Gerçekler, hayaller gibi sevilip önemsenmedi hiç. O
yüzden hep yarım, hep yitik, hep silik kaldılar...
Çocukken zaten bihaberdik onlardan. Müthiş hayal
gücümüzle dünyayı keşfetme peşindeydik. Büyüklerin dünyasına adım attığımızda
ise; “gerçekler acıdır” dendi, kaçmak öğretildi bize. “İnsanı yaşatan, ayakta
tutan hayalleridir” dendi, peşinden gitmemiz salık verildi. Bu yüzden hep heves
ettik, hep heyecanlandık, hep istedik, hatta elimizden geldiğince uğraştık
onlar uğruna. Gerçek olduklarında ise, bir bahane bulup sırtımızı döndük; nasıl
başladığımızı hep unutarak.
Düşüp de dizlerimiz kanayınca, tekrar binmek istemedik
düne kadar yatağımızın baş ucunda tuttuğumuz o ilk bisikletimize. Annemiz alsın
diye mızmızlandığımız o bebeğin varlığını, yıllar sonra kolu kopuk bir
vaziyette sandıkta gördüğümüzde hatırladık. Çok istediğimiz o işe kabul
edildikten bir süre sonra, daha çok dert yandık yorgunluktan ve stresten.
Gelelim diye can attık İstanbul’a, sonra bir baktık “bu şehirde yaşanmaz
abi”ler döküldü dudaklarımızdan. Ne umutlarla, heyecanlarla elini tuttuğumuz o
kişinin elini de bir süre sonra bıraktık, kimi zaman farkına bile varmayarak..
Hayat buydu çünkü, gerçeklerden ibaretti. Ve hayat, uğruna mücadele
gerektiriyordu. Kimimiz çok yorgun, kimimiz çok mesguldük bunun için. Kimimiz
ise, değmeyeceğini düşündük sadece bir ya da iki şey aksi gitti diye… Oysa
ayırt etmek gerekiyordu; umduğumuz gibi gitmemesiyle, aksi gitmesi arasında
fark vardı. Mücadeleyi bu belirleyecekti, ama çoğumuz için boş vermek daha
kolaydı.
Yetmezmiş gibi, gerçekler kendi içlerinde üçe ayrıldı
bir de... Kötü olanlar, “maalesef” kelimesiyle başlandı anlatılmaya. İyiler
içinse ilk tepkimiz, “gerçekten mi?!” oldu ironik bir biçimde. İnanamadık
istediğimiz şeylerin başımıza gelebileceğine. Ve bir süre sonra, o güzel
şeyleri de kaldırdık kafamızdaki tozlu tavan arasına, diğer “gerçek”lerin
yanına. Üstüne bir de, biz istediğimiz sürece hep orada olacaklarına inandık
umarsızca…
Geriye kalan gerçekler ise; kötü niyetli insanlar
tarafından kullanılıp “hedef” haline dönüştürüldüler. Yalanlar, aldatmalar, iki
yüzlülükler, ayak kaydırmalar, oyunlar ve sahte gülümsemeler, riyakar sevgiler;
hep bu hedefin altına gizlendiler. “Neden?” dendiğinde; “n’apalım hayatın
kendisi bu, ihtiyacım vardı, hem herkes böyle” dendi. Tarafların durumdan
memnun olduğu karşılıklı menfaat hallerinde, “gerçekler” bilindiği halde
konuşulmadı bile. Ama işin içine diğerinin hayallerinin yıkılması girdiyse;
zaten kötü bir imajı olan gerçek, daha da beter hale geldi. Oyun bozan diye
taşlandı. Rafa kaldırılması gereken o insanlarken, olaylardan nasibini sadece
gerçekler aldı.
Oysa, hayallerin şerefine kadehler kaldırıldı, en
güzel müzikler-mezeler eşliğinde. Kahveler içildi bol köpüklü, fallar
kapatıldı. Birazcık yaklaşılınca dileklere, kulaklar dört açıldı; “başka ne
görüyorsun?!” dendi hevesle. Bugünden mi bahsedildi, hemen “aman canım, fala
inanma falsız kalma işte” diyerek yıkandı fincanlar.
Gerçekler, hayaller gibi sevilip önemsenmedi hiç. O
yüzden, ne zaman bir hayal gerçek olsa, malum sona bir adım daha yaklaştı “aynı
hikaye”…
Yorum Gönder