♫ ♪♫ ♪•♫♪ 2006'dan bu yana Film, Dizi, Müzik ve Kitaplar üzerine Yazılar Diyarı... ♫ ♪♫ ♪ ♫ ♪♫

He Was a Quiet Man : Sessiz sedasız bir adamın fantezileri



Bir şikayetle başlamakta fayda var, 2007 yapımı bir filmi 2 yıl sonra izlemek hiç hoş değil. Üstelik korsan piyasada bile eski filmler statüsüne yerleşmiş bir filmin gösterime girmesi yaygın sinema izleyicisine ne düşündürür bilinmez ama, bu kadar geç olmasının önünde geçen tek olumlu faktör, iyi film olması hiç kuşkusuz. Sıkılıkla karşılaştığımız şey genelde vasat korku filmlerinin gösterime girmesi oluyorken, “Sıradan bir gündü” küçük de olsa hafifletici bir sebep yaratıyor. Yine de yurtdışında dvdleri çıkmış filmlerin bizde yeni gösterime girmesi kabul edilir bir şey değil. Sürekli korsan piyasa ile mücadele eden sinemanın baştan kaybetmesi gibi bir şey bu.

“Sıradan Bir Gündü” bir cümle ile özetlemek gerekirse “beklenmedik” bir film. Hem de her şeyiyle. Öncelikle künyesiyle beklenmedik ki, o anlamda da hayli ilginç. 1991’de Hulk Hogan’lı komedi “Suburban Comando” senaryosu ile başlayan kariyerinde genelde aksiyon ağırlık çalışan bir yönetmen Frank A. Cappello, küçük çaplı fiyasko ile sonuçlanan “Amerikan Yakuza” ile 1993’te ilk yönetmenlik sınavını geçememişti. İkinci filmi ise senaryosu da kendisine ait olunca her şeyiyle kendisine ait ilk filmiydi ama yine sonuç hüsrandı. “No Way Back” yeni yeni parlamaya başlayan Russel Crowe faktörüne rağmen başarısız olan filmden sonra on yıllık uzun bir sessizliğe büründü Cappello… Bu on yıl yaramış olacak ki, “Constantine” senaryosuyla yeni bir başlangıç, yeni bir çıkış yakaladı Cappello. O çıkışın sonrasında kendi kariyerinin zirvesine ise sıradan bir gündü ile çıkıyor…

Tuhaf saçlarına eşlik eden tuhaf gözlükleriyle, iş yerinde hor görülen hiçe sayılan arkadaş edinemeyen klasik bir ezik, görünmeyen yok sayılan bir adam Bob Maconel, her gün işe silah gelip, her bir mermisini birine ithaf ederek kazanan konumuna yükselme uğraşında. Her ne kadar “loser” olsa da düşleri, istedikleri de var ama ondan millerce uzakta. Evinde beslediği konuşan Japon balığı başta olmak üzere hayatındaki tuhaflıklar o kadar fazla ki, neredeyse normal bir yanı yok Maconel’in. Onun sıradan hayatı, kaybolmuşluklarının arasındaki çığlığına sahip çıkan ise bambaşka biri oluyor.
Bir erkeğin ne yapması gerektiği üzerine geçen bir monologla açılan film her şeyin özetini ilk sahnesiyle veriyor aslında. Eskiden erkekler ne yapmasını bilirdi, ama şimdi evrim adı altında kadınların da eşitlik isteği başlayan olaylar sonucu demokrasi adı verilen bürokrasi silsilesi erkeğin kendi işini başkalarına gördürmesine yol açtı diyor özetle Bob. Kendi işini kendi görmek istiyor. Gelinen bu hastalıklı durumdan kurtulmanın reçetesini de veriyor. Haksızlık ve adaletsizlik karşısında dik durabilen bir erkeğe ihtiyaç var diyor. Tam da o dik duruşu sergileme fantezileriyle dolu iken, yemeğini yerken koca binayı havaya uçurduğunu düşlerken bir anlamda sınıf atlamak üzereyken…Bob silahına her zamanki gibi mermileri koyarken, birini düşürüp yere eğildiğinde silah sesleri ardından yere düşenleri görüp, elinde silah Ralf’ın kendi yapmak istediği şeyi yapmasının ardından onu vurup kahramana dönüşüyor bir anda. Bu da yeni bir sınıf atlama demek. Artık üst katta çalışmak, patronun sağ kolu olmak, işyerinin arabasını kullanmak, bol sıfırlı bir maaşa sahip olmak söz konusu. Ve tüm bunlara ek olarak gülümsemesi ışık saçan Vanessa da cabası… Vanessa vurulup felçli kalması da filmin tuhaflıklarına yepyeni bir boyut kazandırıyor. Bob’un tüm fantezilerinin başrolündeki kadın artık boynundan aşağısı tutmayan felçli ve yardıma muhtaç bir kadın… Bob’un ilgisi ile başlayan hastalıklı ve tuhaf bir ilişki de filmin fonuna son derece uygun hale geliyor. Sınıf atlayan Bob, artık tüm her şeyin tepesinde… En üst katta ve pencereli bir odada yaratıcı fikirlerden sorumlu müdür.

Görüntüleriyle yakaladığı stili birçok filmden ödünç aldığı atmosferle bütünleyen Cappello’nun özellikle bir şirkete dair tuhaflıkları, iş dünyasındaki arkadaşlıkları da kafkaesk bir dünya üzerinden anlatması harika. İş yerindeki gariplikler ise adeta Brazil’e kardeş bir yapıda kurulmuş. Öncülleri olarak Brazil, Dövüş Kulübü, Amelie sayılıyor ki, onlara Coenlerin anlatım tarzını, Bob ile Vanessa arasındaki ilişki yönünden de Sekreter filmini eklemek gerek. Zaten bu filmlere göndermeler de mevcut. Örneğin bir uçağın lastiğinin düşmesiyle gelen ölümler Donnie Darko’ya yapılan göndermeler arasında. Ki film zaten onların tarzında, Hollywood’un içinden küçük ölçekli bağımsız film havasıyla yakalıyor her şeyini.

Bob’un hayatındaki yeni başlangıç, kaybedenden kazanana dönüşmesi belli bir süre sonra huzursuzluk yaratıyor. Ne kadar istese de kendisini kazanan olarak göremiyor, oraya yerleştiremiyor. Her karakter kahramansın şunu yap, bunu yap diyor zaten. Üzerine oturmadığı her halinden belli olan kahramanlıkla baş edemeyen Bob, daha yüksek sesle konuşamıyor bile. Her şeye rağmen dış görünüşünü hiç değiştirmemesi de hayli tuhaf. Kişi ne kadar istese de ne ise öyle kalıyor. Kahraman gözükse de kahramanlık ruhunu taşımazsa huzursuzluk baş gösteriyor. Bu derece iç patlamalı bir rolde mükemmel performans veren Christian Slater ile de film sürekli diken üstünde zamanlar, beklenmedik patlamalar yaşatıyor izleyicisine…Cappello, Sıradan Bir Gün ile kendi başyapıtını yaratıyor, her yönüyle ilgi çekici, beklenmedik ve öncüllerine ait rahatsız edici yapıcısıyla ilgiyi hak ediyor. Hele tüm bunları taçlandıran bir final yapıyor ki, özellikle Slater’ın performansı ile kendine has özel bir yere oturuyor. Sıradan bir adamın sıra dışı hezeyanları koltuğunda huzursuz oturmak, her daim şaşırmak isteyenlere bir ziyafet sunuyor…

Share this:

Yorum Gönder

 
Designed by OddThemes & Distributed by Free Blogger Template