♫ ♪♫ ♪•♫♪ 2006'dan bu yana Film, Dizi, Müzik ve Kitaplar üzerine Yazılar Diyarı... ♫ ♪♫ ♪ ♫ ♪♫

Le Dernier Combat

Bir kadının izinde içgüdüsel savaşlar…

18 Mart 1959’da Paris’te doğan, çocukluğunun büyük bir kısmını dalgıç eğitmeni olan ailesiyle dünyanın çeşitli yerlerini dolaşarak büyüyen bir yaratıcıdır Luc Besson. Okul yıllarında derinlik sarhoşluğu filminin düşlerini kuran bir yaratıcı… 17 yaşında geçirdiği dalış kazası olmasa sinema dünyasına hiç adım atmayacak bir isim. Filmlerin, ilgi alanlarını diğer sanatlar ile birleştirip sunmasına imkân veren bir yönü olduğunu keşfeden Besson, Fransa’da kendi yapım şirketini (Les Films de Loups -daha sonraları şirketin ismini Les Films de Dauphins olarak değiştirdi) kurarak atıldığı serüvende ilk olarak L'Avant Dernier adlı bir kısa film çekti. Daha ilk kısa filmde sonrasının izlerini bulmak mümkün. Eric Serra ve Jean Reno kadro idi ve uzun süre devam edecek ortaklığında ilk adımı atılmış oluyordu.
1983 yılı ise tam bir başarı yılı olmuştu Besson açısından. Yönetmenin siyah beyaz ve diyalogsuz ilk uzun metrajı bol ödülle yılın en iyilerinden biri olmuştu. Besson’un yaratıcılığının ilk halkasını oluşturan filmden söz etmeden önce, sonrasından bahsetmekte fayda var. Le Dernier Combat sonrası Besson yoluna Subway (Metro) ile devam ederken, uluslar arası çıkışını Derinlik Sarhoşluğu (Big Blue) ile yakaladı. Nikita ve Atlantis sonrası ise Leon’la kendi zirvesini yakalayıp, kendi filmini çekip kimselere beğendiremedi. Beşinci Element sonrası Joan Of Arc’ın vasatlığı, bir daha film çekmeyeceğim açıklaması ile gündeme gelen yönetmenin kendini ülke sinemasına adayan tavrı popcorn sinema örneklerini çoğaltan 6 yıl sonrası Angel-a ile geri döndüğü yönetmenliği Arthur animasyon serisi ile farklı alanda da olsa sürdürmekte.
Çektiği tüm filmlerinde hayatın farklı odalarında nefes alan yalnız insanların, kendilerince aşkları, mücadelelerini sıradışı karakterlerle, kendine has bir ince mizah ile işleyen Besson filmlerinin bu yönden bakıldığında en iyisi Le Dernier Combat olarak göze çarpmakta…
Doğal bir felaket sonucu kıyamet kopmuş… Çok az insanı görebildiğimiz felaket sonrası manzarasında, yıkık binaların ortasında bir hayatta kalma savaşı.
Senaryoya da katkıda bulunan Pierre Jolivet’in oynadığı “The Man”i şişman kadın ile ilişkiye girerken gördüğümüz sahne ile yapılır açılış. Bir anlamda kadınsız hayata dair ilk söylem gerçekleşmiş, finale de, genele de yapılan vurgu olarak iyi bir açılış yapılmıştır…
Tek başına yaşama çabası içinde gördüğümüz The Man, etraftan topladığı parçalarla bir uçak yapar. Bu parça arayışı sırasında çöl ortasında arabalar ve insanları görmek de ilginçtir. Captain grubunun su ihtiyacını arabasının arka bagajında kitli tuttuğu Dwarf’ı iple dar bir yerden aşağıya sarkıtarak giderir. Su için yaşanan yabanilik, kadınsızlıktan doğan sessizlik de ilginçtir.
The Man bu grubun içine gizlice dalarak, aküyü alıp son parçayı da tamamlar. İlk sahneden gördüğümüz üzere az kalan kadın nüfusu, bu arayışın önemli unsurudur. The Man’in tüm çabası kadın bulmaktır. Yaptığı derme çatma uçak ile binadaki camları kırarak kaçan The Man bir yere çakıldığında ise saklandığı anda görünen iki adam hiçbir fikir vermeyen bir geçiş yaparlar. Sanki etrafı ilaçlıyor gibilerdir ama ne için yaptıkları konusunda hiçbir fikir yoktur.
Filmin en enteresan karakterlerinden biri görünür… The Brute adlı karakteri canlandıran Jean Reno, o dev cüssesiyle, filmin öldürme içgüdüsü içindeki kötü karakterini tüm mimikleri ve jestleriyle mükemmel oynamaktadır. Eşyalar bırakarak çaldığı kapıdan bir türlü geçemeyen The Brute ile The Man’in karşılaşmaları da gecikmez. Bu karşılaşma öncesinde zeki bir planla ilk kapıyı geçen The Brute ikinci kapı ile karşılaşır… Kapının arkasında ise The Doctor vardır. Onu tanımak için ise erkendir.
Uçakla geldiği yeni bölgede de aynı yıkık binalara rastlayan The Man kendine yeni bir yaşam alanı yaratır hemen. Eric Serra’nın enfes müzikleri eşliğinde geçen sarhoşluk sahnesi ardından gelen balık yağmuru ise nasıl bir dünyada yaşandığının şaşkınlığını bir kat daha arttırır.
The Man’in topladığı balıkları pişirmek için ocak araması sonucu yaşanan karşılaşma, The Brute ile The Man’in savaşına dönüşür. The Man ne kadar çağdaş ise, The Brute o kadar canidir. Kendini zar zor çukura atan The Man’in yolu yaralı bir şekilde The Doctor’un yanına çıkacaktır.
Bu andan itibaren de filmin en ilginç karakteriyle tanışmak düşer izleyiciye. The Doctor, The Man’in yaralarını iyileştirirken, ilginç mimikleri ve duvarlara hayvan resmi çizmesi ile hayli enteresandır.
The Man’in yarattığı yaşam alanına konan The Brute’un balık pişirme çabası da görülmeye değerdir. Tüp biter, kaset bozulur rahatı kaçar…
The Doctor’la The Man’in masa tenisi oynadıkları sahnede Doctor’un hareketleri ve topa bir türlü vuramaması da ayrı bir renktir. Bir yandan da zaman konusunda felaket sonrası durumu teyit eden bir sahne olur.




The Doctor’un duvara The Man’in resmini çizmesi de pek gecikmez. Ama bir gün sonrası duvara çizdiği kadın resmi her şeyin başlangıcı olur. Bu kadının mekanlarında kilitli tutuluyor olması yeni bir içgüdüsel savaşında da başlangıcıdır aynı zamanda. The Brute’un de o kapıdan neden girmek istediği anlaşılmıştır böylece. The Man o kapıdan girmiş olsa bile kadını uzun süre göremez. Gözleri bağlı olarak The Man’i yanına alarak kadına yemek götüren The Doctor, uzun süre sonra gözlerindeki bağı çözecek ve finali müjdeleyecektir…
Bu arada The Brute’ün kapıdan girme çabası devam eder. İkinci kapının demirlerini sökmeye çalışırken, yangın çıkarmaya çalışırken yakalanır ve garip bir şekilde üçüncü kapı ile karşılaşır…
Gözleri bağlı olmadan kadını görecek olma sevinci ile yola koyulan The Man’in hevesi, şaşırtıcı biçimde yağan taş yağmuru ile sona ermiş olur. Bu sırada Besson usta bir manevrayla The Brute’un kapıları delerek içeri girdiği izlenimini verir… Sonrasında yaşanan vahşet ise iki sahnede farklı yansır. Kadının vahşice öldürülmüş cesetini kısa da olsa gösteren Besson, The Brute ile The Man arasındaki çatışmada kamerasını ölenin üzerine değil, öldürenin üzerine doğrultur.







Bu sahne sonrasında yapılan final ise yapılabilecek en iyi finaldir, ne eksik ne fazladır…
Gücünü kadınsız dünyada yaşanan ilkellik ve içgüdüsel savaştan alan bu enteresan ütopya aynı zamanda inandırıcılık konusunda bir saniye bile tereddüte yer vermiyor. Eric Serra imzalı enfes müzikler ile de tempoyu ayarlayan Besson’un en orijinal başyapıtı Le Dernier Combat, keşfedilmeyi bekliyor….

Share this:

Yorum Gönder

 
Designed by OddThemes & Distributed by Free Blogger Template