♫ ♪♫ ♪•♫♪ 2006'dan bu yana Film, Dizi, Müzik ve Kitaplar üzerine Yazılar Diyarı... ♫ ♪♫ ♪ ♫ ♪♫

The Postcard Killings : Aşk, Aşktır…

Ne yazsa okunan, çoksatar kitapların fabrikası James Patterson sinemaya kaynaklık etmeye devam ediyor. Ülkemizde çok ilgi görmese de Amerikan okurunun gözdesi olan yazarın uyarlamalarla her daim gündemde. Patterson’un Liza Marklund ile birlikte yazdığı ve Ocak 2010’da yayımlanan suç romanı “The Postcard Killings” aynı adla peliküle aktarıldı. Yönetmen ve başrol oyuncusu faktörüyle ilgi çekiyor.

Sinema dünyasının Patterson’u keşfi doksanlı yıllara dayanıyor. Vasat tv filmi “Child of Darkness, Child of Light” ile 1991 yılının unutulası uyarlamasından altı yıl sonra “Kiss the Girls” ile ilk başarılı işe imza atılabilmişti. Dört yıl sonra gelen “Along Came a Spider” ile senaryo için ilk bakılacak yazarlardan biri haline gelmişti Patterson. “Women's Murder Club” hem dizi hem de tv filmi uyarlamalarıyla tutunca, “Alex Cross” fiyaskosu unutulmuştu. “Maximum Ride” fiyaskosunu da üç sezon süren “Zoo” unutturdu. İki sezonluk “Instinct” de herhangi bir fiyaskoyu unutturmak üzere hali hazırda bekliyor. Örneklerde görüleceği gibi Patterson üretken ve çok okunan bir yazar olsa da uyarlamaya çok uygun değil. Hızlı okunması için sadece sayfaları çevirtmek için cümle kuruyor. Bildik arketipler üzerinden ilerleyerek okura tanıdık ve kolayca içine girilebilecek atmosfer sunuyor. Ortaya sadece ana fikri özgün konuların derinliksiz işlenişi çıkıyor. 20 uyarlamaya rağmen iz bırakmaması da bundan. Senaryo için çok uğraşılması gerekiyor. Bu durumu “The Postcard Killings”in dört senaristinin olmasında da görebiliyoruz. “The Infiltrator” uyarlamasıyla iyi iş çıkaran Ellen Furman, “Disconnect”ten bu yana adını duymadığımız Andrew Stern, Tove Alsterdal ve Tena Stivicic dörtlüsünün senaryosunu peliküle aktaran isimse hayli şaşırtıcı bir isim. Danis Tanovic’in orada ne işi var sahi?  İlk uzun metrajı “No Man's Land” ile 2001 yılına damga vuran Tanovic’ten bahsediyoruz. Kieslowski senaryosu “L'enfer”e imza atmış bir yönetmenden. “Triage” ile daha mainstream iş çıkarsa da “Cirkus Columbia”, “Epizoda u zivotu beraca zeljeza”, “Tigers”, “Smrt u Sarajevu” gibi bir derdi olan filmlerinin yönetmeninden bahsediyoruz. 2019’u HBO projesi “Uspjeh” dizisiyle geçirdikten sonra bu yılı da İngiltere & Amerika ortaklığı bir filmle geçirmeyi tercih etmiş. Filmografisinin en ayrıksı filmi olduğu kaçınılmaz. Tüm bunları birleştirince ortaya daha künyesine bakıldığında sınıfta kalan bir iş çıkıyor. Patterson gibi derinliksiz bir yazar ile her filminde derinliğin peşine düşen ve türe uzak bir yönetmen. Jeffrey Dean Morgan, Famke Janssen, Cush Jumbo, Joachim Król, Steven Mackintosh, Naomi Battrick ve Ruairi O'Connor da oyuncu kadrosunun başını çekiyorlar.

Bir seri katil gerilimi olarak lanse edilen “The Postcard Killings”, mistik drama ile polisiye gerilimi dengede tutmaya çalışan bir film. Merak uyandıran bir açılışla hızlıca konusuna çekiliyoruz. Avrupa kıtasında çiftleri öldüren bir seri katilin peşine bir Amerikan polisiyle birlikte düşüyoruz. İngiltere’de işlenen cinayette kızı ve damadı katledilmiş. Kanları çekilen bedenleri bir sanat eserinin replikasına dönüşmüş. Bir sonraki şehirle birlikte katilin yöntemlerini de iyice öğreniyoruz. Önce bir gazeteciye kartpostal, sonra cinayet ve fotoğraflar. Tam katil kim diye düşünecekken gezgin bir çifti görüyoruz. Niye görüyoruz, bunlar kim derken olaylar gelişiyor.

Gayet iyi başlayan ve hızlı temposuyla merak duygusunu canlı tutan film, olası katilleri göstermek üzere tüm sürprizleri bozmasıyla hızla kan kaybediyor. Kötü kurgusu sayesinde tüm şüpheleri yok ederek sadece şahitlikten ibaret dakikalara sürüklüyor izleyicisini. Bir anda her şeyin çok bildik ve tanıdık olmasıyla eziyete dönüşüyor da denebilir. Gerilimsiz, heyecansız bir seri katil filmi izlemenin ne kadar saçma olduğu aşikar. Üstelik katillerin öldürme sebebinin “aşk, aşktır” şeklinde yüzeysel oluşu da cabası. Ne kadar hızlı aksa da içi boş olunca bir noktadan sonra irtifa kaybı kaçınılmaz.

13 Mart itibariyle internet üzerinden izleyiciyle buluşan film, Tanovic’in filmografisine yakışmayan, ikinci yarısında tüm albenisini yitiren bir vasatlık içeriyor. Kötü film olduğunu anlamak için 104 dakikaya katlanmaya gerek yok. Korona günlerinde vakit bol ama uzak dursanız daha iyi…

Share this:

Yorum Gönder

 
Designed by OddThemes & Distributed by Free Blogger Template