♫ ♪♫ ♪•♫♪ 2006'dan bu yana Film, Dizi, Müzik ve Kitaplar üzerine Yazılar Diyarı... ♫ ♪♫ ♪ ♫ ♪♫

Film Kritikleri

Kitap Kritikleri

Dizi Kritikleri

Son Yazılar

Dizi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Dizi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Arjen: Tetikteki Vicdan

Çarşamba, Haziran 05, 2024

2020 yılının son ayında kısa video odaklı yeni nesil içerik platformu olarak yayına başlayarak Güzel Ahlak İyi Niyet’in kısaltmasını kullanan GAİN, içerikleriyle göz doldurmuş ama bir süre sonra yeni yapımlar seyrelmiş ve sanki tıkanmaya başlamıştı. Nisan 2023 itibariyle Rams Türkiye Grubu’na satışı gerçekleşti. Bu satışın ardından yerli içerikler gelmeye başladı. Tolgahan Sayışman’ın yaptığı anlaşma gereği hazırladığı yapımlarla en azından platformda herkesi ekran başına çekebilecek diziler çıkıyor ortaya. “Kurtuluş Lisesi” ilk adımdı. Manga uyarlaması gençlik macerasının ardından “Arjen” ile çıkagelmiş Sayışman. Yerli aksiyon dizisi 26 Nisan itibariyle seyircisini bekliyor.

Altı bölümlük dizinin senaryosunu Altuğ Küçük kaleme almış. “Filinta” ile tanınan Küçük, beş bölüm sürebilen “Oyunbozan” fiyaskosunun ardından “Yüzleşme” ile dört bölümde teslim bayrağını çekmişti. Tuhaf garabet “Akıncı” dizisiyle de benzer sonu gördükten sonra ilk dizisini yaratmış. Ulusal kanal işlerinde kötü tecrübeleri olan bir isim platform işi biçilmiş kaftan nihayetinde. Yönetmenliği de Umut Sarıboğa ve Fırat Averbek üstlenmiş. Sarıboğa asistanlığın ardından ilk sınavında. Averberk ise “İnci Taneleri” ile tanınmaya başlanan bir isim. Tolgahan Sayışman’ın başrolünde olduğu dizinin oyuncu kadrosu tanıdık simalardan oluşuyor. Talat Bulut, Ezgi Eyüboğlu, Dilara Aksüyek, Yunus Eski, Saruhan Hünel ve Alican Yücesoy çekirdek kadroyu oluşturan isimler.

Arjen, bir tetikçi, bir fixer. Mafya diyeceğimiz İş adamı Selahattin ağa tarafından bulunup sahip çıkılmış bir kimsesiz olarak başlamış hayata. Geçirdiği eğitimin ardından o dünyanın en iyisi olmuş. Vurması, öldürmesi en zor isim. Her deliğe girebilen, imkansızı başarabilen bir tetikçi. Aldığı canların sayısını koluna dövme yaptıran, az konuşan bir ölüm makinesi. Her şeyi değiştiren olay da dizinin konusunu oluşturuyor.

Selahattin ağa legalleşme planları yapmış. İstanbul Ticaret Bankası’nı satın alarak tüm kara parasını aklayarak rahatlamak istiyor. İki çocuklu ağanın kızı Rojin işlere yatkın ve Arjen’e aşık. Oğlu Mazhar ise işlere uzak bir beceriksiz. Hatta dizinin açılışı da onun salaklığı üzerine gelişen olayla yapılıyor. Selahattin’in sağ kolu kardeşi Azim ve diğer tetikçi Ferhat ile dizinin kötüler kanadı tamamlanmış oluyor. Yüzünü hiç görmediğimiz rakibi Yuri de henüz işlevine karar verilmemiş bir karakter olarak yaratılmış.

İyiler kanadında ise bir kişi var. Maliye müfettişi Aslı, satın alma öncesi araştırma yapmak üzere soluğu İstanbul’da alıyor. Servet sahibi Selahattin’in Türkiye’de hiç yatırımının olmamasını garipseyerek attığı adım dizinin fitilini ateşliyor. Eşeledikçe bir şeyler çıkaracağını düşünen Selahattin’in vur emrine karşı çıkıyor Arjen. Kötü tecrübesinden dolayı masumları öldürmemeye yeminli zira. Arjen’in azap yolu böylece başlıyor. 

Yerli platform işi bir aksiyon dizisinin merak yarattığı herkesin malumu. Artık belli bir yol almış durumdayız ne de olsa. Her yeni örnekte daha iyi işler çıkarıyoruz teknik olarak. Arjen’in bu konuda iyi olduğunu belirteyim her şeyden önce. İşin teknik kısmı gayet iyi. Bam güm silahlar konuşuyor, patlamalar oluyor. Biraz John Wick gibi attığını vuruyor Arjen ama olsun o kadar. Kurşunları atarken çekinmeyen dizi nedense patlamalar olduğunda ürkek davranmış. Yangınlar ve patlamalar efekt ile kotarılmaya çalışılmış. Mantık dışı bir havaya uçmama hali var. Dizinin teknik anlamda diğer iyi yanıysa karanlık tonları. Adeta güneş doğmadan, karanlık pastel tonlarla iyi bir atmosfer oluşmuş.

İşin senaryo kısmındaysa her şey tanıdık. Her şeyin beklendiği gibi gelişmesini izliyoruz. Üstelik final de yapmıyor dizi. İkinci sezona pas atarak bitiyor ilk sezon. Karakterler de yamalı bohça. Selahattin ve Azim kartondan karakterler, içleri boş. Mazhar olay örgüsü için yaratılmış tek boyutlu bir karakter olarak kalmış. Rojin’in ortamı yumuşatmak için konmuş süs bitkisinden farkı yok. Aslı ile ilgili de pek veri yok elimizde. Arjen ise namlunun ucundaki surat sadece. Yuri’yi niye görmediğimizin cevabı da yok elbette. En feci olan Ferhat karakteri. Uzakdoğu aksiyonlarındaki tuhaf psikopat soslu biri olması amaçlanmış gibi görünüyor. Alican Yücesoy’un abarta abarta oynaması yüzünden çok komik ve yapay duruyor. Kervan yolda düzülür mantığıyla yaratılmış karakterlerin gelişmesi için onay alırsa ikinci sezonu bekleyeceğiz galiba.

Vicdanıyla yüzleşen Arjen’in azap yolundaki yürüyüşü altı bölümlük macerasından tüm klişelerine ve tahmin edilebilirliğine rağmen tempoyu düşürmeden aksiyonu gazlayarak sıkılmadan izlenebildiği için vasatı aşabilen bir örnek. İkinci sezon onayı bu yeter mi peki derseniz, hayır. Peki izlemek için yeter mi derseniz, evet. Türü sevenler için sıkılmadan izlenebilecek, maratonu yapılabilecek bir seçenek olarak meraklılarını bekliyor.
 

Kimler Geldi Kimler Geçti : Kırıldığın Yerden…

Çarşamba, Mayıs 29, 2024

Netflix’in dünya izleyicisini etkisi altına alması özellikle dizi dünyasını tamamen değiştirmiş durumda. Büyük dizilerin yarattığı popülaritenin iğneden ipliğe her yere nüfuz etmesiyle başka bir döneme geçildi desek yeridir. Sosyal medyada konuşulmanın da önemi artınca her yeni dizinin hedefi başka yerlere evrildi. Artık bir dizi için en önemli kıstasların nitelikle hiçbir ilgisi kalmadı. Sıkılmadan izlenebilir olması daha doğru bir ifadeyle maraton yaparak bir oturuşta bitirebilmesi en önemli şey haline geldi. Artık öyle ahım şahım senaryoya da ihtiyaç yok. İlgi çekici konu yeter de artar bile. İlk bölümün sürükleyici olması da kanun gibi. Yeter ki ikinci bölüme geçilsin. Oyunculuklardan çoktan oyuncuların şöhreti önem taşıyor artık. “Bu kadro izlenir” densin ve o kutsal “başlat” tuşuna basılsın yeter. Bu ve bunun gibi sebeplerle artık dizi evreninde nitelik ile nicelik arasında kapanmayacak bir uçurum var. Konu Netflix olunca bir diğer sorun da yapımcı ülkelerin savaşı. Platforma eklenen bir yerli dizinin dünyaya pazarlanma çabası ısrarla sürüyor. İspanyol, İtalyan, Fransız ve Hint yapımları aşağı yukarı bir çizgi tutturmuş durumda. O çizginin yarattığı izlenme albenisi her daim öne çıkmalarını sağlıyor. İşte tam bu noktada Netflix Türkiye yapımlarına baktığımızda karşımızda tam bir çorba duruyor. 9 Mayıs itibariyle platformda yerini alan “Kimler Geldi Kimler Geçti”ye de bunların ışığında bakmak gerekiyor ister istemez. Zira hepsini fazlasıyla karşılıyor. Hesaplar tutmuş. Peki nitelik?

Bir ilişki dizisi “Kimler Geldi Kimler Geçti”. Dünyanın çoktan işlemeyi bıraktığı “ex’ten next olur mu” gibi bayağı bir meseleyi işliyor. Sekiz bölümlük dizi paralel kurgu ile işleniyor. Merak duygusunu harlayan bir finale doğru koşturmacaya başlıyor. O koşturmaca sırasında seyircisinin koluna sıkı sıkıya yapışıyor. Mevzu son derece basit. O kadar basit ki öykünmelerle dolu bir toparlama. Zengin adamın etkileyiciliği, amiyane tabirle sevişip uzaklaşması ama dibinden de ayrılmaması, uzun ilişkiden yeni çıkma hali, ilişki detoksu yaparken her yere kuyruk sallanması gibi klişeler adeta resmi geçit yapıyor. Elbette tüm bunların ortasında atılan adımlar ve yapılan seçimler son derece bildik. Ortada özgün bir senaryo yok kısacası. İşleyişi de son derece klişe.

Dizinin en olmayan yanları hemen her karakterin son derece sevimsiz olması. Hemen hepsinin ukala karakterler olması bir yana her şeyi sınırsızca konuşmaları gibi bir sevimsizlik var. Dünyadan soyutlanmış bir arkadaş grubu. İlişkiler dışında bir şey paylaşmıyor ya da paylaşmaya değer görmüyorlar. Bu yüzden belki de haklarında hiçbir bilgimiz yok. Kartondan karakterler gelip geçiyor gözümüzün önünden. Hadi buna da katlandık diyelim… Karakterlerin dağılımı da okul müsameresi tadında. Arkadaş grubunda soruna sebep olan bir kişi var. Hep aynı yanlışa düşerek yapıyor bunu üstelik. Sadece o yanlış eylemler için yaratılmış. Şef karakteri örneğin… O kadar gösteriş budalası bir karakter yaratılmış ki yapay kalıyor mecburen. Onca karakterden hiçbirini tanıyamadığımız gibi yakınlık da duyamıyoruz.

Dizinin bir diğer abuk yanı da sürekli içilmesi. Aynı sorun “Kuş Uçuşu”nda da vardı. Sezonlar boyu tv kanalında şampanyalar patlıyordu. Gerçekçiliği sürekli kaçırma hali “Kimler Geldi Kimler Geçti”de de bolca mevcut. Neresine laf söyleyelim ki… En basiti toptan cümle kurmak ve gereken yerlere dağılın demek: O işler öyle olmaz…

Peki her şeyi geçelim… İlişki böyle bir şey midir gerçekten? Ana karakterimizin yedi yıllık bir ilişkisi mevcut. Taze bitmiş ilişkinin ardından yaşadıklarını anlatıyor dizi zira. Bir bölümde uzun uzun nutuklar çekerek ilişkiyi de tanımlamaya yelteniyor dizi. O kadar saçma cümleler kuruyor ki… Hemen hepsi yanlış… Uzun ilişki dediğin dizide anlatıldığı gibi bir şey değil. Aynı evde yaşama meselesi de öyle bir şey değil. Hele evlilik safhası hiç değil. Karşımızda gözlem gücü olmayan, yazdıklarını mantığa oturtmaya çalışmayan bir senarist var. O yüzden bunca saçmalıyor olsa gerek. Bir diğer sorun da kadın gözünden anlatacağım diye abartması. Fazlaca genelleme ile erkekler hakkında atıp tutması. Senarist en azından “Sex and the City” izleseydi de kadın bakışı, sesi nasıl olurmuş görebilseydi keşke.

Bolca karakteri ve olayıyla tempoyu düşürmeden tam gaz ilerleyen bir dizi “Kimler Geldi Kimler Geçti”. Çok fazla düşünmeden izlenmesi gerekiyor. Fazla düşünmeden. Mantığı devre dışı bırakarak. Kırıldığı yerden anlatmak isterken nereden kırıldığını hiç bilmemesini başka türlü açıklamak zor… 

Chesapeake Shores: Birlikteysek Çözeriz

Pazartesi, Ekim 23, 2023

Amerikalıların en iyi yaptığı ve ikamesi olmayan işlerden biri kasaba dizileri… Kalabalık bir ailenin gündelik sorunlarını yaşanası bir küçük kasabada işleyerek ne kadar sıradan ya da klişe olsa da izletmeyi başarıyorlar. Benzer örnekleri defalarca izlemiş olsanız da bir başlayınca duramıyorsunuz. Yetmişli yıllardan beri tekrarladıkları formülün ikibinler sonrasında artık nostaljik tat vermesi de var. Çağ değişip her diziden lgbti karakterler fırladıkça minimal insan öyküleri izlemek için en güvenilir kaynak da onlar. Daha fazla uzatmadan sözü bu işin ustalarından Hallmark’ın dizisi “Chesapeake Shores”a getirelim.

Amerikan kablolu kanalı Hallmark’ın 2016’da başlayan dizisi “Chesapeake Shores”, kalabalık bir ailenin gündelik sorunlar ve krizlerle boğuşmalarını anlatıyor. Sherryl Woods’un aynı adlı roman serisinden uyarlanmış. 2009 ila 2017 arasında yayımlanmış on dört kitaplık seri yüzden fazla romana imza atmış yazarın sevilen işlerinden biri. İrlanda kökenli O'Brien ailesini ete kemiğe büründürüp kitap kulüplerinin vazgeçilmezi olduktan sonra diziye uyarlanmış. Ellerindeki bu bol malzemeyi kullanma işini üstlenen isimler de John Tinker ve Nancey Silvers olmuş. Denzel Washington’ın da kadrosunda yer aldığı “St. Elsewhere” ile 1982’de kariyerine başlayan Emmy ödülü sahibi Tinker’ı pek çok diziden biliyoruz. Silvers da seri üretim romantik komedilerin senaristi olarak Hallmark’ın usta isimlerinden biri. Teoride çok doğru kurulan ekibi aynı isabetle oyuncu kadrosu ile de desteklemişler. “Once Upon a Time”ın kırmızı başlıklı kızı Ruby olarak tanıyıp sevdiğimiz Meghan Ory ve “Desperate Housewives”ın John Rowland’ı olarak hafızalara kazınan Jesse Metcalfe başrolleri paylaşan ikilimiz. Onlara da tipik Hallmark yapımlarında gördüğümüz üzere temiz yüzlü sempatik beyazlar eşlik ediyor. İsmen hemen bilinmeseler de tanıdık simalar. Laci J Mailey, Emilie Ullerup, Brendan Penny ve Andrew Francis kardeş kadrosunu oluştururken Treat Williams, Barbara Niven ve Diane Ladd de ebeveyn kadrosunu üstlenmişler. Altı sezonluk dizinin yan karakterlerinden öne çıkan isimlerini de Jessica Sipos, Carlo Marks, Britt Irvin, Robert Buckley ve Brittany Willacy tamamlamış diyebiliriz.

İlk bölümü 14 Ağustos 2016’da yayımlanan dizi konuya girişini önce geçmişten bir sahne ile yapıp ailenin baş aktörü olduğunu gördüğümüz Abby’nin yaşadığı sorunlardan bir nebze uzaklaşıp nefes alabilmek için baba evine tatile gelmesiyle yapıyor. New York’taki hızlı yaşamın zaman bırakmamasından muzdarip iki çocuklu annemiz zamanın adeta yavaş aktığı Chesapeake Shores’da nefes alıyor. Elbette o nefesin bedeli var. Gelir gelmez lise aşkıyla karşılaşmak, yaşadıkları aile travmasıyla yüzleşmek gibi sorunların içinde buluyor kendini. Bu sorunların aşılabileceğini gösteren şey ise ailesinin varlığı oluyor. Üç kız ve iki erkekten oluşan beş kardeş, anneleri tarafından ansızın terk edilmiş. Babaları boynu bükük kalıp kendini işe verirken çocuklara da babaanne Nell bakmış ve büyütmüş. 

Dizinin kendini çabucak sevdirmesinde kardeşlerin her birinin farklı özellikleri ve birbirlerine zıtlıkları başrol oynuyor. Tezcanlı Jess ailenin bitirim kızı ve pansiyon açma hazırlıkları yapıyor. Kararsız bencilimiz Bree yazarlık hedefinde yaşadığı tıkanıklıkla baş etmeye çalışıyor. Güvenilir ve nazik Kevin asker olarak ortadoğu’da görevde. Ailenin en uçuk ve delişmen kişisi olarak görünen Connor da avukatlık için baro sınavının eşiğinde. Her birinin hayatları yarım yamalak. Evet birbirlerine bağlılar ama anneleri tarafından terk edilmiş olmalarının ve babalarının da ortada olmamasının getirdiği boşluğu içlerinden atamamışlar. Babaanne Nell yazarın ta kendisi gibi karşılık buluyor senaryoda. Altı çizilecek cümlelerin, öğütlerin ve tavsiyelerin sahibi. Baba Mick, yaşadığı hayal kırıklığından kaçmanın yolunu sürekli çalışmakta bulduğu için çocuklarıyla açılan mesafeyi kapatma uğraşında. Her daim destekçi. Anne Megan ise yaşadığı bunalımın ardından kaçtığı çocuklarına kendisini yeniden kabul ettirmek üzere giriyor bu kadraja. Yolu uzun ama sabırlı ve şefkatli… Abby’nin lise aşkı Trace ise dizinin can damarı diyebiliriz. Country müzik ile uğraşan müzisyen olarak diziye ezgiler katıyor. Başarılı bir müzik kariyeri varken yaşadığı bir olay sonrasında her şeyden vazgeçerek kasabasına dönmüş. Şifayı bulmak için kendini işe verenlerden biri olmuş. Tahmin edilebileceği üzere Chesapeake Shores herkesin yenilendiği, şifa bulduğu yer bir bakıma. 

Altı sezon boyunca pek çok olayda aynı sona ulaşan “birlikteysek her şeyi çözeriz” diyen aile dizisi Chesapeake Shores, 55 bölümlük altı sezonun sonunda 16 Ekim 2022’de final yaparak ekran macerasını tamamlamış. İzleyicinin tam yaşanır burada dediği deniz kıyısı bir kasabada güzel manzaralar eşliğinde işlenen hikâyede öyle büyük çatışmalar, kötü karakterler falan yok. Sürekli nahif ve incelikli şekilde ilerliyor. Büyük olaylar ve aksiyonlar da yok elbette. Muhafazakar bir dizi olduğunu da belirtelim. Siyahi karakter neredeyse hiç yok. Lgbti karakterler ve ilişkiler de yok. Aile ile ilgili görüşler de izleyenin yorumlarına göre değişkenlik gösterebilir. Bence Jess çok sevimli bir bıcırık mesela. Connor neşe kaynağı. Bree tam bir mal. Abby anlayışsız bir bencil. Nell biraz yapay. Kevin fazla şefkatli. Tüm bu yorumları bu kadar rahat yapabilmemin sırrı da aileyi kısa sürede benimsetmiş olmaları. Bir aradayken yarattıkları uyumla ortaya çıkan sinerji çok iyi.

Her gün bir iki bölüm izleyip şöyle hafifleyeyim diye düşünenler için biçilmiş kaftan olan Chesapeake Shores, seyri hayli keyifli, iç ısıtan dakikalar içeriyor. Meraklısı Netflix’te bulabilir.

So Help Me Todd: Oğlunu İşe Getirince

Cuma, Şubat 17, 2023

CBS’in 2022-2023 sezon hazırlıklarında bir ana oğul dramasına onay verdiğini duymuştuk. Pilot sezonundaki ilk onay alan dizi ekran macerasına başlamadan ilgi çekenlerden biriydi. Mayıs 2022’de duyurulan dizinin kadrosu da cezbetmişti ilk anda. Oscar ödüllü oyuncu Marcia Gay Harden’ın başrole oturacak olması bunda en önemli etkendi. Üç kez Emmy adayı olmuş oyuncunun yanına eklenen isimlerle ulusal kanal dizilerinin yarışında aradığı kan olma ihtimali yüksekti. 29 Eylül’de ekran macerasına başlayan diziyi daha yakından tanımanın vaktidir.

Dizinin yaratıcısı ilk önemli çıkışını arayan isim Scott Prendergast. Kısa filmlerle başlayan kariyerinde ilk kırılmayı 2007’de yaşayan Prendergast, yazıp yönettiği ilk uzun metrajı “Kabluey” ile spot ışıklarını üzerinde hissetmişti. Komedi filmlerinde oyunculukla geçen beş yılın ardından “Wilfred”in senaryo grubunda ilk dizi deneyimini yaşayıp oyuncu olarak “Silicon Valley”de en azından bildik sima haline geldi. “Bull” ile tanıdığımız yönetici yapımcı Phil McGraw’ın desteğiyle ortaya çıkan “So Help Me Todd” bu yüzden onun için önemli eşik. Gelelim oyuncu kadrosuna… Marcia Gay Harden’a son olarak “Zoey's Extraordinary Playlist”in Max’i olarak izlediğimiz Skylar Astin eşlik ediyor. Madeline Wise, Tristen J. Winger, Inga Schlingmann, Rosa Arredondo ve Clayton James de çekirdek kadronun tamamlayıcıları. 

Bir ana oğul çekişmesini ekranlara getiren dizinin ilk bölümü hayli başarılı. Bütün dinamikleri anlamamızı sağlayan başarılı bir senaryo ve durmak bilmeyen temposuyla kendini sevdirme potansiyeli de mevcut. Üç çocuklu bir anne ile tanışıyoruz. Potansiyelini sonradan açığa çıkarmış ve azimle avukat olmuş Margaret düzenini kurmuş görünse de her şeyin değiştiğine tanık oluyor. İkinci eşi ortadan kaybolmuş. Bulmak içinse oğlundan yardım alıyor. Ailenin kara koyunu olarak sivrilmiş ve hayatı tepetaklak olmuş Todd ile tanışıyoruz. Yeteneği oranında sarsak olan Todd, özel dedektiflik yaparken şirketinin batmasıyla ortada kalmış. Hapse girmekten son anda annesi sayesinde kurtulmuş ve belgesinin iptal olmasının ardından tebliği görevlisi olarak çalışıyor. Annesinin yardım çağrısı yaşadığı düşüşten kurtulma fırsatı oluyor bir anlamda. Başarıyla tamamladığı görevin ardından Avukatlık şirketinin özel araştırmacısı olarak işe başlaması da dizimizin konusunu oluşturuyor. Ailenin diğer üyeleriyse evli doktor kızımız Allison ve Valinin özel koruması Chuck. Avukatlık şirketinde de Todd’u zorlayan iki kişi mevcut. Araştırma departmanının başı Lyle ve Todd’un eski sevgilisi Susan. 

Hukuk draması ile polisiyeyi harmanlayan dizi her bölüm bir olayı işlerken ailenin maceralarını da eriterek ilerliyor. Allison’un mutsuzluğu, Chuck’ın Vali olma arzusu, Todd’un şirket geçmişi, Margaret’in özel hayatı dizinin her bölüm azar azar işlediği konular. Süresini hızla eriten ve çok canlı, heyecanlı enerjik bölümlerin yarattığı sinerji izleyiciye de kısa sürede yansımış. CBS’in Perşembe gecesi birincisi haline gelmiş ve bölüm başına 6,3 milyon izleyiciye ulaşmış. Platformlar arası izlenme rakamıysa 7,4 milyonu bulmuş. Kanalın bu sezon yayınladığı 13 diziden 11. Sırada yer bulmuş kendine. Dördüncü bölümün ardından tam sezon onayı alan “So Help Me Todd”, on ikinci bölümün ardından ikinci sezon onayını da aldı. Son olarak 9 Şubat’ta on üçüncü bölümü ekranlara gelen dizinin ilk sezonunun kaç bölüm olacağı kesinleşmedi. Özellikle anne oğul çatışmasından güç alan, Harden ve Astin’in tutan kimyaları sayesinde kendini sevdiren “So Help Me Todd” eğlenceli yeni dizi arayanlar için iyi seçeneklerden biri. Kendini tüketip tüketmeyeceğini göreceğiz ama şimdilik tam gaz keyifli ilerliyor.


Night Court: Doğru Yola Teşvik

Pazartesi, Ocak 30, 2023

Ulusal kanallarda yaşanan iyi sitcom krizi sektörün klasikleşmiş dizileri yeniden diriltme çabasıyla hareketlenmeye devam ediyor. NBC’nin sezon ortası yenisi “Night Court” eski fanları yenilenmiş versiyona çağırarak reyting bekleyenlerden. 1984-1992 arasında dokuz sezon süren dizi aynı adla ve oyuncu bonusuyla 17 Ocak’ta başladı.

Reinhold Weege’nin yaratıcısı olduğu “Night Court”, 4 Ocak 1984 ila 31 Mayıs 1992 arasında yayımlanmış ve seyirciden gördüğü ilgi sayesinde 193 bölümü devirmiş. Yedisi Emmy olmak üzere on iki ödülle taçlanarak klasikler arasında yerini almış. 2012’de kaybettiğimiz Weege klasiğini ekranlara döndüren isim Dan Rubin olmuş. İlk önemli işinde. İrili ufaklı komedi dizilerinin senaryo grubunda pişen Rubin’in en uzun soluklu projesiyse “Unbreakable Kimmy Schmidt” olmuş. Zaten çoktan oturmuş projeyi yeniden diriltmek gibi risksiz projeye girişmesi elbette sürpriz değil. Gelelim oyuncu kadrosuna… “The Big Bang Theory”nin Bernadettesi olarak tanıyıp sevdiğimiz Melissa Rauch yeni yargıç rolüyle kalmayıp aynı zamanda dizinin yönetici yapımcılığını da eşiyle birlikte üstlenmiş. Dizinin en önemli kozuysa orijinal versiyonda canlandırdığı Dan Fielding karakteriyle ödüller kazanarak sivrilen John Larroquette’nin aynı rolle kadroda olması. Beş kişilik kadronun diğer isimleri de “Run Fatboy Run” ile bilinen ve son olarak “Kimi”de izlediğimiz India de Beaufort, “Zoey's Extraordinary Playlist”in Tobin’i Kapil Talwalkar ve ilk önemli rolüne soyunan Lacretta.

Orijinaline sadık kalmaya çalışan dizi, nöbetçi mahkemede yaşananlardan eğlence çıkarma uğraşında. Sadakat adına yargıcımız orijinal dizideki Harry Stone’un kızı Abby Stone’un göreve başlamasıyla açılıyor. Çocukluğunu geçirdiği yere, babasının koltuğuna dönen Abby, mahkeme salonundaki eksikliği görerek avukat Dan’i ziyaret edip çağırarak başlıyor işe. Her biri birbirinden çılgın ekibi de böylece tanımaya başlıyoruz. Şişman siyahı Grugs’un eğlence fitilini ateşleyen kişi olduğunu, saftirikliğin Olivia’ya düştüğünü, Neil’in de panikleriyle ona eşlik ettiğini daha ilk bölümden anlıyoruz. Abby’nin biraz farklı yargıç olma çabasını konu alıyor “Night Court”. Suçluları doğru yola teşvik edebilecekleri son durak olduklarını düşünerek çalışıyor. Kararlarını da ona göre alma peşinde. Karşısına gelen herkesi doğru yola teşvik etmek istiyor.

Dokuz bölümlük garantiyle başlayan dizinin şimdilik önü açık. NBC’nin yüzünü çoktan güldürdü bile. İlk bölüm hem bu sezonun en iyi dizi açılışı olmuş hem de NBC’nin son beş yıldaki en iyi komedi dizisi açılışı olmuş. Sezon onayı alacağını kestirmenin zor olmadığı dizi 24 Ocak itibariyle üç bölümü devirmiş durumda. Üç bölüm üzerinden değerlendirmeler olumlu. Konusu zaten net karakterlerini de hızlı şekilde tanıtarak sevdiren dizi biraz eski kalıyor, yeterince eğlendirmekten uzak duruyor ve vasatlarda seyrediyor ama vakti de hızlı geçiriyor. İlgiyi dağıtmadan akıp giden komedilerin artık kalmadığını düşünürsek şimdilik gidişatı iyi… Bölümler ilerledikçe eğlendireceğini özellikle ikinci bölümle göstermişken hız kesmeden ilerler. İzleyecek yeni sitcom arayanlara duyurulur.

The Pembrokeshire Murders : Kanıtlar asla kaybolmaz

Salı, Ocak 19, 2021

Bir katilin dokunduğu her şey aleyhinde bir tanığa dönüşür. Teknoloji geliştikçe çözümlenememiş davalar yeniden açılabilir ve kanıtlar tekrar gözden geçirilebilir. Vaktiyle toplumda yara açmış, vahşetiyle korku salmış davaların yeni yöntemlerle çözümlenmesi bu korkunç suçları işleyecek olanlara da uyarı niteliğindedir. Eski dosyaların yeniden açılması deyince akla gelen en meşhur örnek “Cold Case” olmalı. Çok derinlemesine işlemeden işin duygusal boyutunu allayıp pullayan dizi yayında kaldığı süre boyunca kurbanların aileleri için umut olurken, katiller için de çanları çalmıştı. Toplumsal uyarı niteliği taşıyan örneklerin şimdilik sonuncusu Britanya’dan geldi. ITV yapımı mini dizi “The Pembrokeshire Murders” yakın geçmişten bir olayı açığa kavuşturuyor.

11-12-13 Ocak akşamlarında ekrana gelerek yayın macerasını tamamlayan polisiye dizi gerçek bir suç hikayesi. Steve Wilkins ve Jonathan Hill’in 2012 yılında yayımlanan kitapları “The Pembrokeshire Murders: Detecting the Bullseye Killer”dan uyarlanmış. “In Plain Sight” ile hatırladığımız Nick Stevens uyarlamayı kotarırken peliküle uyarlayan isim de Marc Evans. Pek çok dizinin altında imzası bulunan Evans, “My Little Eye” ve “Snow Cake” sinefillerin tanıdığı yönetmenlerden. Dizi bağımlılarıysa “Safe House”, “Trauma” ve “Manhunt” ile hatırlıyor. Luke Evans, Keith Allen, Caroline Berry, Oliver Ryan v Alexandria Riley de oyuncu kadrosunun başını çeken isimler.

“Bu dizi, 2006 – 2011 yılları arasında Pembrokeshire, Galler’de gerçekleşen bir polis soruşturmasından esinlenilmiştir.” cümleleriyle açılışını yapan bir polisiye The Pembrokeshire Murders. Yeni terfi etmiş Dedektif Müfettiş Steve Wilkins’in çözülmemiş iki davayı yeniden açmasını anlatıyor. Macera aramadan, suyunu çıkarmadan, bağırıp çağırmadan, duygu sömürüsüne girişmeden anlatılan safkan İngiliz işlerinden… 1985’te Galler’de, bir erkek ve kız kardeş ile 1989’da bir çiftin cinayete kurban gitmesini araştıran Wilkins, şüphelenilen ismin hırsızlıktan hapishanede yattığını öğrenir. Yakın zamanda şartlı tahliyeyle çıkma ihtimali de olunca kolları sıvar. Kurduğu ekiple araştırdıkça karşılarında bir seri katil olduğunu görürler. Öte yandan zaman ve bütçe de kısıtlıdır. DNA gibi şişkin ücretli testlere neyi göndereceklerini de seçmek zorundadırlar. Acaba yeterli adli kanıt bulacaklar mıdır?

Dramatürjiye önem veren ve konuyu ana hatlarıyla anlatan dizilerden olduğu için polisiye meraklılarına öyle soluk soluğa heyecanlı dakikalar, aksiyon beklemeyin uyarısını yapayım. Bir filmin üçe bölünmüş halini andırıyor daha çok. Etraflıca ve yoğun şekilde anlatıyor. Yer yer vurucu sahneler barındırsa da bütünü koruyor. Alışıldığı üzere öne çıkan bir oyuncu yok. Tam bir takım oyunu bu. Zamanında basını hayli meşgul etmiş olayın ilgi çekmesi kaçınılmaz. Ülkesinde son beş yılın izlenme rekorunu kırarak yapmış açılışını. Öyle de devam etmiş. 

Konusunu herkese eşit mesafede işleyen dizi, bir solukta biten akıcılıkta… Ne olacağını da merak ettiriyor. Sorgulama sahnelerinde o odaymış hissini de veriyor. Elbette farklı bir profil ve ilginç detaylara sahip bir olay bu. İyi yazılmış, iyi yönetilmiş, iyi oynanmış yani herkes üstüne düşeni yaptığın için başlayanı bitirmeden rahat bırakmayabilir. Yazının başında da değindiğim meseleyi daha çok önemsiyor dizi. Kanıtların önemine vurgu yapıyor. Finalinde de hatırlattığı gibi: “Kanıtlar asla kaybolmaz. Asla unutmaz. Asla yalan söylemez. Daima onları bulmaya kararlı olanlar tarafından bulunacaktır.”

Afşin Kum'un Ödüllü Romanı Sıcak Kafa, Netflix Dizisi Oluyor!

Çarşamba, Mart 11, 2020
Geçtiğimiz günlerde yeni romanı “Kübra”nın yayınlanmasının ardından Afşin Kum'un ilk romanı Sıcak Kafa, Netflix dizisi oluyor. Alper Canıgüz’ün editörlüğünde yayımlanan okurunu gülümseten sevilesi fantastik bilim kurgu Kasım 2016’da yayımlanmıştı. Henüz okumayanlara bir kez daha hararetle önerirken pası bültene atayım.

Netflix dün düzenlediği etkinlikle Türkiye yapımı ilk filmi olan Yarına Tek Bilet ve yeni dizileri Şimdiki Aklım Olsaydı, Fatma ve Sıcak Kafa hakkında ilk detayları paylaştı. 

Yeni dönem için hazırlanan dizi, Afşin Kum'un Sıcak Kafa adlı romanına dayanıyor. Sıcak Kafa 2017 GİO Ödüllerinde en iyi roman ödülünü almıştı. 

Sıcak Kafa'nın konusu kısaca şöyle:
Sıcak Kafa
Dil ve konuşma yoluyla, zihinden zihine bulaşan bir delilik salgınının alt üst ettiği dünyada, gizemli bir şekilde bu hastalıktan etkilenmeyen tek kişi, eski bir dilbilimci olan Murat Siyavuş’tur. Acımasızlığıyla ünlü Salgınla Mücadele Kurumu tarafından arandığını öğrenen Murat, saklandığı kurtarılmış bölgeden kaçmak ve yangınlar içindeki İstanbul’un gizemli dehlizlerinde hastalığın ona mirası olan “sıcak kafa”sının sırrının peşine düşmek zorunda kalır.

Yazarımızın yeni romanı Kübra geçtiğimiz günlerde raflarda yerini aldı. Yazarımızla söyleşi talepleriniz için bize her zaman ulaşabilirsiniz. 

Afşin Kum: 1972 İzmir doğumlu. Boğaziçi Üniversitesinde bilgisayar mühendisliği, Bilgi Üniversitesinde sinema-televizyon öğrenimi gördü. 1997’den bu yana çeşitli kurumlarda yazılımcı ve yönetici olarak çalıştı. 2010 yılından itibaren Afili Filintalar sitesinde ve Ot dergisinde deneme ve öyküleri yayınlandı. 50 Şahane Hikâye ve İstanbul 2099 öykü derlemelerine öyküleriyle katıldı. İlk romanı Sıcak Kafa, ilgiyle karşılandı, 2017 GİO Ödüllerinde en iyi roman ödülünü aldı. İkinci romanı Kübra, Şubat 2020'de yayınlandı.

Sıcak Kafa / Afşin Kum
Editör: Alper Canıgüz
Türü: Roman 
April Yayıncılık, 1. Baskı Kasım, 2016 
Sayfa: 192
Fiyat: 18 TL

Netflix'ten Türkiye'de 6 Proje Daha!

Çarşamba, Mart 11, 2020
Netflix düzenlediği etkinlikte, aralarında üç orijinal dizi, bir yarışma programı, bir orijinal film ve Atiye’nin 3.sezon onayı olmak üzere önümüzdeki dönemde yayınlanması planlanan yeni projelerinin müjdesini verdi. Etkinlik Netflix’in yeni projelerinin hikaye anlatıcılarından Berkun Oya, Çağan Irmak, Ece Yörenç ve Meriç Acemi’nin de katıldığı bir panelle sona erdi. 

Dünyanın eğlence odaklı lider yayın hizmeti Netflix, bugün gerçekleştirdiği bir etkinlikle 2020'de yayınlanacak içeriklerinden oluşan bir seçkiyi basın mensupları ile buluşturdu. Etkinlikte önümüzdeki dönemde Türkiye dahil 190 ülkede yayına girecek yeni Türk orijinal yapımlarından ilk detaylar da paylaşıldı. Berkun Oya, Çağan Irmak, Ece Yörenç ve Meriç Acemi’nin katıldığı panelde ise, dijital platformların sektörde yarattığı dönüşüm konuşuldu. 

Türkiye'nin zengin tarihi ve kültürel mirası sayesinde henüz anlatılmamış birçok hikayeye ev sahipliği yaptığının altını çizen Türkiye Orijinal İçerik Direktörü Pelin Diştaş sözlerine şöyle devam etti: “Aynı zamanda muhteşem yazarlara, oyunculara, yönetmenlere ve kamera arkası ekiplere sahibiz. Ülkemizin özgün hikayeleri, bu harika ekiplerin anlatımıyla dünyanın her yerindeki üyelerimiz tarafından büyük bir keyif ve merakla izlenecek. Bu nedenle Türkiye'de daha fazla orijinal içeriğe yatırım yapmaya ve yaratıcı sektörümüz için global bir platform sağlamaya devam etmek istiyoruz.”

Bugün gerçekleşen sunum sırasında bahsedilen duyurularla ilgili bilgilere aşağıdan ulaşabilirsiniz: 

Şimdiki Aklım Olsaydı - Ay Yapım tarafından üretilen, yaratıcılığını Ece Yörenç'in yaptığı, yönetmenliğini Umut Aral ile birlikte Çağan Irmak'ın üstlendiği dizinin oyuncu kadrosunda Özge Özpirinçci (Reyhan), Birkan Sokullu (Nadir), Burak Yamantürk (Cihan), Elifcan Ongurlar (Ayşe), Ahmet Rıfat Şungar (Cem), Ümit Erlim (Ateş), Feyyaz Yiğit (Hızır), Mustafa Avkıran (Sattas), Filiz Taçbaş (Nihal) ve Selçuk Borak (Fahrettin) yer alıyor.

Reyhan, Nadir ile olan 10 yıllık evliliği içinde kaybolmuş mutsuz bir kadındır. Evliliğinden, sünnetinden beri tanıdığı kocasından, patlak bir prezervatif sonucu hamile kaldığı 9 yaşındaki ikizlerinden, yaşadığı hayattan en çok da kendinden yorulup fena halde sıkıldığı günün gecesinde, yani 27 Temmuz 2018 saat 20.13’de yüzyılın hatta 500 yılın en güçlü kanlı ay tutulması gerçekleşir ve Reyhan bir mucize eseri on yıl öncesine, hayatının dönüm noktası olan o geceye, yani Nadir’in evlenme teklif ettiği o “büyük an”a hem de şimdiki aklıyla geri döner.

Fatma - Fatma (35) sıradan bir temizlikçidir. Kocası Zafer hapisten çıktıktan bir süre sonra ortadan kaybolur. Zafer’i aramaya koyulan Fatma ise bu sırada beklenmedik bir cinayet işler. Zafer’in karanlık bağlantılarının bu cinayeti öğrenmesiyle, Fatma’nın hayatta kalmak için öldürmeye devam etmekten başka çaresi kalmaz. Bu durum, Fatma için bugüne kadar yaşadığı her şeyin intikamını alabileceği bir ritüel haline gelir. Fatma artık bir yandan koca dünyaya sığdıramadığı masum oğlunun öcünü almak isteyen bir anne, diğer yandan işlediği her cinayette kimsenin kendisinden şüphelenmediği bir “temizlikçi kadın” olarak hayata devam eder ve kocasını aramaya başlar. Başak Abacıgil tarafından hayata geçirilen Fatma, yeni ve genç yetenek  Özgür Önürme tarafından kaleme alındı.

Sıcak Kafa - Dil ve konuşma yoluyla, zihinden zihine bulaşan bir delilik salgınının alt üst ettiği dünyada, gizemli bir şekilde bu hastalıktan etkilenmeyen tek kişi, eski bir dilbilimci olan Murat Siyavuş’tur. Acımasızlığıyla ünlü Salgınla Mücadele Kurumu tarafından arandığını öğrenen Murat, saklandığı kurtarılmış bölgeden kaçmak ve yangınlar içindeki İstanbul'un gizemli dehlizlerinde hastalığın ona mirası olan “sıcak kafa”sının sırrının peşine düşmek zorunda kalır.

Yarına Tek Bilet - Türkiye’den çıkan ilk Netflix orijinal filmi olan Yarına Tek Bilet’in başrollerini başarılı oyuncular Dilan Çiçek Deniz ve Metin Akdülger paylaşıyor. Yapımcılığını OG Medya ve PTOT Film'in ortaklaşa üstlendiği filmin yönetmen koltuğunda ise son dönemin yaratıcı isimlerinden Ozan Açıktan oturuyor. Film, Ankara’dan İzmir'e doğru bir yolculuk sırasında birbirine rastlayan iki yabancının (Metin Akdülger ve Dilan Çiçek Deniz) romantik hikayesini konu alıyor. İkilinin sürtüşmeyle başlayan ilişkisi, birbirlerini tanıdıkça aslında geçmişe bir sünger çekmek istediklerini fark etmeleri ve kendi gerçekleri ile yüzleşmeye başlamalarıyla farklı bir yola evrilir. Yarına Tek Bilet tüm dünyayla aynı anda 19 Haziran 2020’de Netflix’te yayına girecek. 

Exatlon Challenge - Acun Medya’nın format sahibi olduğu ve yayınlanmaya başladığı 2017 yılından beri dünya genelinde 58 milyon izleyiciye ulaşarak spor ve reality’yi bir arada sunan Exatlon, yepyeni versiyonuyla izleyicisiyle buluşuyor: Exatlon Challenge. Yeni format, Türkiye’nin en popüler influencer’larını Exatlon’un oldukça çekişmeli bir o kadar da eğlenceli dünyasına davet ediyor. Orkun Işıtmak’ın sunduğu ve Oğuzhan Uğur’un Exatlon Face-Off bölümleriyle yer aldığı, Türkiye’de 3 Temmuz’da yayına girecek olan fenomen yarışma Exatlon Challenge, hem en başarılı hem de en cesaretli influencer’ını arıyor. 

Atiye 3.sezon - Netflix ilk sezonda gösterdiği başarının ardından, ikinci sezonu 2020 yılı Eylül ayında yayına girecek olan Atiye’nin üçüncü ve final sezonu için onay aldığını duyurdu. 3. sezon çekimlerinin önümüzdeki aylarda başlaması planlanıyor. 

Yukarıdaki belirtilen yeni orijinal projelerin yanı sıra, gişede büyük başarılara imza atmış Yedinci Koğuştaki Mucize, Biz Böyleyiz ve Eltilerin Savaşı filmlerinin de beyaz perdenin hemen ardından  Netflix izleyicisiyle buluşacağının müjdesi de verildi.


Taj Mahal 1989 : Aşk Değişken Bir Virüstür

Perşembe, Şubat 27, 2020
Netflix’in ülke bazlı projelere girişmesi sektörde genişleme yaratırken bazı ülkelerin uluslararası standartlara yaklaşmasını sağlarken çoktan yakalamış olanlarınsa peş peşe projelerle dikkat çekmesini sağlıyor. Hindistan bu durumdan en çok nasibini alan ülke olarak dikkat çekiyor. Bollywood’un o alışıldık müzikli cümbüşlü uzun filmlerden ibaret olmadığını gösterme fırsatı oluyor aynı zamanda. Geleneksel sinemalarından ibaret olmadıklarını modern sinema akımına uygun işler üretebileceklerini gösteriyorlar. 14 Şubat’ta yayımlanan “Taj Mahal 1989” geleneksel ile moderni harmanlayarak ünlü mabedleri Tac Mahal üzerinden aşkı irdeliyor. Yedi bölümlük ilk sezonuyla aşkın her yaşından örnekler veriyor.

Senaryoyu yazıp yönetmenliği de üstlenen Pushpendra Nath Misra’nın yaratıcısı olduğu dizinin oyuncu kadrosunda ismen bilinmese de tanıdık simalar yer alıyor. Neeraj Kabi, Geetanjali Kulkarni, Danish Husain, Sheeba Chaddha, Anud Singh Dhaka, Anshul Chauhan, Paras Priyadarshan ve Shirin Sewani başı çekiyor. Dizi ve filmlerden oluşmuş bir karma diyebiliriz hatta. Kabi’ye “Sacred Games”den, Kulkarni’ye “Court”tan, Husain’e “Bard of Blood”dan, Chaddha’ya “Talaash”dan, Chauhan’a “Zero”dan aşinayız. Misra ise ilk önemli projesinde. Özetle, künyeden herhangi bir referans almak mümkün değil. Dizinin ülke dışından izleyiciyi çekmek için elinde sadece sevgililer gününde yayına girmiş olması ve Tac Mahal kozları var. 

1989 yılındayız… Lucknow Üniversitesi’nde üzerinden farklı hayatları izliyoruz. Üniversite öğrencileri ve öğretmenler ile oluşan zincirin halkalarını da yavaş yavaş tanıyoruz. Sarita ile Akhtar evli çiftimiz, Rashmi ile Dharam sevgililer, Sudhakar ve Mumtaz uzun süredir birlikte… Angad ve Mamta da denklemi tamamlıyor. Fizik hocası Sarita eşinin kendisine olan ilgisizliğinden muzdarip. Eskiden şiirler yazan, hatta defterler düzen felsefe hocası Akhtar işiyle meşgul artık. Yine şiirlere dalıyor ama direniş şiiriyle bozuyor eşinin moralini. Sarita’nın boşanmaya doğru giden çıkmazını izliyoruz. Akhtar ise yıllar sonra rastladığı arkadaşı Sudhakar ile yeniden sohbet edebilmenin keyfini çıkarıyor. Felsefe altın madalyalı Sudhakar terzilik yaparken bir fahişeye Mumtaz’a tutulmuş ve evli sanılsalar da birlikte yaşıyorlar. Manavlık yapan Mumtaz dimdik ve güçlü bir karakter olarak delişmen, mahallesinin de sözü geçen hamisi konumunda. O da eskinin tutkusunu arayarak geçmişi deşiyor. Bu iki yaşlı çiftin tamamlayıcılarıysa gençler. Rashmi aşkından mutlu. Dharam ile çifte kumru olarak takılıyorlar. Taa ki olaylar değişene dek. Angad ve Mamta’nın olaylara dahil olmasıyla aşk denen değişken virüsün etkilerini izliyoruz.

Çok iyi bir ilk bölümle başlayan “Taj Mahal 1989” karakterlerini tanıtıp sevdiriyor ve aralarındaki bağ konusunda şüpheye yer bırakmayan bir rahatlık sunuyor izleyicisine. Dördüncü duvarı da yıkıyor. Her karakter ekrana dönüp aşkın ne olduğunu söylerken şirin çizimlerle grafik bindirmeleriyle aşkın o tozpembe hafifliğini de yansıtıyor. Hayatın olağan akışını da ihmal etmeden sürdürüyor anlatımını. Her bölümde konuyu derinleştiriyor ve Tac Mahal’de sonlanacak finale doğru ilerliyor. Misra, senaryosunu felsefe hocası üzerinden kurmuş. Onun cümlelerine öğrencilerin soruları ve sorguları eşlik ediyor. Kitaplardan alıntılarla süslenen epey gönderme mevcut ki, aşk üzerine laflamalarla ortaya konuşulacak tartışılacak bir dizi çıkmış. Aşkın yaşı, nasıl doğduğu, nasıl evrildiği üzerine anlamlı cümleler birbirini kovalıyor. Elbette tozpembe değil her şey. Yaşanan sorunlar, bitme noktasına gelen evlilik, biten ilişkiler, kayıplar, pişmanlıklar arasında yaşanıyor aşk. Seçimler, koministler, mafyöz adamlar, kadın ticareti, silahlar derken polisiye olaylar da olay örgüsünün parçası. Hep bir söylem çerçevesine işleniyor her şey. İyi final yaptığını da söyleyeyim. İkinci sezon olsa da olur olmasa da. 

Kimyaları tutan oyuncular, iyi senaryosu ve işleyişiyle süresini sarkıtmadan akıcılığını ve temposunu koruyan “Taj Mahal 1989” izleyeni pişman etmeyecek bir aşk güzellemesi. Aşk denen bu değişken virüsü içinde taşıyanların yedi bölümü severek izleyeceği aşikar. 


Emergence : Evrimin Anneleri

Pazar, Şubat 02, 2020
Online izleme platformlarının ağırlığını koymasıyla değişen dizi dünyasında artık ulusal kanalların işi zorlaştı. Özgün ve yüksek bütçe gerektiren projelerin netflix, apple, amazon gibi mecralara kaymasıyla artık elde çok yaratıcı işler kalmıyor. Çok konuşulan, fenomen olan diziler dönemi de ulusal kanallar için geçmişte kalmış gibi görünüyor. Dört beş sezonu devirecek yapımları arayışı reytingler geldiğinde hüsrana dönüyor artık. Ulusal kanalların alışmak zorunda olduğu yeni dönemde en çok zorluğuysa ABC yaşıyor. Sık sık iptal ettiği dizilerle gündeme gelen kanalın 2019-20 sezonu için hazırladığı altı diziden en çok ilgi çekeni 28 Ocak itibariyle sezonu tamamlamış durumda. Bilim kurgu, gizem ve gerilimi harmanlayan dizi 13 bölümü geride bıraktı. Farklı konusu ve kadın ağırlığıyla dikkat çeken işlerden biri.

ABC Studios yapımcılığında hazırlanan dizinin yaratıcıları Michele Fazekas ve Tara Butters. 1999 yılında “Get Real” dizisinin yazar kadrosunda birlikte çalışmalarıyla başlayan ortaklıklarında on bir diziyi geride bırakmışlar. “Law & Order: Special Victims Unit”, “Dollhouse”, “Hawaii Five-0”, “Agent Carter” gibi dizilerin senaryo kadrosunda yer alan ikili “Reaper”ın yaratıcısı olarak adlarını duyurmuştu. İkinci dizileri “Kevin (Probably) Saves the World” ile yine beğeni toplayan ikili peşi sıra “Emergence” ile dönüş yapmış. Kadın ağırlığının ağır şekilde hissedildiği dizinin oyuncu kadrosunda da durum aynı. Tanıdık simalardan oluşan kadro uzun soluklu dizilerin kadro karması gibi adeta. “Fargo” ile çıkış yapan Allison Tolman, “Billions” ile dikkat çeken yetenekli bıdık Alexa Swinton, “The Mentalist”in Wayne’i Owain Yeoman, “The Night Shift”in doktorlarından Robert Bailey Jr., “New Amsterdam”ın Dora’sı Zabryna Guevara, “Scrubs”ın Dr. Christopher Turk’ü Donald Faison, “Carnivàle”ın peder Justin’i olarak hafızalara kazınan Clancy Brown, “Orange Is the New Black”in Polly’si Maria Dizzia ve “Lost”un John Locke’u Terry O'Quinn kadronun başını çeken isimler. 

“Emergence” küçük bir kasabada yapıyor açılışını. New York’a bağlı küçük bir kasabadayız. Kasabanın polis şefi Jo Evans ile tanışıyoruz. Yeni boşanmış, kızı ve babasıyla yaşayan bir iyilik timsali. Sahile düşen bir uçak ile ihbarı alınca olay yerinde alıyor soluğu. Gizemli uçak kazasının enkazında küçük bir kız çocuğunu fark ediyor. Ne kazayı ne de kim olduğunu hatırlamayan kızın sımsıkı sarılmasıyla aralarında bir bağ oluşuyor. Rutin kontrollerin ardından kızın bakımını üstleniyor ve evin bir ferdi olarak Piper adını alan kızın peşinde birilerinin olduğu kısa sürede fark ediliyor. Sabahında enkazın ortadan kalkması, kim olduğu belli olmayan adamların her şeyi ört bas etmesiyle kendini büyük bir komplonun içinde bulan Jo, annelik içgüdüsüyle kendini Piper’ı korumaya adıyor. Piper’ın kimliği, uçağın arkasındaki büyük teknoloji firması derken oluşan büyük gizemin çözülmeye çalışılması da dizinin konusunu oluşturuyor.

24 Eylül’de yönetmenliğini “Lucky Number Slevin” ile tanıdığımız Paul McGuigan’ın yönetmen koltuğunda oturduğu pilot bölümle vasat bir aile dizisi gibi görünümünde başlayan dizi her bölümde konusunu derinleştirerek ilerliyor. İlk beş bölümde gizemi aydınlatmak üzere ilerledikten sonra Piper’ın bir yapay zeka, insansı bir robot olduğunu ilan ederek yeni komplolar, düşmanlar ve bir örgütle birlikte iyice bilim kurguya dönüşüyor. Özel efektlerle süslenerek izleyiciyi tatmin eden sahnelerle gizemin içine herkesi çekiyor. Mantık sınırını da gözeterek ilerleyen dizinin beşinci bölümden sonrası gayet tempolu, heyecanlı ve merak uyandırıcı şekilde akıyor. Yapay zekanın kız olması, yaratıcısının kadın olması, koruyucusu polisin kadın olması ve baş kötünün de kadın olması dolayısıyla dünyayı değiştirecek yeni evrimin kadın ağırlığında olduğunu sık sık dillendiren dizi kilit bölümlerden birinde “Evrimin Anneleri” sözünü de zikrediyor. Özellikle son üç bölümde heyecanı arttıran ve tahmini pek mümkün olmayan işleyişiyle yakaladığı başarıyı ilk bölümlerde niye yakalamadığı sorusunu bolca sorduruyor. Dizinin diğer eksileriyse her şeyin fazla kolay gerçekleşmesi ve mücadeleyi zorlaştıracak bir kötünün olmaması.

Vasat başlayan ama ikinci yarıda toparlayan “Emergence”in on üç bölüm olarak planlandığı ve ekstra bölüm siparişi verilmeyeceği bilgisi basına sızmıştı. İkinci sezon ya da iptal kararı ise henüz gelmedi. Muhtemelen bu kararın baharda verileceği görüşü hakim. Hal böyle olunca eldeki tek sezonu izleyip izlememe kararı tamamen sezon finaline bağlı… Dizinin iyi ve tatmin edici bir sezon finaliyle veda ettiğini belirtelim. Ucu açık bir final yok. Sadece son sahne ile ikinci sezona göz kırpma mevcut ama çok da önem taşımıyor. ABC’nin diziden memnun olup olmadığı henüz bilinmese de tek sezonluk haliyle de bilim kurgu dizilerini sevenleri ve insansı robot konusuna ilgi duyanları memnun edecek bir serüven.  


New Amsterdam : Kalbin Yardımcı Fiilleri

Perşembe, Ocak 16, 2020
“House M.D.” ve “The Good Doctor”un uyarlamalarıyla tıp dramaları ülkemizde yeniden popülerleşmişken ekranların son dönemde en iyi işlerinden birini anlatmanın ve tanıtmanın vaktidir. İki örnek gibi tek bir karakterin ağırlığında olmayan, daha eşit dağılımlı ve daha çok insan hikayesi işleyen bir takım oyunundan bahsedelim biz. Ekranlarda ikinci sezonunun yayını süren “New Amsterdam” duygusal ağırlığı çokça hissedilen bir tıp draması. Bir uyarlama ve şimdiden beş sezonu garantilemiş durumda. 2018’de başlayan diziler arasında sonraki sezon onayları konusunda en başarılı işlerden.

Netflix, Amazon ve Apple derken dizi izleme alışkanlıklarımızın değiştiği ve farklı kodlamalara evrildiği aşikar. Artık dizilerde aranan daha kısa bölümlerden oluşan sezonlar ve hepsinin tek seferde yayınlanarak maratona hazır hale gelişi. Bir ulusal kanal dizisinin 22 bölümlük sezonunu hafta hafta takip etmek, sezon aralarıyla dokuz ay içinde tamamlamak artık hayli zor ve seyircinin de tercih ettiği şey olmaktan çok uzakta. Bu yüzden ulusal kanal dizileri eski başarılarından çok uzakta. Küçük istisnalar gerekiyor artık. İşte o küçük istisnalardan biri olarak öne çıkan dizilerden biri New Amsterdam. Seyircisini etkileyen ve iz bırakan işlerden. NBC ekranlarında 25 Eylül 2018’de başlayan macerası şu anda ikinci sezonunda. Geçtiğimiz hafta aldığı üç sezon onayı ile üç, dört ve beşinci sezonları dolayısıyla da yüz bölümü garantilemiş durumda. Ülkemizde de artan tıp draması ilgisi söz konusuyken benzer dizi arayışındakilerin ilgisine mazhar.

Eric Manheimer’ın “Twelve Patients” adlı kitabından uyarlanan dizinin başında David Schulner var. Daha önce de tıp dramasına soyunan Schulner, “Do No Harm” ile tutunamamıştı. İrili ufaklı pek çok dizinin yürütücü yapımcılığından sonra yaratıcı sıfatıyla ilk dizisinde… Ryan Eggold, Freema Agyeman, Janet Montgomery, Jocko Sims, Anupam Kher, Tyler Labine ve Lisa O'Hare de kadronun başını çeken isimler.

New York’tayız… Bir devlet hastanesi olan “New Amsterdam”ın koridorlarında dolaşıyoruz. Amerika’ın en eski devlet hastanesinde işler çığrından çıkmış. Düzen bozulmuş, çarklar işlemiyor ve yetkililer işleyişten mutsuz. Sistemsizliğin başı çektiği ihmaller ve sıkıntılar sebebiyle sık sık yönetici değiştiren ve sürekli zarar hastanenin yeni medikal direktörü ile tanışıyoruz: Max Goodwin. Tam bir işkolik olan Goodwin, hastaları önemseyen radikal kararlar almaktan çekinmeyen bir doktor olarak ilk adımı da koca kardiyoloji bölümünü komple kovarak atıyor. Bu iddialı girişin ardından diğer doktorlarla tanışıyor ve takım oyununun diğer parçalarını da tanıyoruz. Acil servisin sorumlusu Dr. Lauren Bloom, meşhur onkolog Dr. Helen Sharpe, kalp cerrahı Dr. Floyd Reynolds, psikiyatrist Dr. Iggy Frome ve nörolog Dr. Vijay Kapoor. Max’in radikal kararlarıyla daha işlevsel hale gelen ve herkese daha rahat yardım edebildiklerini fark eden doktorlar kısa sürede ellerini taşın altına koyuyor ve takım oyununu başlatıyorlar. Elbette her şey güllük gülistanlık değil. Lauren’ın ilaç bağımlılığı, Helen’in annelik sorunları, Floyd’un eş arayışı, eşcinsel Iggy’nin evlililiği ve ailesi, Vijay’in oğlu ile arasındaki sorunlar dizinin yan öykülerini oluşturuyor. En önemli yan öyküyü ise Max taşıyor. Gırtlak kanseri olan Max, hamile eşiyle de sorunlar yaşıyor. Zor bir hamilelikle baş etmeye çalışan eşiyle arayı düzeltmek, kanser tedavisine başlamak ve hastane koridorlarında sürekli dolaşarak her şeye yetişmeye çalışmak Max’in günlük rutini. Standart tıp dramasında olan her şeye ek olarak beş doktor ve Max’in öyküleri New Amsterdam’ın konusunu oluşturuyor. 

Her karakterine gerekli süreyi tanıyarak seyirciye yaklaştıran bir dizi New Amsterdam. Her bölümde duygusal hikayelere yer vererek insan yaşamının değerine vurgu yapmayı ihmal etmiyor. Etkileyici sahnelerle yer yer gözyaşı döktürüyor. Özellikle çok iyi sezon finaliyle şok edici anlar yaşatma ve yürek sökme konusunda hayli cesur kararlar veriyor. Kanseri bol bol işlerken, kalp hastaları, organ nakli zincirleriyle de hastaları el üstünde tutuyor. Max’i kısa sürede sevilen karakter haline getirerek onun kalbinden geçenlere ortak ediyor. Elbette o kalbin yardımcı fiileriyle oluşan bütünle ortaya keyifli bir seyir çıkıyor. 

Evet devir değişti. Artık bir çırpıda izlenen diziler ve fantastik dünyalar ile gerçeğin uzağına konuşlandı diziler. Kıyametin sonrasında değişim geçiren insanlar ve yaratıklar arasında biraz daha insani ve dokunaklı hikayeler izlemek ve kalbine ortak fiiler arayanlar için sıcacık bir dizi New Amsterdam. Beş sezonluk garantisiyle tıp draması sevenler için iyi bir dost.

Atiye : Mümkünlerin Rızası

Cumartesi, Ocak 11, 2020
2018 Kasım’ında sosyal medya hesaplarından yapılan duyuru ile başlayan ikinci yerli Netflix yapımı Atiye, oyuncu kadrosundan olaylarına kadar sıkça gündemi meşgul etmiş ve heyecanla beklenmişti. Çekimlerine Mart 2018’de başlanırken de benzer yankılar uyandırmıştı. Bir ay sonra set işçisi Hasan Karatay’ın ölüm haberiyle daha başlamadan izleyicileri ikiye bölmüştü dizi. Şengül Boybaş’ın romanı “Dünyanın Uyanışı”ndan uyarlanması da meraklıların bir an önce kitabı okuyup diziyi bekleme ritüellerini başlatınca uzun yıllar sonra ilk defa bir dizinin bu denli gündemi meşgul etmesine tanık olduk. Hali hazırda ikinci sezon onayı da bulunan “Atiye”nin 27 Aralık itibariyle izleyiciye sunulmasıyla maraton halinde hızlıca bitirilmesi sürpriz olmadı bu yüzden. Netflix’in açıklamasıyla 2018’in en çok izlenen dizileri listesinde zirvede yer alması da sadece dört günde yakalanmış bir başarı. Herkes izlediyse “Atiye”ye bakış atmanın vaktidir.

Göbeklitepe’nin keşfi sadece ilgili akademisyenlerin ilgisini çekmekle kalmadı. Yazarların da ilgisini çekti ve peş peşe romanlarla fantastik dünyanın geçiş kapısı olarak görüldü. Boybaş’ın romanı da benzer yolun yolcusu. Netflix’in ikinci yerli yapım için yine roman uyarlamasını seçmesi de sürpriz değil. Dizinin yaratıcısı OG Medya’dan Onur Güvenatam “Hakan: Muhafız”ın da yapımcısı aynı zamanda. Yine aynı diziden referanslı isimlerle donatılmış kadro. Baş yürütücüler Özge Bağdatlıoğlu ve Jason George iken yapımcılığı da Alex Sutherland üstlenmiş. Malumunuz oyuncu kadrosunda da Beren Saat, Mehmet Günsür, Metin Akdülger, Melisa Şenolsun, Başak Köklükaya, Civan Canova, Tim Seyfi ve Cezmi Baskın yer alıyor.

Süreleri 40-45 dakika arasında değişen sekiz bölümlük diziyi iki noktadan değerlendirmek gerekiyor. Dizi olarak nasıl olduğu ve sektördeki yeri… Konusunu zaten herkes biliyordur ama izlememiş olanlar için kısaca özetleyelim. Ressam Atiye ile tanışıyoruz. Evliliğin eşinde sade ve mutlu bir hayat süren bir kadın… Sürekli çizdiği sembolun Göbeklitepe kazılarında ortaya çıkmasıyla soluğu kazı alanında alıyor. Kazı çalışmalarını yürüten arkeolog Erhan’la konuşmasının ardından mistik ve gizemli olaylar silsilesi başlıyor. Antik tapınakta başlayan geçmiş arayışıyla geleceği de birbirine bağlayan ve her şeyi sorgulatan merak uyandıran bir seyirliği başlatmış oluyor. Her bölümde yeni soruların peşine düşerken aldığımız cevaplarla da yeni teoriler üretiyoruz.

Atiye’nin teknik anlamda çok başarılı bir dizi olduğunu belirtelim her şeyden önce. Süresi, bölüm sonları, jeneriği derken evrensel standartlarda bir iş çıkmış ortaya. Sinematografisi de mekan kullanımı da efektleri de kamera kullanımı da yerliden çok yabancı dizi evreninden. Alıştığımız yerli dizi uzunluğundan fersah fersah uzakta olunca akıyor ve bir çırpıda maraton yaparak izleyip bitirmek mümkün. Oyunculukların da iyi olması sayesinde geriye tek şey kalıyor: Senaryo. Diyalogların iyi olduğunu belirteyim öncelikle. Alıntılar da yerli yerinde ama gerisi için aynı şeyi söylemek zor.

Dizinin vasatta kalmasının sebebi olarak öne çıkıyor senaryo. Her şeyi çok çabuk çözme düsturuyla acele edilince sıkıştırılmış dosyadan çıkmış bir belge gibi görünüyor dizi. İlk sezonun sekiz bölüm olarak tasarlanmasının hata olduğunu tasdikleyen bu aceleciliğin karakterlere ve olay örgüsüne yansımaları da yeni hataları ve saçmalıkları beraberinde getirmiş. Gizemi ve mistik havayı başarıyla yansıtmasına rağmen gerçekliği anlatırken bir türlü tatmin edemiyor Atiye. Özellikle anne babasının mantıksız karakter gelişimleri, kardeşinin dönüşümü, sevgilisi ve müstakbel kayınbabasının varlıkları sürekli kaygan zeminde ilerleyişleri çok inandırıcı durmuyor, duramıyor. Zengin iş adamı Serdar ve oğlu Ozan’ın ilişkileri yer yer kartondan figürlere yaklaşırken saçmalığına gülünecek komik sahneler de yaratmış. Bunda senaryonun tüm sorularının ana karakterlerde çözülmesi düsturu yatıyor. Tüm soruların cevaplarının üç ailenin ilişkisinde saklı olması daha sağlam bir karakter yaratımı süreci gerektiriyor. Bunu da sekiz bölümde dengeli şekilde işlemek mümkün olmamış. Aksiyonu diri seyirciyi de olayların içinde tutmak için kurulan akıcılığın içinde gözden kaçan çok şey var. Gelelim herkesi merakta bırakan finale. Yine ülke standartlarının üzerinde bir sezon finaline tanık oluyoruz. Yeni sorular doğuran kısacık bir an ile ikinci sezona atılan pas için diyecek bir şey yok. Lakin öncesindeyse işin Dark’a doğru gidişi mevcut. Mağaradaki kapının gizemi, geçmiş ile geleceğin birbirine bağlanması söylemiyle neredeyse gözler Dark’ın zaman yolcusu Jonas’ı arıyor. Hatta ben sarı kapişonlu birini bekledim bile. Spoiler vermemek için daha fazla açık etmeyeyim ama finali çok komik bulduğumu belirteyim. Siz ne dersiniz bilmem ama ben tatmin olmadım. 

Atiye’yi bir yerli dizi olarak değerlendirdiğimizdeyse durum olumlu. Netflix’in ikinci yerli yapımı “Hakan: Muhafız” kadar çiğ durmuyor. Onun kadar sarkan dakikalar ve atmosfer gedikleri içermiyor. Teknik anlamda çok iyi demiştik. “Atiye”, uzun yıllardır dizi sektöründe sorulan dünya standartlarında bir dizi çekemeyecek miyiz sorularına layıkıyla cevap veriyor. Süresi, jeneriği, bölüm başı ve sonu, sinematografisi bakımından o standartlar yakalanmış. Seyircinin nabzına şerbet vermeden, ağlatma krizlerine sokmadan, müziği bağırttırmadan da dizi çekilebiliyormuş dedirtiyor Atiye. Demek ki mümkünmüş. Dizi alfabesini nihayet birileri sökebilmiş ve uygulamaya geçirebilmiş. Varsın senaryosu eksikli gedikli olsun sıkılmadan izlenen sekiz bölümlük bir sezon yaratılabilmiş. Bunca izlendiğine ve konusuna hiç kimsenin burun kıvırmadığına göre anlaşılabilir bir mistik gizem yaratılabilirmiş. Mevcut kanallarda yayımlanan dizilerdeki gibi zengin fakir birleşmeleri, köşkler, zenginler ve patlayan silahların dışına da çıkılabilirmiş. Türk izleyicisinin farklı bir şeyler izlemek istediğini teyit ediyor Atiye. Bu anlamda mümkünlerin rızasını alıyor. İkinci sezonu merakla bekleyen kitlenin üç ve dördüncü sezonlar için de aynı hevesi taşıması da yakalanan başarının ilk teyidi.

Son yıllarda sıkça konuşulan Şahsiyet, Masum, Hakan: Muhafız derken yeni platformlardan izleyiciyi karşılayan yerli dizilerin yükselişin son yansıması olan Atiye, dünya standartlarına doğru dayanmış merdivenden adımı ilk atan dizilerden biri olarak kilometre taşı. Evet senaryosu vasat, fazla aceleci ve komik bir sezon finali içeriyor ama “biz ne zaman düzgün dizi çekeceğiz” sorularının cevabını bulmak için izlenmeyi hak ediyor.

El Vecino : Bencil, Sığ, Süper

Cuma, Ocak 03, 2020
Dünyanın bir süper kahramana ihtiyacı var mıdır? Bir süper kahramanın görevleri nedir? Günümüzde hemen yan dairede kalan bir süper kahraman neler yapabilir? Sosyal medyanın bunca kullanıldığı dönemde kahraman olarak sadece kostümden ibaret gizli kimliğiyle yaşamını sürdürebilir mi? Netflix’in İspanyol işi dizisi “The Neighbor” işte bu soruların peşinden giden bir aksiyon komedi kırması dizisi. 31 Aralık itibariyle izleyiciye sunulan dizi bir çizgi roman uyarlaması. Yarımşar saatlik on bölümden oluşan ilk sezonuyla izleyiciyi Javier ve Titan ile tanıştırıyor.

Orijinal adı “El vecino” olan dizi aynı adlı çizgi romandan uyarlanmış. Santiago García ve Pepo Pérez'in 2004 yılında yayımlanan grafik romanları çok popüler olmasa da yıllar içinde ilgi çeker hale gelmiş. Başka dillere çevrilmeden sadece kendi dilinde ve ülkesinde kalan grafik romanın yaratıcılarından Garcia, Örümcek Adam, X-Men, Calvin ve Hobbes gibi serilerin İspanyolca çevirilerinin başındaki isim olarak tanınmakta. On beş yıl sonra diziye dönüşmesinin arkasındaki isimlerse Miguel Esteban ve Raúl Navarro. Ülkelerinde pek çok diziye imza atan ikili ilk kez uluslararası bir işe imza atıyor. Dört farklı yönetmen koltukta otururken içlerinden en önemli isim de Nacho Vigalondo. Oyuncu kadrosundaysa tanıdık simalar bulunuyor. “Azuloscurocasinegro”nun ödüllü yıldızı Quim Gutiérrez süper kahramanı canlandırırken, “Tengo ganas de ti” ile tanıdığımız Clara Lago da ona eşlik ediyor. Mütevazı kadronun geri kalanını da Adrián Pino, Catalina Sopelana, Sergio Momo ve Denis Gómez tamamlıyor.

Madrid’teyiz… Javier ile tanışıyoruz. Evinin yakınlarındaki bir barda çalışan ama sürekli kaytaran, yalanlarıyla herkesi bezdiren bencil ve sığ biri olarak tanımlanan Javier’in hayatının özeti sorumsuzluğu. Koca adam olsa da çocuk gibi. Sevgilisi Lola ile de araları bozulmanın eşiğinde. Tatile gidemediğinden dert yanan patronunun hakkını laf ebeliğiyle kendine alıp kasabaya tatile Lola ile çıktıklarında hayatı da değişiyor. Tam Lola ile dışarıda otururlarken gökten düşen bir cisim sonrası bayılıyorlar. Uyanan Javier kostümlü biriyle karşılaşıyor. Kendini evrenin muhafızı olarak tanıtan kostümlü kahraman güçlerini ona devrediyor. Elini üzerine sürtünce kostüme dönüşen bir madalyon ve süper güçleri aktive eden kırmızı minik haplardan oluşan bir çantadan ibaret devir teslime hologramlı gösterim de eşlik ediyor. Bu sırada şehre yargıçlık sınavı için gelen Jose ile tanışıyoruz. Tuttuğu odada yaşayamayacağını anlayınca gitmek üzereyken bulduğu odaya yerleşmesiyle onun da hayatı değişiyor. Lola’nın arkadaşı Julia’nın ev arkadaşı olmak demek Javier’in yan komşusu demek aynı zamanda zira. Javier ve Jose’nin yolları kesiştiğinde süper kahraman da ilk kez insanlara görünüyor ve macera başlıyor.

“El vecino”, bencil ve sığ bir adamın bir süper kahramana dönüşmesinin hikayesi. Elbette alışık olduğumuz bir kahraman hikayesi değil. Güncel hayattan sorunlar, komşuluk ilişkileriyle bezeli bir konuyu işliyor. Gazeteci kimliğiyle Lola’nın süper kahramanın peşinde koşması ve röportaj yapmak istemesi, Julia’nın kafayı sürekli yenisi açılan ve virüs gibi yayılan bahis bayilerine gıcık olmasıyla başlayan kendi deyimiyle “karma polisi” olma çabaları, Jose’nin uzaktaki sevgilisine yalan söyleyememe çaresizliği ile başlayan pek çok konu dizide işleniyor. Sosyal medyaya, bahis şirketlerine ve basın dünyasına dair söylemleri de mevcut. Bir yandan komşuluk ilişkileri, komik olması beklenen yan karakterler ve Javier’in süper kahramanlığı Jose ile konuşarak anlamaya çalışmasını izliyoruz. 

On bölümlük ilk sezon iyi bir başlangıç yapsa da kısa sürede klişeleşerek kan kaybediyor. Seyirciyi odakta tutmakta zorlanıyor ve sürekli savruluyor. Sevilesi karakterler sunuyorsa da o alıştığımız renkli ve eğlenceli İspanyol filmleri/dizileri havasından uzak olmasına bir de neredeyse hiç güldürmemesi ve eğlendirmemesi eklenince ilerleyen sadece olay örgüsü olarak kalıyor. Sonunu getirmenin hayli zor olduğu dizinin sezon finali de tatmin edici değil. Beklenen sahne ile biterken ikinci sezona pas atıyor ama bunu isteyecek seyirci sayısının azınlıkta olduğu aşikar.

İyi bir fikirden yola çıksa da uygulamada hayli başarısız olan “El vecino” zaman çalan kötü bir komşu olarak Netflix’in olmamış diziler kervanının son üyelerinden. Grafik roman bağımlıları ve Avrupa dizilerini sevenlerin bile sonunu getirmekte zorlanacağı bencil ve sığ bir komşu.

Lugar de Mulher : Brezilya’dan Kahkahalar

Cuma, Aralık 27, 2019
Brezilya deyince aklınıza ne geliyor? Muhtemelen bir ya da birkaç futbolcu ismi saymışsınızdır. Plajlar, karnavallar diyen de olmuştur, favelalar ve yoksulluk diyenler de. Peki ya stand-up? Stand-up komedi desem? Zaman zaman iyi filmlerle konuşulsa da Brezilya deyince aklımıza sanat gelmiyor. Ana başlığı bu kadar akla gelmeyince stand-up deyince bir sessizliğin oluşması da elbette sürpriz değil. Stand-up sevenlerin koca bir define bulmuş gibi sevindiği platform Netflix yeni yapımı “Lugar de Mulher” ile bu soruya iki espriyi de sığdırmak istiyor. Dört bölümlük stand-up şovu 28 Kasım itibariyle meraklısını beklerken, dört komedyenin on beşer dakikalık şovunu sunuyor. Güldürünün evrenselliği ve kültür farkı düşünüldüğünde hayli merak uyandırıcı olduğu bir gerçek… Özellikle de futbol sayesinde bize yakın olduğunu düşünülen ülkenin nelere güldüğünü görme fırsatı da öne çıkmasını sağlıyor.

“Brezilya'dan dört komedyen; cinsellik, siyaset, din ve anneliği ele alıyor ve kadının yerinin, canının istediği yer olduğunu kanıtlamayı amaçlıyor.” başlığıyla sunulan Netflix dizisinin ortak noktası dört kadının da şovlarının ilk anlarında Netflix’te olmanın sevincini dile getirmeleri ve milyonlarca izleyiciye ulaşacak olmanın heyecanı. Her biri farklı üsluba sahip dört komedyen, ayrı şeyler anlatsa da toplamında Brezilya’da kadın olmanın ne anlama geldiğini de vurgulamış oluyorlar. Seyircinin kahkahaları eşliğinde şenlenen şovun her bölümü aynı oranda kahkaha attırmıyor elbette. Teker teker her bölüme ve komedyene bakış atmanın vaktidir diyerek yakından tanıyalım. Bölümlerin adları da komedyenlerin adını taşıyor zira.

Bruna Louise: 1993 doğumlu komedyen, 2001 yılından bu yana sektörde. Oyunculuk geçmişine de sahip. Ülkesinin sosyal medya starlarından biri aynı zamanda. Milyonluk takipçi sayısı ve 3 milyonu aşan Youtube videosu izlenme sayısına sahip. Daha bölümün başında sahneye adım attığı andan itibaren bunların hepsinin yansımasına şahit olmak mümkün. Seyirciyi hemen avucunun içine alan Louise, salonu kahkahaya boğuyor ve iyi bir şov sergiliyor. Bolca güldüren esprilerinin yanı sıra, sıcak, sempatik ve seksi aynı zamanda… Bekarlıktan dem vurarak başladığı şovunun ana konusu elbette kadın. Seyircinin sıcaklığıyla cinsel esprileri sıralayarak tamamladığı şov, serinin de iyi başlamasını sağlamış.

Micheli Machado: 1981 doğumlu komedyen, 2015 yılından bu yana sektörde. 2017 yılından bu yana komedyenlik yapıyor. Elli bin takipçili mütevazı instagram hesabından ne görünüyorsa sahnede de aynen o. Evli ve çocuklu bir kadın olmaktan dem vurarak şovuna başlayan Machado, sahneyi ve seyirciyi bir türlü avucunun içine alamıyor. Kahkaha aralarını beklemiyor, esprileri zamanında patlatamıyor ve sürekli tekliyor. Ritm tutturamayınca sahnede küçücük bir kadına dönüşerek dolduruyor süreyi. Orijinal bir şeyler anlatmaması da cabası. Evli kadının sıkıcılığı sonucunu çıkarmak mümkün neredeyse.

Cintia Rosini: 1984 doğumlu komedyen, tam bir yeni nesil starı. Öğretmenlikten komedyenliğe 2015 yılında geçiş yapmış bir isim. O günden beri düzenli olarak sahnelerde. Yeni yeni tanınıyor. Brezilya’da lezbiyen bir oyuncu olmanın zorluklarını anlatarak başladığı şovunu tinder ve astrolojiyle devam ettirerek güldürüyor. Ekranlarda sıkça gördüğümüz güçlü lezbiyen kadın profiliyle aykırılığı işleyerek seyirciden reaksiyonu yavaş yavaş alan, dakikalar ilerledikçe açılan komedyenin esprileri de dörtlünün arasında en güncel ve evrensel olanlar.

Carol Zoccoli: Minik dinamo olarak bilinen 1982 doğumlu komedyen ülkesinin komedideki önemli figürlerinden. Yazıyor, anlatıyor, oynuyor, performansını sergiliyor. Festivallerde sahne almışlığı da var, ödül almışlığı da. “Saturday Night Live Brazil”in da yaratıcı ekibinde yer alıyor. Haliyle onun şovu son derece özgüvenli ve yıllardır oradaymış gibi rahat. Sadece salona değil ekranın karşısına da yansıyan enerjisiyle izleyeni tavlıyor. Siyaset ile başlayan şovunda sağ-sol ayrımı üzerinden yaptığı esprileri sahneye seyirci çıkarak da interaktif hale getiriyor. Menüsü de zengin. Uyuşturucu, din ve boy sorunları üzerinden tüm salonu güldürerek kapanışı yapıyor.

Stand-up şovlarını sevenler için farklı bir seçenek sunan “Lugar de Mulher”, elbette Avrupalı ve Amerikan komedyenlerle boy ölçüşecek kadar önemli iş çıkarmıyor ama dünyanın neresinde olursak olalım benzer şeylere güldüğümüzü gösteriyor. On beşer dakikalık süresiyle sıkılmadan izlenen dört bölümlük şov Bruna Louise ve Carol Zoccoli’nin önderliğinde izleyeni sarıyor ve en azından pişman etmiyor. Brezilya’dan yükselen her kahkaha dünyadaki her kadının rahatı için. 


Merry Happy Whatever : Gelenekler ve Değişim

Çarşamba, Aralık 11, 2019
Amerikalıların Noel kutlamalarındaki gelenekselciliği film ve dizilere de yansıyor. Platformların da noel tatilinde izlenecek yapımlarla donattığı kasım-aralık takviminde yılbaşı tatili odaklı film ve diziler yer alıyor. 28 Kasım itibariyle Netflix üzerinden izleyiciye sunulan komedi dizisi “Merry Happy Whatever” da onlardan biri. Sekiz bölümlük dizi klasik bir Amerikan ailesinin noel tatilinde yaşadıklarına odaklanıyor.

“Merry Happy Whatever”ın yaratıcısı komedilerle bilinen Tucker Cawley. “Everybody Loves Raymond”ın yazar kadrosunda yer alarak sektöre giriş yapan Cawley, ilk adımında ödüllü iş çıkaran isimlerden. Sonrasında iki tv filminin senaryosuna imza atan Cawley, aynı istikrarlı başarıyı arayarak geçirmiş kariyerini. “Hank”, “Up All Night” ve “The Odd Couple” ile iyi başlayan ama devamını aynı şekilde getiremeyen dizilerle devam etmiş. Yürütücü yapımcı olarak geçen yıllarından ardından ilk dizisini yaratmış ve noel hazırlıklarını yapmış. Senaryoyu da “Fam” ve “Fresh Off the Boat” ile tanıdığımız Talia Bernstein ile birlikte kotarmış. İyi de bir oyuncu kadrosu kurulmuş. Kalabalık Quinn ailesine tanıdık isimler can veriyor. Dennis Quaid yeniden komediye dönüş yaparken ailenin babası rolünde, “Undateable” ile tanıdığımız ikili Brent Morin ve Bridgit Mendler, yan rollerle iz bırakan Hayes MacArthur, Elizabeth Ho, Siobhan Murphy, Adam Rose ve Ashley Tisdale de kadroyu tamamlayan tanıdık simalar.

Müzisyen Matt ve finansçı Emmy ile tanışıyoruz. Los Angeles’ta yaşayan çiftimiz on günlük noel tatilini geçirmek üzere Emmy’nin ailesine ziyarete gidiyor. Sıcak iklim ve serbestlikten Philadelphia’nın soğuk iklimi ve muhafazakar yapısına yapılan yolculuk Matt için aynı zamanda aileye kabul anlamına da geliyor. Bir yandan kalabalık Quinn ailesini tanırken bir yandan da Matt’in bu ailenin bir parçası olmaya çalışmasını konu alıyor dizi. Geleneklerine sıkı sıkıya bağlı Quinn ailesi tatil boyunca doğdukları eve doluşup yeni yıla ve kutlamaya hazırlanıyorlar.

Eşinin ölümüyle dul kalmış Şerif Don Quinn, ailenin babası olarak tatlı sert mizaçlı, geleneklere takıntılı bir adam. Üç kızı ve bir oğlu ile ilişkileri de öyle. Sarsak oğlu ile maçları keyifle izlerken gelin ve üç torunuyla arası mesafeli. Annesinin tariflerini yaşatmaya çalışmakla kalmayıp o boşluğu doldurmaya çalışan büyük kızına hakkını teslim etmekte zorlanırken damadınaysa hiç pas vermiyor nedense. Çatlak kızının daha ilk günden aile önünde yaşanan boşanma kriziniyse tüm muhafazakarlığına rağmen iyi karşılıyor. Emmy’nin eve getirdiği damat adayınaysa her zamanki sertliğiyle olumsuz yaklaşarak klasik komedinin fitilini ateşliyor.

Ortalama 26 dakikalık süresiyle sekiz bölümden oluşan Merry Happy Whatever, geleneklerine bağlı muhafazakar bir ailenin yaşadığı değişim rüzgarlarını anlatırken güldürmeyi amaçlayan bir kahkaha efektli bir komedi dizisi. Tüm karakterleri bildik, olayları klişe ve temposu da hayli düşük. Oyuncuların çabasıyla kendini izlenir kılmaya çalışsa da hangi konuyu işlese neler olacağını bilen izleyiciyi bölümde tutmaktan çok uzak. Bu kadar klişe olunca güldürmeyi başaramıyor. Tisdale ve Ho’nun sevimlilikleriyle bir parça keyif verebiliyor. Vasatı aşamayan sıradan bir komedi olarak iz bırakmayan dizinin sezon finali ucu kapalı olarak bitmiş olsa da kadronun sosyal medya hesaplarından paylaştıklarına bakılırsa seneye bu zamanlarda tekrar bir araya gelmeye niyetleri var gibi görünüyor. Bu kadar vasat bir sezondan sonra ikinci sezon onayını alırlar mı bilinmez ama noel tatili ideali olmadıkları kesin. Böyle aileler yaşıyor mu bilinmez ama ekranda cazibelerinin çoktan öldüğü de su götürmez gerçek. Klişe aile ve ilişkiler komedisi, eski usul dizileri izlemek isteyenler dışında kimseye hitap etmiyor. 

Dickinson : Kalbim, unutacağız onu…

Pazartesi, Kasım 11, 2019
Televizyon ve dizi izleme alışkanlıklarını değiştiren online izleme platformları ya da diğer bir deyişle stream servisleri arasındaki savaşa Kasım ayı itibariyle büyük bir marka daha katıldı. Netflix, Hulu ve Amazon arasındaki rekabete büyük isimlerle anlaşarak dahil olan Apple, anlaşma haberleri yarattığı heyecanın sonunda ay başında ilk şovunu da yaptı. APPLE TV+, dört diziyle yaptığı başlangıca ay sonunda beşinci diziyi de ekleyerek devam edecek. 1 Kasım itibariyle izleyiciye sunulan dizilerden “Dickinson”, en çabuk ikinci sezon onayını alarak öne çıkmış durumda. Viktoryen dönemde geçen romantik komedi önemli bir ikonu, büyük şair Emily Dickinson’u konu ediniyor. On bölümlük ilk sezon platformda izleyici bekliyor.

İlk hazırlıkları geçtiğimiz yıl yapılan ve mayıs ayında verilen onayla adı anılmaya başlayan Dickinson, Ağustos itibariyle de kadrosuna son şekli vermişti. Hazırlık aşamasında ilgi çekmeye başlayan dizinin yaratıcısı Alena Smith ilk önemli projesinde. “The Newsroom”un senarist kadrosunda yer alarak ilk adımı atan Smith, “The Affair”in senaryo editörü olarak sivrildikten sonra ilk dizisine soyunmuş. Altı kişilik yazar kadrosunun başında yer almış. Yönetmen koltuğundaysa iki bölümde bir değişiklik var. Beş yönetmenden en çok öne çıkan isimse David Gordon Green. İlk filmi “George Washington” ile şahane başlangıç yapan yönetmen iki binli yılların önemli isimlerinden. Her ne kadar onca filmden sonra “Halloween”in yeniden çevrimiyle stüdyolara teslim olmuşsa da bağımsız sinema kökleriyle yarattığı harmanla özgün işlere imza atmaya devam ediyor. Dizinin ana çizgisi ve tonlarını da yaratma konusunda önemli iş çıkarmak üzere motor demiş. Oyuncu kadrosu da gayet iyi… Şairi Hailee Steinfeld canlandırırken Toby Huss, Anna Baryshnikov, Ella Hunt, Adrian Enscoe, Jane Krakowski ve Darlene Hunt ona eşlik eden isimlerden öne çıkanlar. 

Tam adıyla Emily Elizabeth Dickinson, edebiyat dünyasının şanssız figürlerinden biri. 10 Aralık 1830, Amherst, Massachusetts doğumlu bir kadın. 15 Mayıs 1886’da ölene dek neredeyse hiçbir şey yaşamamış. Bir münzevi olarak kalmış. Tüm yaşamını o kasabada geçirmiş, şiirlerini kendi kendine yazmış. Birkaçının anonim olarak yayımlanması dışında hiç gün ışığına çıkmamış, hiç okunmamış ve bilinmemiş bir şair olarak ölmüş. Hak ettiği ilgiyi ölümünden sonra görmüş isimlerden. Ölümü sonrası bulunan şiirleri yayımlanınca ölümsüz mertebesine yükselmiş. Yaşam hikâyesi de her daim ilgi çekici olarak kalmış. Amerika’nın en sevilen şairlerinden biri olmasının yanı sıra popüler kültürün ve özellikle de feminist akımın önemli figürleri arasında yer alıyor. Dickinson, bu yaşam öyküsünün bilinen çatısını kullanarak içini doldurmaya çalışan bir dizi. Şairin hayatındaki dramaya romantik komedi sosunu ekleyerek post modern bir anlatım tercihiyle ironiyi ve eğlenceyi işleyerek görece hafif ve eğlenceli bir pamuk şekeri kıvamı tutturmayı hedeflemiş. Bunu başardığı da söylenebilir. Ağırlıklı olarak genç kitleyi hedeflemiş gibi görünüyor. Çok büyük şeyler söylemek yerine şiirler de yazan sıradan bir genç kadının maceralarını anlatıyor. O yıllarda bu fikirlere sahip her kadınının böyle yaşıyor olması ihtimalini daha çok önemsiyor.

Yarımşar saatlik süresiyle on bölümlük ilk sezon, daha ilk bölümden itibaren seyirciye kendini sevdirmeyi başarıyor. Bin sekizyüzlü yıllarda kadın olmanın ne demek olduğunu, sosyal hayatı ve bugün bakıldığında saçma görünen fikirleri irdeleyerek hızlı bir giriş yapıyor. Üç kardeşi ve anne babasıyla yaşayan Emily’nin hayatı şiir yazmaktan ibaret. Ev işlerini yapmak istemiyor. Kasabanın önde gelen isimlerinden biri olan babası hayli baskın bir figür… Kadınların yeri konusunda makale yazacak ve bunu her fırsatta vurgulayacak kadar katı. Şiirlerin herhangi bir yayımlanmasını istemiyor. Kadın dediğin ev işlerinden ibaret… Hayatları sadece bu kadar olabilir. Emily’nin tüm bu kısıtlamalar arasındaki yaşam mücadelesi de dizinin ana konusu. Ona aşık bir arkadaş, sosyeteden bir arkadaş grubu ve en yakın arkadaşı Sue ile ilişkileriyle şekillenen bir hayat. Sue ile yaşadıklarının arkadaşlıktan öte olması, biraz buruk ve hüzünlü cümlelerle altı çizilen “ben hiçbir şeyim” tanımlaması ve bölüm sonunda görünen azraille arkadaşlığı ile gayet iyi bir ilk bölümle açılan dizi sonraki bölümlerde de aynı tavrı sürdürerek eğlenceli ve akıcı şekilde ilerliyor. İyi bir sezon finali yaptığını da vurgulayalım. Her bölümde bir şiiri işleyen dizinin müzikleri, atmosferi ve dönemi yansıtması da başarılı. 

“Emily Dickinson 1830 yılında Amherst, Massachusetts'te doğdu. Hayatı boyunca babasının evinde yaşadı. Hayatının sonlarına doğru, odasından çok az çıkar oldu. Anonim olarak yayımlanan dörtlükleri dışında, eserleri hiç yayımlanmadı. Şiirleri, öldükten sonra keşfedildi. Bazıları, şimdiye dek yazılmış en garip, en büyüleyici şiirlerdi. Neredeyse iki bin tanesi, sandığının içinde öylece duruyordu.” cümleleriyle başlayan “Dickinson” şiir ve yalnızlıkla beslenen bir hayatı başarıyla işliyor. “Kalbim, unutacağız onu, / Bu gece, sen ve ben. / Ben ışığı unutayım, / Onun sıcaklığını sen. // Unuttuğun vakit, söyle bana, / Ola ki düşüncem donar. / Acele et, oyalanırken sen, / Hatırlayabilirim tekrar.” der Dickinson en sevilen şiirlerinden birinde. Hayatı da öyle geçmiş. Unutmak zorunda kalmaların toplamından oluşmuş. Hayatının büyük bölümünü inzivada geçiren büyük şairi tanıma şansını kaçırmayın derim. Elbette şiirleri okumayı da es geçmeyin.


The Truth About the Harry Quebert Affair : Sommerdale’in Martıları

Perşembe, Ağustos 01, 2019

Kuşkular ve gerçekler arasında bocalanarak yolunu görmek zorludur. Hele de kuşkulanılan kişi akıl hocası olarak görülen biriyse. Toplumun tepkisini çeken bir olayın tam içinde yer alıyorsa daha da zorludur. Gerçeğe ulaşmak için araştırmaya girişildiğindeyse yüzleşilmesi gereken çok şey çıkar ortaya. “Peki, birini ne kadar sevdiğinizi anlamak için tek bir yol olduğunu biliyor musunuz? Onu kaybetmektir…” alıntısıyla ses getiren ve bizde de yayımlanan harika roman “Harry Q. Davası'nın Ardındaki Gerçek” diziye uyarlandı. Türü mü? Aşk, gerilim, polisiye, dram... Kısacası hayat. On bölümlük mini dizi, romanı ıskalayanları tv önüne bekliyor.

İsviçreli yazar Joël Dicker’in 2012 yılında “La Vérité sur l’Affaire Harry Quebert” adıyla yayımlanan romanı kısa sürede okurun beğenisini kazanarak uluslararası bestseller haline gelmişti. Saygın ödüllerle de taçlanan roman polisiye okuruyla da sınırlı kalmadı. Bir yıl sonra dilimize çevrilerek “Harry Q. Davası'nın Ardındaki Gerçek” adıyla Can Yayınları etiketiyle raflarda yerini almıştı. Okurların gerçek hayat hikâyesi sandığı roman tuğla gibi sayfalarına rağmen iki günde bitirilenlerden… Romanı ısrarla önereyim yeri gelmişken ve diziye geçelim.

Dizinin bu kadar ilgi çekmesinin sebebi romanın şöhretiyle sınırlı değil. Lynnie Greene ve Richard Levine ikilisi uyarlamaya yazarla birlikte imza atmış. “Nip/Tuck”, “Scoundrels”, “Boss” ve “Masters of Sex”e imza atan ikili tv dünyasının tecrübeli isimlerinden. 2010 yapımı “Every Day” ile yönetmenliği de deneyen Levine, 2017’de ikinci uzun metrajı “Submission”da roman uyarlamasıyla çıkmış izleyicinin karşısına. İşinin ehli ikilinin senaryosuna güvenimizi katlayansa yönetmen koltuğunda dev bir ismin Jean-Jacques Annaud’un oturuyor olması. Sinemaya “Der Name der Rose”, “L'ours”, “L'amant” ve “Seven Years in Tibet” gibi klasikleri kazandıran yönetmen 2015’de çektiği “Le dernier loup”tan sonra setlere ilk kez bir dizi için dönüş yapmış. Oyuncu kadrosu da gayet iyi… Rom-kom yakışıklısı Patrick Dempsey, “Pride” ile çıkış yapan Ben Schnetzer, çakma polis Damon Wayans Jr. ve güzelliğiyle büyüleyen Kristine Froseth kadronun başını çekerken Kurt Fuller, Victoria Clark, Wayne Knight ve Matt Frewer da onlara eşlik edenlerden bazıları. Kalabalık bir oyuncu kadrosu mevcut tahmin edileceği üzere.

Gelelim dizinin konusuna; 1975 yılındayız… Kanada sınırının dibinde Maine sınırları içinde bulunan bir kıyı kasabasında, Sommerdale’deyiz. Hikâyemizin kahramanı yazar Harry Quebert’i bir şeyler yazarken görüyoruz. Kafasını kaldırıp baktığında yaz yağmuru altında hoplayıp zıplayan genç kızı görüyor. Böylece Nola Kellergan ile tanışıyoruz. 34 yaşındaki yazarımız ile 15 yaşındaki genç kızın ilk tanışmaları böyle gerçekleşiyor. İlk kitabını yayımlatmış ve ikincisini yazabilmek için kasabaya gelip sahilde bir ev kiralamış Harry ile lise çağında, hayat dolu ve her şeye meraklı güzel genç kızımız Nola’nın yolları böyle kesişiyor. Konuşmaya ve gizli gizli buluşmaya başlıyorlar…

Hikâyenin ikinci zaman dilimindeyse başka bir yazar ile tanışıyoruz. 2008 yazındayız. İlk romanıyla çoksatar mertebesine yükselmiş, şan şöhret sahibi olmuş, milyon dolarlık antlaşmalar için görüşme yapan Marcus Goldman ile tanışıyoruz. Yeni kitabına dair büyük beklentiler olması dolayısıyla tıkanıklık yaşıyor. Bu tıkanıklığı aşmak için üniversite yıllarından hocası olan Harry’i arıyor ve onun gel romanını burada yaz davetini kabul ediyor. Kütüphanede bulduğu bir kutunun içini açtığında mektup ve fotoğraflarla karşılaşıyor. Sorduğunda Nola olduğunu anlıyor ve o yaz kaybolduğunu öğreniyoruz. Harry artık çok ünlü bir yazar. Özellikle “Kötülüğün Kökeni” adlı romanı başyapıt sayılıyor.

Her şeyi başlatan ise Harry’nin evinin bahçesinde Nola’nın cesedinin bulunması oluyor. Cesedin yanında romanın imzalı taslağının olması da onu işaret ediyor. Nola’nın kaybolduğu gün onu son gören kadının öldürülmüş olması da olayı çifte cinayete dönüştürmüş oluyor. Tek şüpheli olarak Harry’nin tutuklanıp hapse atılmasıyla suçlu olduğuna inanmayan Marcus kolları sıvıyor ve araştırmaya başlıyor. Romanında da benzer şeyler anlattığı ve cesedin evinin dibinde bulunması sonucu Harry halkın gözünde hem suçlu hem pedofil olarak ilan ediliyor. Marcus’un bu şartlar altında kasabadaki araştırması da dizinin ana konusunu oluşturuyor. Kapıya bırakılan tehdit notu da araştırmadan rahatsız olan birinin varlığını işaret ediyor.

Şahane ilk bölümle açılışını yapan “The Truth About the Harry Quebert Affair”, bir yandan geçmişi eşelerken Nola’yı, Harry’i ve kasabadakileri tanıtırken diğer yandan 1975’te olayları gösteriyor. Sorularımız belli; Katil kim? Nola ile Harry arasında ne oldu? Aşk mı, cinsellik mi? Nola’nın kaybolduğu gün ne oldu? Bu soruların yanında her bölüm biraz daha ekleme yapan dizi, yeni karakterler ve olaylarla zenginleşerek ilerliyor. Her bölüm çok akıcı ve son bölümde de kafada hiçbir soru işareti bırakmayan harika bir final yapıyor.

Dempsey, Schnetzer, Wayans Jr.’ın performansları çok iyiyken dizinin yıldızı kuşkusuz Kristine Froseth. Yeri gelmişken ilerleyen yıllarda adını daha çok duyacağımız Froseth’i de tanıyalım. 21 Eylül 1995 doğumlu Norveçli model Froseth, oyunculuk kariyerine 2016 yılında iki kısa film ve bir diziyle başlamış. Zoe R. Cassavetes’in yazıp yönettiği on bölümlük dizi “Junior” ile fark edildikten sonra “Rebel in the Rye”da küçük rolle de olsa ilk uzun metraj tecrübesini edinmiş. İlk önemli çıkışıysa 2018 yapımı netflix filmi “Sierra Burgess Is a Loser” ile yapmış. Aynı yıla bir başka netflix filmi “Apostle” ve “The Truth About the Harry Quebert Affair”i sığdıran Froseth, 2019 yılını boş geçirmemiş. Henüz gösterime girmeyen iki filmde “Low Tide” ve “Prey”de rol almış. Yakın zamanda ikinci sezon onayını alan netflix dizisi “The Society”de de önemli bir rolde iyi performansa imza atmış durumda. Post-prodüksiyon aşamasında olan “The Assistant” ile gelecek yıl da izleyeceğiz. John Green’in aynı adlı romanından uyarlanan ve 18 Ekim’de prömiyerini yapacak sekiz bölümlük mini dizi “Looking for Alaska”da da yıldızının parlayacağına şüphe yok.

Dönelim tekrar romana… Diziye dönüşürken senaryoda bir iki değişiklik olmuş. Romanda olay 1978 yılında gerçekleşiyor. Harry 35 yaşında çömez bir yazar o sıralarda. 30 yıllık bir zaman dilimi yerine 33 yıllık bir zaman dilimi tercih edilmiş. 1 milyondan fazla satan, en saygın edebiyat ödüllerini kazanan ve 35 dile çevrilerek türün klasikleri arasına giren romanın cazibesini hiç yitirmediğini belirtelim. Hatta diziyi izleyenler romanı daha fazla merak edecek desem yeridir.

Sakin bir kasabada geçen aşklar, hayranlıklar, sırlar, yazarlık manifestoları ve sıkıntılar barındıran dizi polisiye, gerilim ve dramı harmanlayarak gerçekçi bir hayat öyküsü anlatıyor. Şahane senaryosu ve yönetimiyle iyi dizi arayanlar için biçilmiş kaftan. Nola’nın hediye ettiği kutuya ekmekleri koyup sahile inmeyi ve “Sommerdale’in Martıları”nı beslemeyi ıskalamayın.



 
Designed by OddThemes & Distributed by Free Blogger Template