♫ ♪♫ ♪•♫♪ 2006'dan bu yana Film, Dizi, Müzik ve Kitaplar üzerine Yazılar Diyarı... ♫ ♪♫ ♪ ♫ ♪♫

Herkesin sakladığı bir şeyler vardır

“Gelişen teknoloji hayatımızı nasıl etkiliyor, nasıl etkileyecek?” sorusu üzerine düşündüğümüzde tahminlerimizin dayanakları filmler ve kitaplar oluyor. Doğru çıktıklarını gördüğümüz örnekleri referans alıyoruz zira. Stanley Kubrick’in başyapıtı “2001: A Space Odyssey”de görüntülü görüşmeye şahit olduğumuzda yıl 1968 idi. Şaşırmıştık. Henüz yazı ile bile anlık iletişim kuramıyorduk üstelik uzaktakiyle. Teknolojinin nasıl gelişeceğine dair distopyalar ile karanlık gerçeklerle karşılaştık. Robotların insanların sonunu getireceğini, bunun bitmek bilmeyen savaş olduğunu gördük. Zamanda yolculuklar yapıldığını gördük. “Terminator” ile tanıştık. “Maymunlar Gezegeni” serisinde gelişenin sadece teknoloji olmayabileceğini de gördük. “Blade Runner” başta olmak üzere gelecek üzerine kurgulanmış teknolojik gelişmelere bağlı değişkenlerin ortak noktasını da biliyoruz. İnsanların yalnızlaşması, gündelik hayatın rutinlerinin değişimi, her şeyin olabildiğince öz olması… Yemek için haplar, sex için programlar, programlanmış hisler… Oturduğun yerden her şeyi yapabilme hissi… Filmler ve kitaplar her seferinde bir adım öteye giderek ilerliyor. Beklentilerimizi de yaratıyorlar. 2000 yılına girişimiz öyleydi. Milenyuma girerken bambaşka bir boyuta geçeceğimizi düşünmedik mi? Uçan arabalar, robotlar, akıllı cihazlar, uzayla aramızdaki mesafenin kısalması gibi beklentilerimiz vardı. “Geleceğe Dönüş” serisindeki uçan kaykayın çıkmasını beklemiştik. Geleceğe dair fütüristik her şeyin gerçekleşeceğini bekliyorduk. Gelecek senaryoları denildiğinde bu konuya en çok kafa yoranlardan biri Andrew Niccol, 2018 yılına da bir önerme bıraktı. 

Bir netflix yapımı olarak izleyiciye ulaşan bir hikaye anlatan Niccol, ilk çıkışını 1997’de “Gattaca” ile yapmıştı. Genetik mühendisliği ilerlemiş ve insan kusursuzlaşmıştı. Biri hariç. Onu anlatıyordu. “Truman Show” ile teknolojinin geldiği nokta ile özelin kalmayışını, gerçeklik algısını anlatırken tv dünyasını da eleştiriyordu. “Simone” ile bir insanı yoktan var ediyordu bilgisayar yardımıyla. “In Time” ile karanlık bir tablo çizerek, sınıfsal ayrımı da gözler önüne sermişti. Gelecek sadece parası olanlar için gelecek idi. “Good Kill”de teknoloji geliştikçe esneyen etik sınırı sorgulamış, sorgulatmıştı. Andrew Niccol, her senaryosunda teknolojinin kavramları nasıl değiştirdiğini ve esnettiğini işliyor. Zaaflarını, açıklarını göstererek harekete geçiriyor kahramanlarını. Bunu “Anon” ile sürdürüyor. 

Henüz ülkemizde vizyona girmeyen film, zaman ve mekana bağlı kalmadan meramını anlatanlardan. Gelecekte geçtiğini biliyoruz ama hangi zamanda ve nerede olduğumuza dair bir fikrimiz yok. Anlıyoruz ki bu önemsiz bir detay. Bir distopya. Çizdiği gelecek de hayli ilginç. Teknoloji gelişmiş, insan ile bütünleşmiş. Hayatın içerisine girmiş. Herhangi bir nesneye ihtiyaç duymadan hem de. Bir komutla ayna ekrana dönüşüyor ve görüşme yapılabiliyor. Önceki senaryolarda mevcut olan araçları ortadan kaldırmış Niccol. Her şeyin kayıt altına alındığı bir gelecekteyiz. İnsan gözü kamera olmuş. Sürekli kayıt ediyor. Bu kayıtlar düşünce gücüyle istenilen kişiye gönderilebiliyor. Sadece isteyerek koca bir yaşam datasına günü ve dakikasıyla bakabilmek mümkün. Yolda yürürken herkesin kimliği görünür halde. Göz ne görüyorsa anında dökümünü veriyor. Bu teknolojik yenilik sayesinde suç diye bir şey kalmamış. Dedektifimiz Sal, kimliksiz biriyle karşılaşınca olaylar gelişiyor. Mahremiyetin kaybolduğu çağda, tüm anıların değiştirilebildiği, cinayet işlenebildiği ile yüzleşen dedektif ile birlikte neyin önemli olduğunu görüyoruz: Kimlik.

İnternetin yaygınlaşmasıyla insanın da “hack”lenebildiğini görmüştük. “Anon” bunu bir adım öteye götürerek sisteme girip anıları da değiştiriyor. Silebiliyor, değiştirebiliyor. Sistemde var olmamak için kimliksizleşebiliyor. Niccol’un gösterdikleri kadar göstermedikleri de önemli. Hayat sadeleşmiş örneğin. Hiçbir şey değişmemiş esasen. Arabalar eski model. Uçan, kaçan bir şeyler yok. Günümüzde nasılsa öyle her şey… Daha az eşya ile donatılmış mekanlar. Bilgisayar, cep telefonu, tv gibi hiçbir teknolojik aleti görmüyoruz. Donuk ve mat renklerle oluşan bir atmosfer. 1950’li yılları gelecekte yaşıyormuş hissi vermeyi tercih etmiş Niccol.

“Gelişen teknoloji hayatımızı nasıl etkileyecek?” sorusuna Niccol, “Anon” ile cevap veriyor. Yaşadığımız dünya sürekli olarak güvenlik bahanesiyle özel hayatlara resmi müdahalelerde bulunuyor. Bu müdahalelerin sonu gelmeyecek. Saniyesi saniyesine kayıt alınan insanın hiçbir mahremiyeti kalmayacak. Hiçbir şeyi saklayamayacak olmanın getirdikleriyle insan da değişecek. O kayıtları değiştirmek ve silmek en önemli şey haline gelecek. İnsanı insan yapanlar hataları, yanlışları ve pişmanlıkları değil mi? Gerçekliğin sınırını da sorguluyor “Anon”. Kimliğin önemini de. Kimliksiz olmanın önemine vurgu yapıyor. 

“Sizin özel hayatıma karışmanız hiçbir şey ifade etmiyor. Ama benim geri almaya çalışmam suç oluyor.”
“Anlamıyor musun? Ne kadar saklamaya çalışırsan o kadar çok dikkat çekersin. Neden kimsenin seni bilmemesi senin için bu kadar önemli? Başkalarının sırlarını yok ediyorsun. Peki ya senin sırların ne?”
“İlla olmak zorunda mı?”
“Herkesin sakladığı bir şeyler vardır.”
“Senin işin bu. Hayatının her günü bunu arıyorsun. Bu yüzden asla anlayamazsın. Mevzu, sakladığım bir şeyimin olması değil... Görmenizi istediğim hiçbir şeyimin olmaması.”

Sosyal medya kullanımının artmasıyla salgına dönüşen “etiketleme” hastalığı hayatımızı sarmış durumda. Bu etiketleri biz seçiyoruz. Kendimizi sürekli olarak sergiliyoruz. Peki bu ne kadar doğru? Bütün derinlikleri ortadan kaldıran bir dümdüzlük hakim hayatlarımıza. Hazır kalıplar ve arketiplerle örülüyoruz. Görmemiz yetiyor. Düşünmemize gerek yok. “Anon”un açılışta yaptığı alıntıyı gelecekte çok kullanacağız ve hissedeceğiz belki de.

“Savaşmaktan vazgeçiyorum. Bu bir son olsun. Gizlenecek bir yerim karanlık bir köşem olsun. Unutulmak istiyorum, Tanrı tarafından bile.” Robert Browning Paracelso (1835)

Hiçbir özelimiz kalmadığında ne olacak? Filmin ana sorusu da burada: Gelecekte hayatımızın ne kadarı bizim hayatımız olacak? Mahremiyet kaybolduğunda tüm senaryolar aynı kapıya çıkıyor: Karanlık bir distopya.

Share this:

Post a Comment

 
Designed by OddThemes & Distributed by Free Blogger Template