç yıllık aradan sonra gelen dördüncü albümleri 10 şarkı içeriyor... Dinleyicinin onuncu şarkıdan sonra ilgisini kaybetmeye başladığını düşünerek bu kararı almışlar... Ağırlıklı olarak gitar ve vokalden sorumlu Juanita Stein’in üretimiyle giden grup, ilk kez birlikte üretmiş... Bunun yansımaları da albümü tökezletiyor ve odağını kaybettiriyor... Gitarı ve distortion pedalını ilk kez bu kadar çok kullanmış ve önceki albümlere göre sertleşmişler... Bu da Juanita’nın melodik şarkılara nakış gibi işlediği duygu dolu vokalini biraz daha geri plana itiyor... Bu sefer üzerine çok koyamamışlar, daha stabil kalmışlar ama vasatın üzerine çıkabilmişler... Yine de beklentileri karşılıyorlar... 


Jack White – Lazaretto
Her hareketiyle müziği sevdiğini ve sadece sevdiği için yaptığını gösteren şahane adam, önce en hızlı kayıt denemesiyle rekorlar kitabına girerek acele işe şeytanı karışır genellemesinin istisnasını gösterdi, peşinden 11 şarkılık albümünü yayımladı... Söz konusu White olunca, biraz araştırsanız, açıklamalarını falan okusanız hayran olmamak elde değil... Günümüz müzisyenlerinin şarkıları ve albümleri sermaye olarak gördüğü para odaklı dünyada, inatla o odaktan uzak, kendi gitarını yapıp çalıyor söylüyor... 17 müzisyen ve 15 teknik elemanın dokunuşuyla vücut bulan albüm, White’ın o stüdyodan hiç çıkmamasını istemenizi sağlıyor... O daha çok yapsın, biz de daha çok alkış tutalım... 


Kasabian - 48-13
Ayın en meraklı bekleyişinin sonu o kadar büyük hüsran oldu ki, argo ya da küfür kullanmadan anlatmak zor... 2004’de kendi adlarını taşıyan debutlarıyla tanıştığımız Leicester dörtlüsü, devamını hiç iyi getirememiş ve düşüş yaşamışta olsa vasatı aşıyordu en azından... 2011’de imza attıkları dördüncü stüdyo albümleri “Velociraptor!”la en iyi albümlerini yaratmışlardı... Üç yıl sonra 13 şarkılık albümle geliyoruz dediklerinde umutluyduk, ilk single geldiğinde de eh dedik biraz daha elektronik ama son albümün ikinci yarısı da öyleydi, beklenen durumdu bu... Albümün ilk tınılarından itibaren cıstak cıstak başlaması ve tamamen elektroniğe teslimiyeti, işin bambaşka yerde olduğunu gösterdi... Hele altıncı şarkıda rap duyunca bitti olay... Bir tane mi iyi şarkı olmaz, bir tane mi iyi melodi olmaz... Sergio Pizzorno ve arkadaşları için söylenecek en iyi laf, “yüz verdik deliye, geldi sıçtı halıya” olur kanımca...


Keaton Henson - Romantic Works
Dinledikçe insana “aman hiç paylaşmayayım, yazmayayım da kimseler bilmesin, bana kalsın” dedirten isimlerden biri Henson... Aktör bir baba ile balerin bir anneden olma 88’li İngiliz, aslında illüstratör... Şairlik ve müzisyenlik aşktan doğmuş... Aşık oluyor, kalbi kırılıyor ve şarkı yazıyor... Şarkılar da az buz değil, müthiş kliplerle iyice şırınga gibi hap gibi olup içinize hemen karışıyor... 2010’da yayımladığı debutu “Dear...” ile duyulması geç biraz sürmüş ama dinleyenin içine alevler salmıştı... Geçtiğimiz yılın en iyi albümlerinden biri olan “Birthdays” ile devam etti bu durum... Bu kez gitarı elinden bırakmış Henson, piyanonun başına geçmiş ve neo-classical bir albüm yapmış... Sözlerle vuruyordu, bu kez susuyor... Melodilere bırakıyor işi... Ağırlık piyanoda ama çello ve keman da eşlik ediyor bolca... Bu nefis enstrümantal lezzet için sevdiği müzisyenler Arvo Part, Philip Glass, Henryk Górecki ve Edward Elgar’dan ilham almış... Narin ve kederli 9 ezgi, kendine acıyacak kadar düşmemiş daha ama hıçkıra hıçkıra ağlıyor, geçiyor kendinden yer yer... İçgüdüsel hüznüne ortak arayan muhteşem bir albüm...


Klaxons – Love Frequency
Muhteşem debutları "Myths of the Near Future" ile mercury ödülüne dek uzanan büyük bir başarı elde eden Londralı new rave dörtlüsü, 2007'deki bu patlamanın devamını çokta iyi getirememişti... "Surfing the Void" iyi albümdü ama öyle bir ilk albüm yapmışlardı ki, ömürlüktü ve onu aşmak hiç kolay değildi... Ocak sonunda yaptıkları üçüncü albümümüz geliyor açıklamasıyla yarattıkları heyecan doğal olarak yine büyük bir beklentiye yol açtı... Grubun sürekli olarak taşıyacağı bu ilk albümün yarattığı etkiyi yeniden yaşama isteği, "Love Frequency"i değerlendirirken de başımıza iş açıyor... Kıyaslamayla bakacak olursak, düşüşteler ama salt albümü değerlendirirsek yine vasatı aşan iyi bir albüm... En iyiyi en başta yapan her grup gibi daha fazlasını bekleme ve isteme hakkımız varsa sonraki maçlara bakıyoruz...


Oscar And The Wolf - Entity
Belçikalı grupların yükselişinin son halkası iki müthiş e.p.’nin ardından debut albümü yine müthiş single ile müjdelemişti... Max Colombie önderliğindeki dreampop altılısı, leziz bir harman sunmaya devam eden 12 şarkı boyunca içe işliyor... İlk şarkıdan yakalayan albümlerden biri “Entity”... Hem ritmik, hem melankolik bolca da karanlık... Şubat ayında yayımlanan albüm, haziran ayının kısırlığında dönüp kaçılabilen önemli alternatiflerden biri... Yılın da dinlemeden geçilmemesi gereken debutlarından... 


Passenger – Whispers
2012’ye damgasını vuran “Let Her Go” ile herkesin radarına giren İngiliz folkunun altın çocuğu, beşinci stüdyo albümüyle yılın en çok beklenenlerinden biri olma baskısını da üzerinde hissederek geldi... 16 yaşından bu yana sahnede olan 1984 doğumlu Michael David Rosenberg, 11 şarkıyla gelmiş bu kez... Baskıyı kaldıramayarak “All the Little Lights”ı aşmayı başaramamış ve vasatı aşmakla yetinmiş... 


Peter Murphy – Lion
Efsanevi ingiliz dörtlüsü Bauhaus'un vokalisti, goth'un babası Murphy, solo kariyerine daha yenilikçi tavırla devam ediyor... Gruptan daha başarılı olduğu solo serüveninde onuncu adımını Martin Glover prodüktörlüğünde atmış... Kendini sürekli yenileyen üstad, bu kez daha fazla elektronik altyapı kullanarak gotik epiğine devam etmiş... Doğaçlamaya dayalı hızlı bir kayıt sürecinde tamamlanan 11 şarkıyla yine kendi senfonisini yaratan Murphy, büründüğü rolü " Bowie, Iggy, Sinatra ve Elvis gibiyim. Belki de hepsiyim..." diye açıklıyor... Kimse gibi olmasına gerek yok, her yeni albümünde yeniyi denemekten çekinmediği ve dost sohbetleri tadında doğaçlamalarıyla yarattığı operasıyla gönlümüzdeki yeri her daim garanti... Önceki albümlerine göre daha enerjik daha canlı bir albüme imza atması da takdire şayan...


Strand Of Oaks – Heal
Timothy Showalter'ın 2009'dan bu yana sürdürdüğü amerikana folk projesi, dördüncü albümünde daha farklı tınlıyor... 2009'da "Leave Ruin"den çıkardığı hit şarkılarla tanınıp sevilen Showalter, bu kez hayli kızgın olsa gerek yok... İlk albümde elinde tek gitarla çalıp söyleyen o adam ve soundu gitmiş yerine çok sesli, bol enstrümanlı klasik rock soundu gelmiş... Hikayelerini anlatmak için kullandığı gitarı bu kez distortionlamış ve öttürmüş Showalter... Elektronik altyapıyı da kullanmış... Daha çok sesli, daha zengin bir soundla daha fazla derinlik yakalamasını sağlayan bu seçiminin "katarsis ve yeniden doğuş, çaresizlik ve zindelik, keşmekeş ve açıklık hissi"nden kaynaklandığını belirtiyor... Kendi derinliklerinden gelen bir ilahi duymuş Showalter ve üç haftada yaptığı 30 şarkıdan eleye eleye 10 şarkılık bir albüme imza atmış... 70'lerden 90'lara pop-rock baladlarının etkilerini de hissettiren albüm, cesur bir yeni başlangıç, reenkarne hali... Ayın ve belki de yılın en beklenmedik lezzeti...


The Donkeys - Ride The Black Wave
2004'de kurulan California'lı dörtlü onuncu yıllarını dördüncü stüdyo albümleriyle taçlandırdı... Büyük başarı kazanan "Born with Stripes"ın ardından gelen 11 şarkılık albüm, öncekiler gibi plajda gitarla çalıp söyleyelim havasından biraz daha ilerde... Yine melodik countryden vazgeçmiyorlar ama ilk defa sıçrama yapmalarını sağlayan daha olgun bir havayla gelmişler... Daha ikinci şarkı "The Manx"de farkedilen Manzarekvari keybord numaralarıyla çağdaşlarına yaklaştıklarını gösteriyorlar... Güneşli günlere eşlik eden melodilerle daha büyük keyif veriyorlar artık... Mevsimine uygun eski usül şarkılara susamış olanların denemesinde fayda var...


******************
Yerliler:
******************


123 – Anja
İllüstrasyon karakteri “Aksel”in hikayesini kitap-albüm serisi üzerinden anlatan 123, üçlemenin son halkasını sonunda kulaklarımıza gönderdi... Final bölümünde üç karakterin kesişen hikayesini çözümleyen grup, albümü de beş kişilik yeni haliyle kotarmış... Türler arası geniş bir yelpazeye uzanmalarıyla gönlümüzü fetheden beşli, bu topraklardan özgün ve iyi şeyler de çıkabileceğini 2009’dan bu yana göstermişti... Son halleriyle de daha iyi tınlıyorlar... Arda Erboz’un katılımıyla daha fazla gitar duyuyoruz artık, Seçil Kuran’ın da vibrafon ve perküsyonla gelişi daha ritmik hale gelmiş onları, nefis bir sound çıkmış ortaya... Özellikle “drill” ve “undertow”a bayıldım ama her şarkısı ayrı sevilesi şahane bir albüm “Anja”, dinlemelere doyulmuyor... Ben şimdiden yılın en iyi albümleri listesine aldım... Dinleyin, dinletin...


Barış Ursavaş - Sudan Hayaller
Uzun süredir müzikle uğraşan ve halen İstanbul Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde Yrd. Doç. Dr. olarak Brand Management alanında ders veren Ursavaş, yedi şarkılık debut albümü için kendisini aşık olarak tanımlıyor... Müziği de ne bir hobi ne de bir kariyer olarak gördüğünü belirtiyor... Country ile folk arasında gezinen albüm, bir aşığın kendi kendine söylediği şarkılardan oluşan bir deneme... Tüm şarkıların söz ve müziği de kendisine ait... Çıkış şarkısı “Belki Böylesi Daha İyidir”le umut veren albüm, devamını da getirebiliyor... İyi bir ses Ursavaş, içinden taşan müziği de kendine has bir özgünlükle sunabilmiş... Vasatı aşabilen, samimi bir çaba... 


Cenk Erdoğan - Kara Kutu
Gitarist ve besteci Erdoğan, üçüncü albümünün farklı olduğunu kendisi de belirtiyor sıklıkla... En zor albümü olduğunu “Hem besteleme hem de yazdıklarımı müzikal olarak çalışma ve oturtma süreci çok uzun sürdü. Solo gitar çalmak eşlikle çalmaya benzemiyor, sadece sen ve gitar var odada ve anlatılacak koca koca hikayeler…” diyerek anlatıyor... Yaş aldıkça daha iyi hikayeler anlatıyor artık, hayatın değiştiğinin de müziğin de değişmesi gerektiğinin farkında belli ki... Üçü eşlikli 10 şarkılık solo “kara kutu” daha içe kapanık bir albüm, açıldıkça içe işliyor... Yılın en özel işlerinden biri... 


Gaye Su Akyol - Develerle Yaşıyorum
Grup maceralarıyla tanıdığımız Akyol, beklenmedik solo albümüyle en başta şaşırtıcı bir bütünlüğü kucağına bırakıyor herkesin... Bırakıp kaçma muzipliği bu... Dokuz şarkılık albüm, çok yeni olmayan ama hayli ilginç bir sounda sahip... Kadıköyden arabesk-indie’ye doğru uzayan bu soundu, kendine has tarzı vokali ve tarzıyla iyice özgün hale getirmiş Akyol... Ama bir şeylere yamanabilecek, fazlaca iticiliğe meyleden bir özgünlük bu... Sürreal bir uzaya gitme hadisesi... Bazı şeylerin altının fazla çizilmesine dert yanmak, “bu ne lan” demek de mümkün ama farklıya alışmak zor ne de olsa... Onun debelenmesi olur bu... Ne düşünürseniz düşünün, dinletiyor kendini albüm... Bayılan zaten baştacı etmiştir, geri kalan da iğrenç deyip suçlu zevk kabilinden gizli gizli dinler... Neyse mirim, uzatmayalım rakıya iyi mezeye oluyor nihayetinde...


Necati ve Saykolar - Dur Bak Dinle Geç
2008’de Necati Karadayı ve Alper Kayman önderliğinde kurulan ve o gün bugündür kendi kulvarında giden dörtlü son dönemde bir çok ilde sahne alarak adını duyurmuştu... Yavaş yavaş kitlesini geliştirmelerini sağlayan sahnedeki müthiş interaktif performansları kadar memnun ayrılan dinleyicinin kulaktan kulağa “mutlaka git izle” tavsiyesini vermesi... Eğlenceli sahne performanslarının başarısının getirisi olarak 6 şarkılık bir albümleri var artık... Ellerindekinin en iyisiyle gelmişler, haliyle az ama öz şarkılardan oluşuyor... Albüm hazırlığında elde ne varsa doldurarak abanan grupların aksine şarkı sayısına takılmadan en iyilerden oluşturmak daha iyi ve önemli bir tercih... Biri duygusal, beşi eğlenceli bu çok başarılı altılı, ilk adım için fazlasıyla iyi derken onları sahne üzerinde görmeniz gerektiğinin altını çizeyim... 


Plüton'u Kurtarmak - Yarın Yok
Müzik üzerine öğrenim gördükleri yıllardan itibaren tanışan; Vokal ve gitarda Burak Yarar, arka vokal, synth ve klavyede Yiğit K. Güç, bas gitarda Uğurcan Moroğlu ve davulda İhsan Ersen'den oluşan grup, 2012’den bu yana süren kayıtların sonunda 10 şarkılık albümle çıka geldi... Çağdaş bir soundla, evrensel konulardan bahsederek hemen farkediliyorlar... Kısa film tadındaki ilk video klipleri “Gitsen de” ile de ayın en güzel çıkışlarından birine imza atmış durumdalar... Kapakları ve logolarıyla da ciddi ve farklı olduklarını göstermişler... Aşktan meşkten bahsetmiyorlar, ona buna laf sokma dertleri de taşımıyorlar sözlerde, oh be dedirtiyorlar... Bir dertleri var anlatıyorlar güzel güzel... İki tane ingilizce şarkıyla yabancı ellerde de ilgi yaratmayı düşünmüşler... Ki onlarda ne sıralamada, ne de genelde sırıtmıyor... Bir tek vokali beğenemedim, bir türlü ısınamadım... Gayet kendilerinden emin kurtarıyorlar Plüton’u, çok iyi bir ilk albüm “Yarın Yok”... Daha fazla bilinmeli ve hakettiği ilgiyi görmeli...


Share this:

Yorum Gönder

 
Designed by OddThemes & Distributed by Free Blogger Template