2025’in en gözde kitabı “21. Yüzyılın en önemli kitaplarından biri.” İbaresiyle sunulan “Sarı Yüz”, çok satanlar listesindeki yerini korumaya ve kendisine yeni okur kazandırmaya devam ededursun romanın olabildiğince basit kurgusundan arta kalanlara dair bir şeyler söyleme hissi doğuruyor. Formüle bir “Page Turner”ın alıştığımız içi boş ve yüzeysel maceralarından farklı olarak hayli dolu ve derin. Dönemin en gözde yazarlarından R. F. Kuang, sektöre içerden bakarken ne kadarı doğru diye düşünmeden edemiyor insan. Elbette diğer soru da ne kadarını anlattığı. Vazgeçtikleri, öteledikleri, sansürlediği yerler olup olmadığı. Zira Kuang’ın anlattıkları özellikle Pandemi sonrası değişen dünyanın gerçekleriyle çok örtüşüyor. İnternet kültürüyle de karbon kağıdı gibi neredeyse. Dahası olur da ben bu kadarını anlatayım yeter demiş midir acaba diye düşünmeden edemiyor okur. Belki vardır. Peki bizde de böyle midir diye sorgulamadan da olmuyor. Biri yazmadıkça bilemeyeceğiz ama elimizde okyanusun öte yanından örnek var şimdilik. O örneğe bakmak, açtığı kapılardan ilerlemek ve düşündürdüklerini toparlamak gerek bence. Öyleyse buyrun.
Aslında daha evvel defalarca işlenmiş bir konu bu. “Sarı Yüz”ün işlediği intihal konusu pek çok romana ve filme konu olmuştu. Burada farklı olansa yazarın kimliğinden ve günümüz yargılarından doğan ırkçılık meselesiyle birleştiğinde fırtınaların ardı arkası kesilmiyor. Romanın beyazlar arasında geçtiğini düşünsek bir usta çırak ilişkisinden doğan olaylar bizi kibir ve ego savaşına çıkarırdı. Kişilerin cinsiyetine göre ya kimin daha erkek olduğunu görür ya da karşı cinse uygulanan zorbalığın nerelere varabileceğini okurduk. Romanın öncüllerinden ayrılan özelliklerinden biri de tam burada saklı. Asyalı bir göçmen ile beyazın mücadelesi romana başka bir doku kazandırıyor. Hem gerçekçi kılıyor hem de dallanıp budaklanmasını sağlıyor. Zira sosyal medyanın hızı ve kapladığı alan düşünüldüğünde ucu bucağı da olmuyor. Gidilebilecek bir son nokta olmadığını okura kabul ettirince Kuang da istediği gibi at koşturuyor.
Kuang’ın ana meselelerinden birinin ırkçılık olduğunu söyleyelim en başta. Bir dönemin klişe yargısı “Yaşamadığın şeyi yazamazsın!” bugünlerde milletlere uyarlanmış durumda. Çin tarihini en iyi Çinliler anlatır. Siyahları en iyi siyahlar anlatır. Azınlıkları en iyi anlatan bir azınlık mensubudur. Olmalıdır. Bu iş beyazlara düşmez. Bu tip yargılar çoğunlukta. Düştüğünü düşünerek kalem oynatan beyazın başına gelenleri okuyoruz. Kitabın adı da oradan doğmuş hatta. Hemen yapıştırılan etiket belli: Irkçı. Peki bu yargı ve etiket doğru mu? Dünyanın bu kadar küçüldüğü ve bilginin bu kadar kolay olabildiği ortamda kurgu kimsenin tekelinde değil. İsteyen araştırmasını yapar ve üretir. Kaldı ki adı üstünde kurgunun gerçekle bir bağı olması gerekmez.
Irkçılığa yakın meseleye geçelim hemen. Kültürel sömürü. Pandemi sonrası değişen dünya ilgisini azınlıklara, farklı kimliklere yöneltmiş durumda. En basit hatta klişe diyelim büyüme hikâyesi Uzakdoğulu, Afrikalı, Hintli bir çocuğu konu aldığında ilgi görüyor. Hele bir de göç ile birleşiyorsa ilgi katlanıyor. Farklı kültüre adapte olmanın zorluklarına dair bitmek bilmeyen açlığı yaratan sektör bunun kaymağını da sömürerek yiyor. Konu ile ilgili ne kadar çok kurgu olduğunu bir düşünün. Liseli bir genç kızın Amerika’dan koreye gidip yaşadığı macera dolu netflix yapımlarından göçmenlerin Amerika’ya yolculuğunu anlatan çizgi romanlara kadar hayli geniş bir yelpaze var. Sonu da gelmiyor. Farklı kültürleri anlatma çılgınlığı bir kültür sömürüsü değil mi? Çeşitliliğin getirdiklerine dair de çok şey söyleyebiliriz. En basiti film ya da dizilerde ana kadroya baktığınızda görebileceğiniz koyu tenliler, siyahlar, eşcinseller derken uzayıp giden bir çekirdek var artık. Bu çeşitlilik de kültür sömürüsü hanesine yazılmaz mı? Beyaz olmayan yazara fırsat tanınmasını hicvediyor roman. O fırsatın sonrasında “çeşitlilik” bir sirke dönüşüyor ve kimin ötekileştirilmiş olduğuna nasıl karar verildiğini irdeliyor.
Olayların ana sebebi insanın bitmek tükenmek bilmeyen hasedi: Kıskançlık. Hem her şeyi başlayan hem de her şeyi bitiren kıskançlığın boyutlarının yayıncılık dünyasında ucunun bucağının olmadığını anlatıyor Kuang. Doğal karşılıyoruz. İtirazımız yok. Zaten bütün sektörler öyle değil mi. Kıskançlığın sonraki mertebelerine de değiniyor Kuang. İntikam hırsını, bedel ödetme çabalarını da işliyor peş peşe. Uzaktan bile olsa o kadar eminiz ki bunlardan neredeyse romanın en gerçek yanının bu olduğunu düşünüyoruz. Hem de aksine bizi inandıramaz dercesine. Dolayısıyla kıskançlık, romanın çatısında önemli yer tutuyor ve sağlamlaştırıyor.
Romanın tüm gerilimini yaratan da sosyal medyanın, özellikle de başrolde olan twitter ya da son adıyla X’in gücü ve etkisi. Olayları ve kahramanımızın ruh halini tetikleyen şey, yapılan yorumlar. İleri gidildiğinde adeta dünyadan silecek kadar büyüyen linçlemeler. Etkisinin ne kadar büyük olduğunu bizzat anlatıcımızdan öğreniyoruz. Kuang devreye girerek bunun gelip geçici olduğunu hatırlatıyorsa da romanda merak duygusunu ve gerilimi en çok besleyen sosyal medya kültürü oluyor. Kimin saf tutup tutmadığı, neler yazıp yazmadığı ile başlayan silsile bir süre sonra unutulacak aslında. Üstünde durmaya bile gerek yok. Ama herkes her an hazır gibi yeni bir olay çıkmasını bekliyor. Sarı Yüz vakası ancak yeni bir vaka çıktığında unutulacak. Yeni vakayı da başka bir vaka unutturacak. Bu da böyle bir sonsuz sarmal. Romana verelim sözü: “Twitter’daki kavga dövüşler tabiatları itibarıyla böyle. Sağa sola suçlamalar savrulur, herkesin itibarı yerle bir edilir ve ortalık durulunca tam olarak nasılsa öyle kalır her şey.”
Gelelim yazarlık ve yayıncılıkla ilgili sorulara. Yaratıcılık, telif nerede başlar? Sahiplik? Ölmüş yazarın roman taslağını ciddi bir araştırmayla yeniden yazarak toparlayarak yayıma hazır hale getiren kişi kitabın sahibi midir? Yazarlık, yaratıcılık neresindedir budur? Kaçta kaçıdır? Daha da önemlisi bu intihal midir? Bu bir çalıntı kitap diyebilir miyiz? Soruları dilediğimiz kadar çoğaltabiliriz. Pek sonuç? Kuang bu meseleyi o kadar iyi işliyor ki tam bir cevap veremiyoruz. Versek de emin değiliz. Oysa peş peşe iki örnek var. Hele ikincisi kanıtlı. Buna rağmen ikilemde kalıyoruz. Romanın bunca tartışılmasının, önemsenmesinin sebeplerinden biri de bu denge bana kalırsa. Her şeyi bildiğimiz halde kendimizden emin bir şekilde çalıntı kitap diyemiyoruz.
“Yazarın çabalarının kitabın başarısıyla hiçbir alakası yok. Çoksatanlar seçiliyor. Yaptığınız hiçbir şeyin önemi yok. Siz yol boyunca sunulan ikramların keyfini çıkarıyorsunuz yalnızca.”
Yayıncılık dünyasına dair net cümlelerse romanın en iyi kısımlarını oluşturarak konuşulması gerekenleri cesurca tartışmaya açıyor. Kuang, içerden hicivle, alayla yumuşatmaya çalışarak anlatıp yayıncılığın maskesini düşürüyor adeta. Daha çıkmadan bir romanı çok satanlar listesine sokabilecek gücü anlatıyor. Sonrasında olanlar da başka bir sarmal. Yazara uygulanan yeni roman yaz baskılarıyla sürüp giden bir sarmal. Kazananın ve yön verenin yayınevi olduğu bir yapı. Bugünlerde çok satan yazarların ilk romanlarından nasıl doğduğunu okuyoruz bir nevi. Öyle ya; son yılların çok satanları hep ilk romanıyla sükse yapanlar. Çok satanlar listesine bakarsak her ay bir büyük yazar doğuyor. Peki doğuyor mu? Bir sonraki doğuma kadar şöhreti buluyor. Daha yayımlanmadan hatta yazılmadan yapılan yüksek fiyatlı anlaşmalar ve avanslar da işin diğer boyutu. Kuang da bu yollardan geçtiği için inanmaktan başka yol yok. Çıkılan turneler, ödül adaylıkları da bu şablonun diğer adımları. Ki ödüller konusunda romana verelim sözü: “Bu sektördeki ödüller çok saçma ve keyfi; prestij ya da edebi nitelikten ziyade küçük, çarpık bir seçmen grubu huzurunda yapılan popülerlik müsabakasını kazandığımızın göstergesi.” İçeriğinden ve ne anlattığından çok nasıl sunulduğunun önemli olduğu kitaplardan oluşan bir edebiyat dünyası. Peki her şey ne için. Yayınevleri için elbette para. Yazar içinse ne olursa olsun okunmak ve unutulmamak. Romana verelim sözü: “Bir kitap büyük başarı yakalıyorsa sebebi bir noktada herkesin, çok da hikmet aramaksızın, o günlerin kitabının o olacağına karar vermesi mi?”
Okura dair gördüklerimizse işin diğer boyutu. “İnsanlar kitaplara yazara dair bildiklerini sandıklarını şeylerden kaynaklanan pek çok önyargıyla karşılaşıyor.” diyor Sarı Yüz. O önyargıların boyutu okuyoruz. Oysa bakın Sarı Yüz ne diyor: “Okumak kendimizi başkasının yerine koymamıza imkân tanır. Edebiyat köprüler kurar, dünyamızı genişletir, küçültmez.” Madem okur bu kadar önyargılı köprüyü de Kuang romanla kuruyor.
İşin yazar tarafına da ilk ağızdan şahit oluyoruz. Olabildiğince saf duygularla yaratılan romanın bir ajana verilmesiyle başlayan sürecin neler getirdiğini okuyoruz. Okura gönderilen test baskıları, ön okumalar, reklamlar, pr çalışmaları derken hedef kitleye nasıl ulaşacağının belirlenmesi sürecinin romanın ne anlattığıyla hiçbir ilgisi yok. Nasıl anlaşılacağına dair kaygılarla oluşuyor. Çok okunması değil çok satması için atılan adımlarda yazarın ve kitabın ne kadar törpülendiğini görüyoruz. Bunun sonucunda başarı geliyorsa neler olduğunu roman söylesin bize: “Büyük bir sükse yapan son kitap sizin kitabınız olduğunda ilgi selinin zevkine varıyorsunuz. Kültürel tartışmalara siz yön veriyorsunuz. Edebiyat tanrıları yüzünüze gülüyor. Herkes sizinle röportaj yapmak istiyor. Herkes kendi kitabından övgüyle bahsetmenizi ya da lansmanlarında söz almanızı istiyor. Ağzınızdan çıkan her şey önem taşıyor. Yazma sürecine, başka kitaplara, hatta bizzat hayata dair sansasyonel şeyler söyleyecek olursanız insanlar kutsal kelammış gibi dinliyor lafınızı. Sosyal medyada kitap tavsiye ederseniz ciddi ciddi hemen o gün gidip alıyorlar.” Evet beklenen şöhret ve para geliyor ama sonraki kitap için de aynı sarmala girilecek ki bir süre sonra “yeni bir şey var mı masanda?” ile başlayan sorular hem baskı hem de yönlendirme. Yazarın ne kadar güçlü kalabilirse o kadar kaldırabileceği bir baskı. Yine romana verelim sözü: “Ama sahne ışıklarının altında sonsuza dek kalamıyorsunuz. Daha beş altı yıl önce kitapları çoksatanlar listelerini kasıp kavururken şimdi bir köşede unutulan, imza masalarında yalnız başlarına üzgün üzgün oturup kendilerinden daha genç ve daha cazibeli meslektaşlarının önünde uzayan kuyrukları izleyen yazarlar gördüm.” En olumsuz durumda bile “boşver aldırma, bunlar satışa katkı” diyebileceklerini görüyoruz. Sonuçta yazar hep yalnız, hep tek başına.
Peki yazarlık nerede başlıyor, nerede bitiyor? Sistemin nasıl öğüttüğünü ve sürecin nasıl işlediğini görmek için romana verelim sözü:
“Profesyonel yayıncılığa adım attınız mı birden mesleki kıskançlıklara, gizli kapaklı pazarlama bütçelerine ve muadillerinizinkine kıyasla az gelen avanslara dönüyor mevzu. Editörler gelip kelimelerinize, imgeleminize karışıyor. Tanıtım ve pazarlama ekibi sizin ilmek ilmek ördüğünüz, ince ince düşündüğünüz yüzlerce sayfayı şirin, tek bir tweete sığacak bir meseleye indirgemenizi istiyor. Okurlar yalnızca yazdığınız hikâyeye değil, siyasi görüşünüze, felsefenize, etik konulardaki duruşunuza da kendi beklentilerini dayatıyor. Yazdıklarınız değil, siz ürün haline geliyorsunuz –tipiniz, zekanızın kıvraklığı, hazırcevaplığınız, gerçek dünyada kimsenin iplemediği internet kapışmalarında tuttuğunuz saflar oluyor ürün. Ve piyasa için yazmaya başladınız mı, içinizde hangi hkayelerin yandığının hiçbir önemi kalmıyor. Seyircilerin ne görmek istediği önemli olan…”
Oysa yazarın ne istediğini soran yok. Romana verelim sözü: “Dünya nefesini tutup bir sonraki sözümü duymayı beklesin istiyorum. Kelimelerimin sonsuza kalmasını istiyorum. Edebi ve ezeli olmak istiyorum, öldüğümde arkamda dağ gibi bir sayfa yığını bırakayım ve hepsi şöyle desin avaz avaz: Juniper Song buradaydı ve bize aklındakileri anlattı.”
Hayli cüretkar, cesur ve sürükleyici roman “Sarı Yüz”, yayıncılık dünyasının etikten yoksun dünyasına bakış atarken, tartışmalı konuları usta işi bir kurguyla anlatıyor. Okuduklarımızı nasıl seçtiğimize, neleri aldığımıza ve okuduğumuza tekrar bakarak okurluğumuzu da sorgulamamız gerektiğini düşündürüyor. Son sözü romana vermezsek olmaz: “Biz yazarlar ölümsüzlüğün ötesinde ne isteyebiliriz ki? Hayaletlerin de tek derdi hatırlanmak değil mi?” Hem “Okuru olmayan yazar mı olur zaten?”
Yorum Gönder