İngiltere’nin entrikalarla dolu hanedanlık tarihinin en bilinen öykülerinden biridir Anne Boleyn’in öyküsü. VIII. Henry’nin üzerinde yarattığı büyü ile bir dönemi değiştiren kadındır. Uğruna her şeyden vazgeçen Henry onu kraliçesi yapar. Anne Boleyn’in kraliçe olarak geçirdiği kısa zamanda etkin görevide olur. Ama sonunda taht varisi erkek çocuk sevdası yüzünden giyotine gönderilir. Tüm bunlara rağmen ne acıdır ki tahtın yeni varisi Anne Boleyn’in kızı meşhur “bakire kraliçe” Elizabeth’dir. 45 yıl süren görkemli yönetimi de çok filme konu olur Elizabeth’in…
Bu bilindik öykü, Philippa Gregory tarafından farklı bir ağızdan anlatılan “Diğer Boleyn Kızı” adlı roman ile 2002’de yeniden gündeme geldi. Yüksek satış rakamlarıyla, çok satan tarihi roman, bugüne kadar kimliğini fazla bilmediğimiz Mary Boleyn ile tanıştırıyordu okuru. Roman Mary’nin ağzından aktarılırken, tarihçilerin tepkisini toplamıştı. Gerçekte varlığı konusunda kesin bir bilgi olmayan Mary’nin en azından 8. Henry’nin metreslerinden bir olabilme ihtimali bile kızdırmaya yetti tarihçileri… Gregory saray entrikalarından bir dizi roman çıkardı, ne de olsa malzeme bol.
Gerçekleri saptıran romanın yarattığı etkinin sinemaya yansıması da gecikmedi elbette. 2003’te Philippa Lowthorpe’in yönettiği “The Other Boleyn Girl” BBC tarafından film olmuştu bile. Ama Anne Boleyn’in öyküsü ilk kez uyarlanmıyordu.
1905 yapımı “Les Derniers moments d'Anne de Boleyn” sessiz sinemanın üstadlarından Georges Méliès tarafından çekilmişti. 1913 yapımı “Anne de Boleyn” Henri Desfontaines ve Louis Mercanton’un ortak yönettikleri film olarak geçti kayıtlara. Hakkında en çok bilgi sahibi olunan Boleyn öykülü film Ernst Lubitsch’in halen başyapıt olarak kabul gören 1921 yapımı “Anna Boleyn” son uyarlama olarak görünüyor.
Söz konusu 8.Henry ve Boleyn kızı olunca ilk akla gelen hiç kuşkusuz, Amerikan kablolu Tv kanalı Showtime’in 2007’nin ödül mıknatısı haline gelen dizisi “The Tudors” oluyor. Halen ikinci sezonu devam eden dizi aynı ilgiyle izlenmeye devam ediyor.
The Tudors ve Boleyn Kızı’nı karşılaştırmak bile çok yersiz hale geliyor elbette. 8. Henry’nin delişmenliği, genç kral olarak çapkınlığı, aceleciliği, hırsı Jonathan Rhys Meyers tarafından mükemmel yansıtılıyor. Natalie Dormer tarafından canlandırılan Anne Boleyn’e adeta yeniden hayat veriyor. Özellikle iki oyuncunun, elbette sağlam senaryonun da etkisi ile o zamanı yeniden yaşattığını söylemek mümkün. Üstelik kadro bununla da kalmıyor. Sam Neil ve Jeremy Northam başta olmak üzere kalburüstü oyunculuklar ile dizi ilgiyle izlenmeye devam ediyor.
“Boleyn Kızı” adıyla gösterime giren son Boleyn öyküsü (oysaki Mary Boleyn ile tanışmamız ve öyküyü onun ağzından okumamız dolayısıyla “Diğer Boleyn Kızı” olması gerekirdi) ilk bakışta; İyi bir oyuncu kadrosuna sahip, kostümlü dönem filmi olarak cezbedici görünüyor.
Ama bu kadar iyi kurgulanmış bir romanın aksine çok zayıf bir senaryoya sahip. İlk yarısında sağlam temeller atan film, öyle bir ikinci yarı yaşatıyor ki şaşırmamak elde değil.
Öncelikle bu filmin kimin hikayesi olduğu muallakta kalmış. Sürekli iki Boleyn kızı arasında gidip gelse de kimseye yar olmuyor. Bu sebeple hiçbir karakter derinlemesine işlenemiyor. Özellikle yapmacık eleştirilere girilen sahneler çok sırıtıyor. Kızlarının Krala sunulmasına karşı çıkan anne’nin karakteri de kartondan olunca, ne karşı çıkışı inandırıcı oluyor, ne de kızların annesi olduğu…
Bu bilindik öykü, Philippa Gregory tarafından farklı bir ağızdan anlatılan “Diğer Boleyn Kızı” adlı roman ile 2002’de yeniden gündeme geldi. Yüksek satış rakamlarıyla, çok satan tarihi roman, bugüne kadar kimliğini fazla bilmediğimiz Mary Boleyn ile tanıştırıyordu okuru. Roman Mary’nin ağzından aktarılırken, tarihçilerin tepkisini toplamıştı. Gerçekte varlığı konusunda kesin bir bilgi olmayan Mary’nin en azından 8. Henry’nin metreslerinden bir olabilme ihtimali bile kızdırmaya yetti tarihçileri… Gregory saray entrikalarından bir dizi roman çıkardı, ne de olsa malzeme bol.
Gerçekleri saptıran romanın yarattığı etkinin sinemaya yansıması da gecikmedi elbette. 2003’te Philippa Lowthorpe’in yönettiği “The Other Boleyn Girl” BBC tarafından film olmuştu bile. Ama Anne Boleyn’in öyküsü ilk kez uyarlanmıyordu.
1905 yapımı “Les Derniers moments d'Anne de Boleyn” sessiz sinemanın üstadlarından Georges Méliès tarafından çekilmişti. 1913 yapımı “Anne de Boleyn” Henri Desfontaines ve Louis Mercanton’un ortak yönettikleri film olarak geçti kayıtlara. Hakkında en çok bilgi sahibi olunan Boleyn öykülü film Ernst Lubitsch’in halen başyapıt olarak kabul gören 1921 yapımı “Anna Boleyn” son uyarlama olarak görünüyor.
Söz konusu 8.Henry ve Boleyn kızı olunca ilk akla gelen hiç kuşkusuz, Amerikan kablolu Tv kanalı Showtime’in 2007’nin ödül mıknatısı haline gelen dizisi “The Tudors” oluyor. Halen ikinci sezonu devam eden dizi aynı ilgiyle izlenmeye devam ediyor.
The Tudors ve Boleyn Kızı’nı karşılaştırmak bile çok yersiz hale geliyor elbette. 8. Henry’nin delişmenliği, genç kral olarak çapkınlığı, aceleciliği, hırsı Jonathan Rhys Meyers tarafından mükemmel yansıtılıyor. Natalie Dormer tarafından canlandırılan Anne Boleyn’e adeta yeniden hayat veriyor. Özellikle iki oyuncunun, elbette sağlam senaryonun da etkisi ile o zamanı yeniden yaşattığını söylemek mümkün. Üstelik kadro bununla da kalmıyor. Sam Neil ve Jeremy Northam başta olmak üzere kalburüstü oyunculuklar ile dizi ilgiyle izlenmeye devam ediyor.
“Boleyn Kızı” adıyla gösterime giren son Boleyn öyküsü (oysaki Mary Boleyn ile tanışmamız ve öyküyü onun ağzından okumamız dolayısıyla “Diğer Boleyn Kızı” olması gerekirdi) ilk bakışta; İyi bir oyuncu kadrosuna sahip, kostümlü dönem filmi olarak cezbedici görünüyor.
Ama bu kadar iyi kurgulanmış bir romanın aksine çok zayıf bir senaryoya sahip. İlk yarısında sağlam temeller atan film, öyle bir ikinci yarı yaşatıyor ki şaşırmamak elde değil.
Öncelikle bu filmin kimin hikayesi olduğu muallakta kalmış. Sürekli iki Boleyn kızı arasında gidip gelse de kimseye yar olmuyor. Bu sebeple hiçbir karakter derinlemesine işlenemiyor. Özellikle yapmacık eleştirilere girilen sahneler çok sırıtıyor. Kızlarının Krala sunulmasına karşı çıkan anne’nin karakteri de kartondan olunca, ne karşı çıkışı inandırıcı oluyor, ne de kızların annesi olduğu…
Arada geçen repliklerden çıkan sonuçla da bolca ters düşüyor film. Anne Boleyn hakkında babasının söylediği “Bir adım öne geçmek için hoş görünmekten ve iyi kalpli olmaktan fazlasına ihtiyaç var” cümlesi ile Natalie Portman’ın yarattığı portre örtüşmüyor. Tarihe metres olmayı reddedip, ünlü baştan çıkarıcılığıyla kralı cezbeden sonunda kraliçe olmuş bir kadın olarak yazılan Anne Boleyn profili Portman’ın yarattığı karakterle örtüşmüyor. Bu konudaki başarı Tudors dizisinde mevcut zaten. Portman rol için fazla sıradan, fazla gösterişsiz duruyor.
Ortada kadınlar arası gidip gelmekten yorulmaktan mıdır nedir bilinmez sürekli başını eğip düşünen, hakkında hiç birşey bilemediğimiz, çok fazla sıradanlaşmış insanlaştırılmış bir kral portresi var ki evlere şenlik. Aşkı için her şeyden vazgeçecek ne bir ışığı, ne bir hırsı var. Derinliği olmayan Henry karakteri inandırıcı olmaktan da çok uzak kalıyor.
Diğer Boleyn kızı Mary rolündeki Scarlett Johansson’da sanki “İnci küpeli kız”dan gelmiş gibi duruyor. Işıltısı, görkemi ve güzelliğiyle aslında Anne Boleyn rolüne daha çok yakışırdı aslında. Nedense es geçilmiş.
Bu öykünün en büyük mağduru olan Henry’nin ilk eşi Kraliçe Katherine’de bir görünüp bir kaybolanlardan. Onunda yaşadıkları derinlemesine işlenmeyince, sonlara doğru yakarışları hiçbir anlam taşımıyor ne yazık ki.
Arkadaşlıklarında rekabeti sevmeyen iki oyuncu Portman ve Johansson “Kadınların birbirleriyle rekabet etmek yerine birlikte olmaları gerektiğini” söyleyedursun aralarındaki rol icabı rekabet de ortada yok.
Çocukların koşup oynaması ile açılıp, kapanan film arada hiçbir şey vaat edemiyor ne yazık ki. “İkinci çocuk olmanın ne demek olduğunu bilirim. Sürekli gölgede kalırsın” sözünü söylese de bunu üzerine hiç gitmeyen film, öyle bir ikinci yarı yapıyor ki tam bir fiyasko.
Herşeyin bir anda olup bitmesi ile, sanki uyuyakalıp sahne kaçırdım ya da makara kaybolmuş, yanlış montajlanmış sorusunu akla getirecek kadar komikleşiyor.
Derinlemesine işlenmeyen karakterleri ile aceleye getirilen olay örgüsü ile yaratmak istediği duyguyu ıskalayan sıradan bir film olan Boleyn Kızı, kötü roman uyarlamaları listesinde yerini hemde ilk sıralardan alıyor…
Bu film sonrası hatırımda kalan tek şey Scarlett Johansson'un zayıf oyunuydu. Sonra bir iki şans daha verdim kendisine, "Vicky Cristina Barcelona" veya "He is just not that into you" filmlerinde de benim nezdimde itibarını kurtaramadı.Beni rahatsız eden bir uyuzluğu var sanki. Filmde bir de kral'ın beni çileden çıkardığını hatırlıyorum. İnsan şehvet yüzünden bu kadar zırvalar mı yahu? Bir sürü arkadaşım filmin kitabına bayılmıştı, ben bitirememiştim, zaten onun için filmini seyrettim. Özetle; Scarlett asla benim favorim olamaz, Eric Bana'ya da çamur atmak istemiyorum:).
YanıtlaSilKİtabıyla alakası yoktu! Mary karakteri dışında hiçbir karakter doğru yansıtılmamıştı. Anne kitapta yükselmek için herkesi çiğneyebilecek hırslı bi kadınken filmde neredeyse mağdur gösterilmiş, Henry yeteri kadar çapkın gösterilmemiş. Kızların annesi aslında iyi bir anne değil. Kızlarının yaşadıklarını görmezden geliyor, tam bir beton. Ama filmde kızlarını savunuyor.. Gerçekten çok kötüydü..
YanıtlaSil