♫ ♪♫ ♪•♫♪ 2006'dan bu yana Film, Dizi, Müzik ve Kitaplar üzerine Yazılar Diyarı... ♫ ♪♫ ♪ ♫ ♪♫

Boogeyman 2 : Korkuyla Yüzleşmek…

Salı, Ocak 29, 2008

Korku sinemasının en sık işlediği konulardan biri öcü’ler bir kez daha karşımızda. Bu kez biraz daha çeşitlendirilmiş, daha farklı işlenmiş olarak.

Filmin girişinde de belirtildiği üzere bütün çocuklar karabasandan korkar. Karabasan konusu işlenen her film bu sayede herkesi kolayca yakalayan, içine alan yapı kurmakta zorlanmaz. Defalarca işlenmiş olan bu konu 2005 yılında Eric Kripke’nin senaryosu ve Stephen T. Kay’in yönetmenliğinde (Boogeyman) tekrar gündeme gelmişti. Bu tekdüze çok uluslu vasat film, izleyicinin temel korkusuna dokunarak yine de iz bırakmıştı. Aynı dönem gösterime giren bir diğer karabasan filmi “They-Onlar” da aynı konuyu işleyince dolabı açıp içinde kaybolma klişesi iyice su yüzüne çıkmış oldu.

Devam filmi çekilmesi sürpriz olmayan Boogeyman, bu kez daha vasat bir ekiple yola çıkmış. İlk senaryosunu yazan Brian Sieve, neredeyse yazmamış bol bol benzeri filmleri izleyip kolajlamış adeta. Ana fikir kimden çıktıysa başarılı ama ustalık bu anafikri bir filme yedirebilmekte zaten.

Yönetmense Sam Raimi filmlerinde editörlük yapan ve Raimi’nin atamasıyla koltuğa oturan Jeff Betancourt. İlk yönetmenlik deneyiminde bazı eksiklere ve fazlalıklara rağmen iyi bir iş çıkarmış denebilir.

İki kardeşin, küçüklüklerinde anne ve babalarının gözleri önünde öldürülmeleri ile gayet iyi bir açılış yapıyor film. Yıllar geçmiş bu kez bir klinikteyiz. Laura korkuları devam ettiği için kliniğe yatırılırken, Henry ise korkularıyla yüzleşmiş olarak çıkıyor.

Laura’nın kliniğe yatması ile birlikte film korkuların üzerine gitmeye başlıyor. Filmdeki her karakterin korkularını göstermeye çalıştıkça dağılıyor. Birde tüm bunların üzerine namı değer Jigsaw Tobin Bell görününce her şey büsbütün karışıyor.

Bell, gelirken yanında cinayet yöntemlerini de ödünç alıp gelmiş sanki. Hiç alakasız şekilde testerevari ölümlere şahit oldukça bambaşka bir filme geçiş yapıyoruz. İyi değerlendirilse keyfi çıkarılabilecek çok karakterli yapı kağıttan ev gibi zaman ilerledikçe yıkılıyor.

Laura’nın gördüğü karabasan’ın neden herkesin peşinde olduğu meçhul, neden orayı seçtiği meçhul. Ama bu tip bir film için fazlaca iyi bir finalle bitiyor. Ne kadar iyi olsa da seyirciye fazla açık kapı bırakmadan kendi açıklamasını yapması da senaristin tecrübesizliği olsa gerek. Üçüncü filme pas atılması ise yeni bir şey değil zaten.

Deneyimsiz bir ekipten neredeyse iyi bir film denilecek orta karar bir gerilim filmi. Onca filmden farkı ise klasik gerilim atmosferini başarılı bir şekilde kurması hiç kuşkusuz…


The Ugly Duckling and Me! : Sürprizli Eğlencelik

Salı, Ocak 29, 2008

Shrek’le başlayan birbirine zıt karakterli, anlaşamayan farklı türde iki hayvanın zoraki yolculuğu Buz Devri filminde de denendikten sonra artık iyice klişe olmaya başladı. Animasyonların son dönemde sürekli yol filmine dönüşmesi farklı şirketlerin rekabeti ile bir anda fazlaca örnekle karşılaşmamızı doğurdu.

Çirkin Ördek Yavrusu ile Farecik’te bu formül üzerinden gidiyor. Farecik karakterini neredeyse yeniden yaratan Okan Bayülgen seslendirmede o kadar başarılı ki, o olmasa çok zayıf bir film olacağı kesin. Bayülgen ne kadar başarılı ise Keremcem de bir o kadar berbat. Kendi dizilerine dublaj yapılırken bu kararı kim almış garip.

Teknik olarak oldukça başarısız çizimler mevcut. Tilki örneğin neredeyse kartondan… Tabii işin ucunda Avrupa’nın teknik imkanları olunca bu sonuçta gayet doğal.

Avrupa’nın iyi işler çıkartan animecisi Michael Hegner ve ekibi elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışmış. 2000 yılında “Help me I’m fish” ile ses getiren ekip, 2006 yılında Danimarka ve Almanya başta olmak üzere birçok ülkede ses getiren çizgi dizinin başarısı üzerine zaten varolan konuyu filme dönüştürmüşler. Hans Christian Andersen’in masallarından faydalanmak özellikle Avrupalı animecilerin vazgeçilmezlerinden biri zaten. Güzellik-çirkinlik konusunu işleyen bu masalında yeterli ilgi gördüğü kaçınılmaz gerçeklerden.

Biraz daha küçük yaş kitlesini hedef alan, büyüklerin ayrıntılara kafayı takacağı bir komedi çıkmış ortaya. Özellikle son yılların en popüler olaylarından sürpriz finali filmde görmek hoş bir ayrıntı… Ama o finalin sonrasında çok klişe bir nokta koyması da o kadar kötü.

Ailecek izlerken ayrıntılara kafanızı takmazsanız eğlendiren bir öykü…


Kısa Film ve Türler

Pazartesi, Ocak 28, 2008
Kısa Film, resmi bir konsept içerisinde tanımı bulunmasa da gösterdiği bazı karakteristik özellikleriyle şu şekilde yorumlanabilir;Kısa süre içerisinde sinema kurallarına ve sanatına sadık kalarak, yönetmenin kendi tercihinde bir yöntemle anlaşılır eserler yaratmaktır. Kısa film, potansiyelinde derin bir özgünlük ve sınırsızlık barındırmaktadır. Belli kuralları olmadığı için (sinema izine sadık kalmak dışında) birbirinden bağımsız ve eşi olmayan bir çok kısa film bulunmaktadır.Kısa Film türleri, Deneysel, İmgesel, Canlandırma, Kurmaca olarak bölümlere ayrılır. Bazı tanımlarda bu sıralamadan İmgesel ve ya Kurmaca türlerinin ayrı tutulduğu da görülmüştür. Kendine özgü yapısında yönetmenin en özgür olduğu ve belki de tamamen kendi tarzını yarattığı en belirgin tür, isminden de anlaşılabileceği gibi Deneysel kısa filmlerdir.

Kısa Film’de esas mantık kısa zamanda bir görsel eseri en iyi biçimde yaratmak olduğu için, ve bu da yönetmenin yaratıcılığı ve yeteneğine bırakıldığı için bir çok kısa filmde deneysel olsun yada olmasın, kendine has kurgu teknikleri, mantık ifadeleri, hikaye anlatımları bulunmaktadır.

Süresi hakkında da resmi bir açıklama olmasa da, genel kısa film konseptinde süre oranı 7-8dk, eğer daha büyük bir prodüksiyon ve amaç farklı ise tüm intro ve jenerikler dahil 15-17dk civarındadır.

Fakat genelde bu süreleri yarışma ve festivaller kendi olanakları içinde belirlerler, örneğin bir yarışma veya festivalin belirlediği en düşük süre 59sn’ye, en yüksek süre ise ortalama için 29dk’dır.

Bunun yanında, amaca göre değişen süre belirlemeleri de olabilir, örneğin sadece 10sn’lik eserlerin yarıştığı yarışmalar da bulunmaktadır.

Kısa film’deki bu özgünlüğün getirdiği bir dezavantaj, bu sınırsızlık içinde çekilen her görüntünün bazı insanlar tarafından tarafından kısa film olarak tanımlanmasıdır.

Son olarak, festival ve yarışmalardaki kısa filmleri izleyerek, aklınızda belli bir kısa film konsepti oluşturabilirsiniz. Buna rağmen bir yarışmada derece alan film diğerinde yarışmaya kabul dahi edilmeyebilir, bu nedenle aşırı örneklenmeden ziyade kendi özgün eserlerinizi ortaya koymanızda yarar var.

Bir Kısa Film’i yaratan öğeler
Aşağıda okuyacağınız maddeler genel olarak bir eseri ortaya çıkan hemen hemen tüm bileşenleri ele almaktadır. Ön bilgi olması amacıyla hazırlanan listedeki maddeler ilerideki yazılarda ayrı ayrı ele alınacaktır…

Senaryo
Senaryo, hepimizin bildiği gibi bir film içinde neler geçeceğini - konuyu ifade eden, karakterleri - onların diyaloglarını içeren, olayların nerede ne zaman geçtiğini belirten, ortamı tasvir eden ve bazı durumlarda yönetmen yardımcı olması için kamera hareketlerini dahi içeren dokümanlardır.

Storyboard
Senaryoya sadık kalınarak hazırlanan filmde görülecek kamera açılarını ifade eden resimler dizisidir. Bunu bir bant karikatür gibi düşünebilirsiniz. Çekim sırasında kameranın hangi açıdan neleri göreceği konusunda en önemli referanslardan olan storyboard’ın sanatsal kalitede ciddi çizimler olması gerekmiyor. Genel bilgileri ve görüş ayrıntılarını içeren basit çizimler olması çoğu zaman yeterlidir.

Kamera
Aslında bu listelemede üzerinde durmaya gerek yok… Tabi ki “film” dediğimiz şeyin özüdür, varolan tüm görsellerin kayıt edileceği ve tüm bileşenleri bir araya getirecek görüntüleme aracıdır.

Oyuncu
Elbette senaryonuzdaki karakteri canlandıracak oyunlara ihtiyacınız olacak :) Tabi bu aşamada bir Cast (oyuncu dağılımı yapmanız gerecektir)

Mekan -Mekan Cast’ı
Filmdeki olayların nerede sahneleneceği konusunda bir plan yapmalısınız, senaryoda ifade edilene en yakın ve ya olaylara en uygun mekanı bulmanız veya yaratmanız gerecektir. Varolan mekanları keşfedip filminiz kullanmak üzere belirlemeniz tıpkı rollere göre oyuncu dağıtmanız gibi mekan cast’ı olarak ifade edilir.

Işık
İlk deneyimlerini yaşayan kısa filmci arkadaşların nedense ihmal ettiği hatta “pek de önemli değil” diye söylemlerle ifade ettiği, fakat aksine en önemli bileşenlerden biridir. Hareketli fotoğraf sanatı olan sinemanın özünde ışığın önemi tartışılmazdır. Filmlerde kullanılan renklerin bile önemi olduğu göz önüne alınırsa, istenen etkiyi yaratmakta ışığın etkisi ciddi derecede ön plandadır.

Ses
Teknik yetersizlik durumlarında kalitesini muhafaza etmek her zaman mümkün olmayan ve ilk deneyimlerde genelde kalitesi ikinci planda bırakılan bileşendir. Video sistemleri kullanarak bir Kısa Film çekiyorsanız, muhtemelen kamera üzerindeki mikrofonları kullanacaksınız fakat bu yukarıda da belirttiğimiz gibi kaliteyi ikinci plana götürecektir, sesteki gürültüler ve düşük netlik oranı filminizin genel kalitesini düşürecektir. Bu sebepten çekimlerinizde ileride bahsedeceğimiz Boom gibi harici ses yakalama aygıtları kullanmanız gerekecektir.

Kurgu - Montaj
Açıklama yapmadan önce genelde yanlış bilinen bir şeyi düzeltelim. Kurgu, sinema kurallarına sadık kalarak (önceden belirlenmiş akademik kurallara göre), çekilen sahnelerin nerelerde nasıl kesilip bir sonraki sahneye nerede nasıl bağlanacağı, sahnelerin nasıl sıralanacağı gibi bir filmi kuran sistemdir. Montaj ise kurguda belirlenen noktaların fiili olarak kullanılmasıdır.

Kurgu sinema sanatında başlı başına ciddi bir başlıktır, ona şimdilik girmeyeceğiz. Montaj konusu ise çektiğiniz kameraya bağlı olarak (amatör kısa film’cilere yönelik açıklama yaptığımız için Video kameralara bağlı kalıyoruz) lineer ve ya non-lineer adını verdiğimiz ve kabaca Analog ve ya Digital yöntemlerle çekilen görüntülerin, sıralanması bağlanması, gerekli görsel eklentilerin yapılmasıdır. Lineer (doğrusal) montaj analog montaj setlerinde, non-lineer (doğrusal olmayan montaj) ise bilgisayar sistemlerine bağlı ortamlarda yapılır. Bu arada bir çok montaj operatörünün aynı zamanda kurgu bilgisi olduğu ve / veya bir çok kurgucunun da montaj bilgisi olduğu açıktır.

Kısa Film Türleri
Kurmaca
En sık rastlanan kısa film türlerinden biri. Genel olarak konulu bir hikayenin sinema diliyle “kısa” yoldan anlatılması esasına dayanır. Bildiğimiz filmler gibi serim-düğüm-çözüm gibi noktaları bulunur. Fakat kısa filmin doğasında bulunan “özgün” yaklaşımdan dolayı, filmin yönetmeni kendi anlatım ve kurgulama dilini de kısa filmine katar/katabilir. Herhangi bir süre şartı olmamasına rağmen genel olarak 20 dakikayı aşmazlar.

Deneysel
En özgün kısa film türlerinden biridir. Tamamen yönetmenin kendi dilini deneme esasına dayanır. Bir hikaye, fikir ve hatta bir söylem, deneysel bir şekilde yaratılmış ve tamamen olabildiğince özgün bir şekilde anlatımı esasına dayanır. Örneğin, deneysel filmlerde yönetmen kendi ışık, kadraj, ses… v.b anlayışını savunur ve bu savunduğu özgün dili kullanarak filmini hazırlar. Kısacası standartların ötesinde ve birbirine en az benzeyen filmlerin çıktığı türlerden biridir. Fakat bu özgünlük bazı kişiler tarafından tamamen yanlış değerlendirilmekte, sinema kurallarına sağdık kalmak ve sinematografik tecrübeyi çok fazla gerektirmemesi gerektiğini, dolayısıyla hata payını en çok kaldıran tür olarak benimsenmesi gibi korkunç bir yanlış tutuma neden olmaktadır. Deneysel film, bu saptırmayla birlikte maalesef konuyla hiç bir ilgisi olmayan insanların bile, hazırladıkları bazı hareketli görselleri “kısa film” ilan edilmesine de sebep olmuştur.

Canlandırma
Bir dönem kurmaca kısa film ile kıyaslanmaya kalksa da, canlandırma kısa film dediğimiz tür, aslen animasyon temeline dayanmaktadır. Bilgisayar teknolojisi yada tamamen el işçiliğiyle hazırlanan, 2 yada 3 boyutlu anime edilmiş eserler olarak bilinir.

The Pumpkin Karver: Beceriksizlikler Komedisi!

Cumartesi, Ocak 26, 2008

Amerikan Gerilim filmlerinin sıklıkla kullandığı cadılar bayramı fonunda bir film Oymacı. Daha filmin başında balkabağı oyan birini görüyoruz zaten.

İki kardeş’in korkunç geçmişleri fitili çekiyor ama zaten film bu geçmişle açılıyor. Jonathan, kız kardeşinin sevgilisini yanlışlıkla öldürüyor, jenerik akıyor… Jenerik sonrası aradan geçen 1 yılın sonunda yeni bir hayata hazırlanan kardeşler görüyoruz. Buraya kadar her şey normal ama sonrası neredeyse zıvanadan çıkıyor.

İki kardeşin hiç gitmedikleri bir yerde arkadaşları çıkıyor. Filme ne gibi bir katkısı olduğu belli olmayan bir yaşlı adam peydah oluyor.


Yeni tanıştıkları arkadaş grubu ise tam evlere şenlik… İki manyak arkadaş beavis ve butt-head oluyor. Kızlar Charlie’nin melekleri kılığında. Hulk, Korsan başka ne ararsanız var… Jonathan kendi haliyle partiye gelmiş, ayarladıkları kızda kafaya bir şapka geçirmiş olmuş sana ressam kılığı. Eski sevgilisi arada bir gerilim yaratma adına halefine saldırıyor bu arada.

Film parti başlar başlamaz korku filmi yerine beceriksizlikler komedisine dönüyor. Neresinden tutsanız elde kalıyor.

Garip ölümler, berbat efektler, karton karakterler ve oyunculuk kırıntıları eşliğinde abuk sabuk bir film Oymacı.

1970’de bir dizi ile şov dünyasına giriş yapan yönetmen Robert Mann’de ayrı bir hikaye. İlk filmi olsa neyse. 1999’da senaryosu da kendisine ait olan “Trapped”i yönetmiş. Ama kendisini yönetmiş.Eninde sonunda cümleyi Hollywood’a getirmek lazım galiba… Berbat bir film! Ama çekiyorlar, gösterime sokuyorlar, yetmiyor birde dvdsini çıkarıp ihraç ediyorlar. Eeee peki ya biz neciyiz?


Muoi : Bir ihanet, Bir Resim ve İntikam…

Perşembe, Ocak 24, 2008

Uzak doğu sineması, 90’lı yılların sonundan itibaren korku türünde yükselişe geçerek adını duyurmuştu. Bu yükseliş sırasında sıklıkla hayalet öykülerinden faydalanıyorlardı. Birçok filmde eski bir efsaneyi gündeme taşıyorlardı. Bu efsanelere inandırıp, sonrası korkutmayı deniyorlardı. Hala devam ediyorlar… Uzakdoğu gerilim sineması deyince karşımıza çıkan sıklıkla hayalet öyküleri olmaya devam ediyor.

Muoi de bunlardan biri. Zamanının köylü güzeli Muoi, bir ressamla aşk yaşıyor. Ressama modellik yapıyor. Ama resim bitmek üzereyken yakınlaşmanın haberini alan ressamın zengin aşığı Muoi’yi türlü işkenceler sonrası öldürüyor. Bu ölüm sonrası kameri takvimin 15. Günü ortaya çıkan bir hayalet ve onunla bağlantılı olarak resmi bir mit olarak karşımıza çıkıyor. Haliyle başına gelenlerden dolayı hayalet bir intikam için ortaya çıkıyor.

Benzer tüm hikayelerde olduğu gibi, olay örgüsünü adım adım kuran, mitini inandırıcı bir şekilde yaratan film, herhangi bir boş sahne içermeden, her şeyin mantıklı bir şekilde çözerek bitiyor. Genel izleyici için artık hayalet mitlerinin pek bir albenisi kalmadığı düşünüldüğünde istediği heyecanı yaratamıyor…
Filmin senaristi ve yönetmeni Kim Tae-kyeong, 2004 yılında ilk filmi “Ryeong-Hayalet” ile ülkesinde gişe rekorları kırmış bir isim. Filmin Amerikan versiyonu çekilmekte. İkinci filmi “Dodoiyuheui peurojekteu, peojeul – Puzzle” ile 2006 yılında hatrı sayılır bir takipçi rakamına ulaşmıştı. Yönetmen üçüncü filminde de hayalet dünyasına devam ediyor ama önceki iki filmine göre daha düz, daha vasat bir öykü var bu kez. Zaten bu durumu anakarakter de çok güzel özetliyor aslında. Muoi efsanesinin kitabını yazmak isteyen Yun-Hoi tüm olayları araştırdıktan sonra bir nevi eleştiride bulunuyor, “hepsi bu mu? Sadece bunlar yetmez! Okurları kışkırtacak bir şey lazım” işte bu replik tüm filmi özetliyor…

En İyi Film Oscar adayları!

Perşembe, Ocak 24, 2008
Atonement
Juno
Michael Clayton
No Country for Old Men
There Will Be Blood

Juno için yapılabilecek her şey zaten yapılmış durumda. Michael Clayton’un şansı ise diğer filmlere göre daha eski tarihli olması gibi görünüyor. Kefaret, son altın küre ödülü ile birlikte yeniden yükselişte. Üstelik konu olarak akademi üyelerine hitap ediyor. No Country for old Men şimdiden başyapıt sayılırken, There will be blood ise yeni citizen kane olarak adlandırılıyor. İki film arasında yaşanacak oy bölünmesi de Kefaret’in işine yarayacağa benziyor. Ödül alması gereken filmde Kefaret haliyle…

En iyi Erkek Oyuncu Oscar adayları

Perşembe, Ocak 24, 2008

George Clooney (Michael Clayton)
Daniel Day-Lewis (There Will Be Blood)
Johnny Depp (Sweeney Todd: The Demon Barber of Fleet Street)
Tommy Lee Jones (In the Valley of Elah)
Viggo Mortensen (Eastern Promises)

Viggo Mortensen iyi performans vermişti ama rakibi çok fazla… Tommy Lee Jones’da yılın en iyi performanslarındanbirini imza attı ama filmin başarısızlığına yenilecek gibi. Kalan üç aday arasında akademinin şu ana kadar pek ciddiye almadığı Johnny Depp en az şansa sahip kişi. George Clooney ise muhtemel politik duruşuna ve söylemlerine yenilecek gibi görünüyor. Büyük ihtimalle ödül, son yıllarda iyiden iyiye az ve öz film çekme prensibi edinmiş olan Daniel Day-Lewis’a gidecek gibi görünüyor.

En İyi Kadın Oyuncu Oscar adayları

Perşembe, Ocak 24, 2008

Cate Blanchett (Elizabeth: The Golden Age)
Julie Christie (Away from Her)
Marion Cotillard (Môme, La)
Laura Linney (The Savages)
Ellen Page (Juno)

Julie Christie Away from Her’de Alzheimer hastası bir kadını başarıyla canlandırıyor ama önceden oscarı var zaten, bu yüzden ödüle hak ettiği halde uzak kalabilir. Akademinin alışkanlıkları düşünüldüğünde Edith Piaf biyografisi ile Marion Cotillard ödüle en yakın aday. Geçen yıl Lolipop’dan tanıdğımız Ellen Page yaş kontenjanından, Laura Linney zor rakipler sebebinden ödüle uzaklar. Cate Blanchett ise zaten aynı yıl iki adaylıkla onurlandırıldı bile.

En iyi Yönetmen Oscar Adayları

Çarşamba, Ocak 23, 2008

Paul Thomas Anderson (There Will Be Blood)
Ethan Coen ve Joel Coen (No Country for Old Men)
Tony Gilroy (Michael Clayton)
Jason Reitman (Juno)
Julian Schnabel (The Diving Bell and the Butterfly)

Daha önce Manolya ile görmezden gelinen, akademinin görmezden geldiği P.T.Anderson pek ümitli değil zaten. Coen kardeşlerin akademinin tutuculuk damarına yenileceği bir gerçek. Tony Gilroy’un aradan çıkması da zor olunca, ödül Julian Schnabel’e gidecek gibi görünüyor. Ödülü alması gereken ise kuşkusuz Coen kardeşler.

En iyi Özgün senaryo oscar adayları

Çarşamba, Ocak 23, 2008

Juno : Diablo Cody
Lars and the Real Girl : Nancy Oliver
Michael Clayton : Tony Gilroy
Ratatouille : Brad Bird
The Savages : Tamara Jenkins

En garip ve saçma dallardan biri adeta. En iyi film adaylarından ortada sadece ikisi var. Minik bilgilendirmeler vereyim. Juno, Bir lise öğrencisinin belenmedik hamileliği sonrası doğacak çocuğu evlatlık vermeye hazırlanmasını anlatıyor ve geçen senenin Little Miss Sunshine’ı olarak görülüyor. Lars and the Real girl’de senenin bağımsızlarından biri olarak gündeme gelmiş ve çok beğenilmişti. Bağımsız iki aday dururken, onları da desteklediğimizi gösterelim anlayışı ödülü ikisinden birine getirecektir. Ki bu anlamda gişe olarak da başarılı olan Juno elbette.

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu oscar adayları

Çarşamba, Ocak 23, 2008

Casey Affleck (The Assassination of J. James by the Coward R. Ford)
Javier Bardem (No Country for Old Men)
Philip Seymour Hoffman (Charlie Wilson's War)
Hal Holbrook (Into the Wild)
Tom Wilkinson (Michael Clayton)

Çok fazla bir şey söylemeye gerek yok. The Oscar goes to Javier Bardem… Herkesin birleştiği aday olarak seneye damgasını vurdu zaten. Film gözden çıkarılsa da Bardem ödül konuşmasını şimdiden hazırlasa yerinde olur. Çok zor ama süprizi gerçekleştirecek tek isim Casey Affleck gibi görünüyor.

En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu oscar adayları

Çarşamba, Ocak 23, 2008


Cate Blanchett (I’m Not There)
Ruby Dee (American Gangster)
Saoirse Ronan (Atonement)
Amy Ryan (Gone Baby Gone)
Tilda Swinton (Michael Clayton)

Her türlü süprizin olabileceği bir ödül olacak öncelikle. Ödülü hak eden isim kesinlikle senenin en büyük çıkışını yapan Amy Ryan. Gone Baby Gone filminin her sahnesinde büyüyor adeta. Ama akademi adaylığı yeterli görebilir. Cate Blanchett, Bob Dylan’ı canlandırıyor ve harikalar yaratıyor. Akademinin sevdiği hatta zaafı olduğu yerden vurabilir. Bir oyuncunun karşı cinsi canlandırması hiçbir zaman gözden kaçmaz. Diğer adaylar içerisinde en uzak isim Ruby Dee. American Gangster’ı devre dışı bırakan akademinin tavrı net görünüyor. Saoirse Ronan genç yaşı nedeni ile atlanabilir, nasıl olsa ilerde ödül alır denebilir. Tida Swinton ise bu sene şanssız aday olarak kalacak gibi. Kefaret’in finalinde görünen Vanessa Redgrave aday olsa idi ödülün sahibi olacağı kesin gibi idi bunu da dipnot olarak ekleyeyim.

En İyi Animasyon Oscarı adayları

Çarşamba, Ocak 23, 2008
Perspepolis
Ratatouille
Surf’s Up

3 film içinde favorim Surf’s Up. Ama akademinin Pixar lobisine dayanabileceğini düşünmüyorum. Alması gereken Persepolis’tir elbet ama üyelerin bu saf çizgi romana tarzına olumlu yaklaşması ancak siyasi söylem halinde geçerli olur ki oda çok zor. Bu halde ödül Ratatoille’e gidecek gibi görünüyor ama içlerindeki en zayıf film olduğu su götürmez.

Yabancı Dilde En İyi Film Oscar adayları!

Çarşamba, Ocak 23, 2008

Beaufort - İsrail
The Counterfeiters - Avusturya
Katyn - Polonya
12 - Rusya
Mongol – Kazakistan

İçlerinden şimdilik sadece The Counterfeiters’i izledim. Yahudi-nazi konusunun akademinin ilgisini çekeceği gerçeği düşünüldüğünde ödüle yakın gözüküyor. Film iyi zaten. Birde Yahudi lobisinin gazıyla ödüle yakın gibi geliyor bana. Ama diğer filmleri de izleyip bakmadan net bir şey söylemek yanlış olur. Benim adaylar öncesi favorim 4 hafta,3 ay, 2 gün’e ise yazık oldu. Bizim adayımız Takva ise her zamanki gibi elendi.

Oscar Adayları Açıklandı!

Çarşamba, Ocak 23, 2008
En İyi Film
Atonement
Juno
Michael Clayton
No Country for Old Men
There Will Be Blood


En İyi Erkek OyuncuGeorge Clooney (Michael Clayton)
Daniel Day-Lewis (There Will Be Blood)
Johnny Depp (Sweeney Todd: The Demon Barber of Fleet Street)
Tommy Lee Jones (In the Valley of Elah)
Viggo Mortensen (Eastern Promises)


En İyi Kadın OyuncuCate Blanchett (Elizabeth: The Golden Age)
Julie Christie (Away from Her)
Marion Cotillard (Môme, La)
Laura Linney (The Savages)
Ellen Page (Juno)


En İyi YönetmenPaul Thomas Anderson (There Will Be Blood)
Ethan Coen ve Joel Coen (No Country for Old Men)
Tony Gilroy (Michael Clayton)
Jason Reitman (Juno)
Julian Schnabel (The Diving Bell and the Butterfly)

En İyi Özgün SenaryoJuno : Diablo Cody
Lars and the Real Girl : Nancy Oliver
Michael Clayton : Tony Gilroy
Ratatouille : Brad Bird
The Savages : Tamara Jenkins


En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu
Casey Affleck (The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford)
Javier Bardem (No Country for Old Men)
Philip Seymour Hoffman (Charlie Wilson's War)
Hal Holbrook (Into the Wild)
Tom Wilkinson (Michael Clayton)


En İyi Yardımcı Kadın OyuncuCate Blanchett (I’m Not There)
Ruby Dee (American Gangster)
Saoirse Ronan (Atonement)
Amy Ryan (Gone Baby Gone)
Tilda Swinton (Michael Clayton)


En İyi AnimasyonPerspepolis
Ratatouille
Surf’s Up


Yabancı Dilde En İyi Film
Beaufort - İsrail
The Counterfeiters - Avusturya
Katyn - Polonya
12 - Rusya
Mongol – Kazakistan


En İyi Orijinal Film MüziğiAugust Rush ("Raise It Up")
Enchanted ("Happy Working Song")
Enchanted ("So Close")
Enchanted ("That's How You Know")
Once (“Falling Slowly” )

En İyi Görüntü Yönetmeni
The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford (Warner Bros.): Roger Deakins
Atonement (Focus Features): Seamus McGarvey
The Diving Bell and the Butterfly (Miramax/Pathé Renn): Janusz Kaminski
No Country for Old Men (Miramax ve Paramount Vantage): Roger Deakins
There Will Be Blood (Paramount Vantage ve Miramax): Robert Elswit

En İyi Kostüm
Across the Universe (Sony Pictures Releasing) Albert Wolsky
Atonement (Focus Features) Jacqueline Durran
Elizabeth: The Golden Age (Universal) Alexandra Byrne
La Vie en Rose (Picturehouse) Marit Allen
Sweeney Todd The Demon Barber of Fleet Street (DreamWorks ve Warner Bros) Colleen Atwood

En İyi Belgesel
No End in Sight: Charles Ferguson ve Audrey Marrs
Operation Homecoming: Writing the Wartime Experience: Richard E. Robbins
Sicko: Michael Moore ve Meghan O'Hara
Taxi to the Dark Side: Alex Gibney ve Eva Orner
War/Dance: Andrea Nix Fine ve Sean Fine

En İyi Kurgu
The Bourne Ultimatum: Christopher Rouse
The Diving Bell and the Butterfly: Juliette Welfling
Into the Wild: Jay Cassidy
No Country for Old Men: Roderick Jaynes
There Will Be Blood: Dylan Tichenor

En İyi MakyajLa Vie en Rose: Didier Lavergne ve Jan Archibald
Norbit: Rick Baker ve Kazuhiro Tsuji
Pirates of the Caribbean: At World's End Ve Neill ve Martin Samuel

En iyi müzik
Atonement: Dario Marianelli
The Kite Runner: Alberto Iglesias
Michael Clayton: James Newton Howard
Ratatouille: Michael Giacchino
3:10 to Yuma: Marco Beltrami

En İyi Görsel Efekt
The Golden Compass: Michael Fink, Bill Westenhofer, Ben Morris ve Trevor Wood
Pirates of the Caribbean: At World's End: John Knoll, Hal Hickel

Türk sinemasında 2007

Salı, Ocak 22, 2008
Nicelikte var, Nitelikte yok…

2007’de farklı türlerde toplam 43 yerli film sinemalarımızda gösterime girdi. 2006’da bu rakam 34 olduğu düşünülürse oldukça iyi bir rakam, üstelik 1990’dan bu yana ilk defa 40 sınırının geçilmiş olması daha da iyi.

Ama her şey bu kadarla sınırlı kalmadı. 2006 yılında 17.8 milyon kişi yerli film tercihini kullanmışken, 2007’de bu sayı maalesef 11 milyon civarında kaldı. 6 milyon izleyici kayıp!

İzleyici kaybına rağmen başarılı bir yıl olduğunu söylemek mümkün aslında. Yurtdışından ödüllerle dönen film sayısı bakımından oldukça bereketli bir sene yaşandı. “Beş Vakit”, “Kader”, “Takva”, “İklimler”, “Küçük Kıyamet” 2006’nın ödüllü filmleri iken, ‘Yumurta’, ‘Rıza’, ‘Beynelmilel’, ‘Yaşamın Kıyısında’, ‘Polis’, ‘Adem’in Trenleri’, ‘Mutluluk’ ve ‘Sis ve Gece’ 2007’yi ödülle kapatan filmlerdi.

4 film 1 milyon seyirci barajını aştı. Beyaz Melek, Maskeli Beşler: Irak, Son Osmanlı Yandım Ali ve Kabadayı. Yılın en az izlenen filmi ise sadece 384 kişinin izlediği Fikret Bey oldu.

Genelde dizilerle meşhur olan, seyircinin izlemeyi sevdiği isimlerle oluşturulan kadrolar tercih edildi. Korku denemeleri devam etti. Genç sinemacıların ilk filmlerinin yılıydı bir bakıma. Genele bakıldığında her türde örnekler veren 43 film yine de beklenin altında bir geri dönüş yaşadı.

Yılın en çok izlenen filmi Beyaz Melek, hız kesmeden izlenen, ilk gününden yakaladığı istikrarı devamlı kılan mesaj içerikli film olarak yılın son ayında geldi. Bir şarkıcı filmi olarak gündeme gelse de bu kimliğin dezavantajlarını çabuk attı. Bol bol ağlatan, sürekli duygu sömürüsü yapan mesaj kaygılı film adeta Türk televizyon izleyicisinin tercihlerinin bir karışımı gibiydi.

Şener Şen başta olmak üzere en iyi kadroya sahip Türk filmi olarak gündeme oturan Kabadayı her yaştan izleyiciye hitap eden film oldu. En azından seyircinin bazı isimlere, bazı kadrolara gözü kapalı gideceğinin sağlaması yapılmış oldu.

Yılın en basit senaryoya sahip, zeka seviyesi düşük esprileriyle Maskeli Beşler : Irak oldu ama ne hikmetse seyirci öyle düşünmedi. Bazen hiçbirşey düşünmeden hafif bir film izleme ihtiyaçlarının mesajı verildi yapımcılara.

Son Osmanlı Yandım Ali ise hem milliyetçilik hemde Osmanlı özlemine dokunuyordu. Dünyadaki onca çizgi-roman uyarlamasının ardından bizden de iyi bir çizgi roman uyarlaması çıktı sonunda.

Yılın en çok tartışılan filmi kuşkusuz Çılgın Dershane oldu. Kötü demenin bile az kalacağı bir film, cinsel açlığı olan herkesi doyma vaadi ile çekti. İzleyen ne kadar tatmin oldu bilinmez ama iyi bir rakamla hem devam filminin yolunu açtı, hemde benzerlerinin. Neşeli Gençlik ve 18’ler takımı da aynı formülü denemesine rağmen başarısız oldu.

Siyasi filmler, özellikle de 12 Eylül olaylarını anlatmaya devam etti sinemamız. Bunlardan en başarılısı kuşkusuz Beynelmilel’di. Zincirbozan ve Cumhurbaşkanı öteki Türkiye’de sadece iyi birer deneme olarak kalabildi.

Anadolu öyküsü altında doğu-batı sentezi yapan Mutluluk da seyircide ve gösterildiği festivallerde iz bırakan filmlerden oldu.

Sinema açısından önemli yeniliklerden biri de Pars:Kiraz Operasyonu ile geldi. Aksiyon sahnelerini çekebiliriz yargısını izleyenlere hissettirmekle kalmadı, devamını dizi olarak getirmeye soyundu.

Duvarı Karşı sonrası Fatih Akın’ın “Yaşamın Kıyısında” olması aynı etkiyi yaratmadı. Kendine has sinema duygusundan çok sinema aritmetiğine dalan Akın, heyecanını seyirciye aktaramadı.

Musallat ve Gomeda ile korku filmi denemeleri devam etti. İyi bir fragmana rağmen yanlış oyuncu seçimleri Musallat’ın en önemli sorunu oldu. En iyi oyuncusu 10 dakika görünen çocuk olan bir filmin daha fazlasını yapmasını da beklemek zor olurdu zaten. Gomeda ise kısa filmleriyle beğenilen bir yönetmenin unutulması gereken filmi oldu sadece.

Senenin enteresan denemeleri de oldukça fazla idi.
Tamamen Sezen Aksu şarkılarına dayanan garip video klip-film arası denemesi O Kadın sadece deneme olarak kalabildi.

Yıllardır beklenen bitmeyen film Romantik devamlılık sorunları ile kayboldu gitti. Sinan Çetin’in filmi bekletmesinin doğru olduğu anlaşıldı. Bir diğer film Bana Şans Dile de Çağan Irmak etiketi ile girdi gösterime ve kayboldu gitti.

Polisiye denemesi Sis ve Gece nedense izleyiciden aradığını bulamadı. Artık kemikleşen polisiye dizi meraklılarına rağmen 59 bin izleyiciyi çekebildi salonlara.

En özgün olmaya çalışan deneme Polis filmi geldi. Takeshi Kitano filmlerine meraklı ekibin tür denemesi, izlenmesi görsel olarak keyifli, mantık olarak bol soru işaretli olarak kalakaldı. Haluk Bilginer faktörü olmasa sonuç daha da kötü olabilirdi.

Seneye damgasını vuran bir diğer film ise “Barda” oldu. Şiddetli içeriği, yaşanmış olaya dayanması ile çok konuşuldu ama izlendi. Tabii bunda montaj masasından çalınan dvdnin korsan olarak piyasaya sürülmesinin büyük payı vardı. Senenin en şanssız filmi olarak kaldı.

43 filmlik bir yılda 9 film 10 bin rakamını göremezken, birçok filmde gösterimde aralara sıkışmanın sorunlarıyla boğuştu.

Oyuncular açısından Kenan İmirzalıoğlu ve Özgü Namal yılıydı. Nejat İşler’de yılın konuşulan isimlerinden oldu. Yönetmen olarak sivrilen isimse Sırrı Süreyya Önder Beynelmilel ile alkışları topladı.
Son olarak pek rastlamadığımız üçleme denemesine soyunan Semih Kaplanoğlu ve Berkun Oya da tebrik edilmesi gereken isimlerdi.

Adet olduğu üzere kendi ilk üçümü vererek yazıyı bitirirken, yeni yılın geçen sene eksik olan niceliği getirmesini dileyeyim…

3. Polis 2.Barda 1. Yumurta

Because I Said So: Ben Sana Söylemiştim

Salı, Ocak 22, 2008

Sinemanın Annie Hall’u anne rolünde. 1977 tarihli muhteşem klasikte pantolon, gömlek ve kravatıyla erkek kıyafetleri içinde herkesi kendine hayran bırakan karaktere hayat veren sanatçı, büyükanne rollerine doğruda geçiş yapıyor aslında. 4 yıl önce Jack Nicholson ve Keanu Reeves’in paylaşamadığı kadındı oysa. Şimdi kızlarının her şeyine karışan anne rolünde. Yanına aldığı genç kuşak oyuncular içinde de hala parlıyor.

Yönetmen de aslında görece yıldız bir isim. Romantik komedide sürekli iyi işler çıkaran, Bruce Willis’li Hudson Hawk’la çıkış yakalamış, türde devam etmiş en son 40 gün 40 gece ile ses getirmiş yönetmen Michael Lehmann. Son yıllarda televizyon ağırlıklı işlerden sonra geri dönüş yaşıyor bir bakıma.

Senarsitlerden biri şaşırtıcı aslında. Sean Penn’in harika oyunculuğu ve Dakota Fanning’in ayak sesleri ile çok konuşulan etkileyici dram “I am Sam”in senaristi ve yönetmeni Jessie Nelson. Zaten film izlenir kılan isimlerde bunlar.

Kocasını kaybetmiş bir kaybet, yetişkin üç kızı ve catering firması dışında bir şeyi olmayan birdir. Diğer iki kızı evlendikten sonra, tüm zamanını bekar kızına ve yürütemediği ilişkilerine takar, sürekli konuşur, her şeyine karışır. Sonunda işi iyice abartıp, internette yayınlanan ilanla kızına erkek arkadaş ayarlamak üzere adaylarla buluşur. Mekan olarak seçtiği restoranda, ilana yanıt verenlerle görüşür ve kızına doğru bildiği adamı seçmeye çalışır.

Konusu dışında parlak hiçbir şeyi olmayan film, restorandaki gitaristin konuya katılması ile, hesaplı ilerleyen, her şeyini beklendiği gibi bitiriyor. Hiçbir sürpriz barındırmayan genelde de oyuncu usta Diane Keaton’un ağırlığında ilerleyen, ama en azından sıkılmadan izlenebilecek bir seyirlik.

Freedom Writers: Her şey Soykırımsa…

Salı, Ocak 22, 2008

İdealist bir öğretmen karmaşık yapılı bir okulda görevine başlar. Okulda ve öğretmenlikte ilk yılıdır. Her milletten insanıyla ülkenin profili gibi bir sınıfa düşer. Öğrencilerin çoğu bir çeteye aittir ve hepsinin sokak yaşamı vardır. Ve bu öğretmen her şeye rağmen onlara yavaş yavaş ulaşır.

Konu böyle özetlenebilir ve bu şekliyle oldukça iyi de olur. Genelde siyahların ve güney Amerikalıların yapayalnız kaldığı dünyaya daha geniş pencereden bakan film, her şeyi dozuyla verirken bir anda öğretmenin tüm edasının değişmesiyle bambaşka bir yola giriyor. Önce müzelere gidiliyor, sonra müthiş bir bombardıman başlıyor. Konu sonunda soykırıma kitlendiğinde müthiş bir Yahudi lobisi giriyor devreye. Yahudi soykırımına dair ne varsa dökülüyor ve film tüm sempatisini yitiriyor. Filmin neredeyse Yahudi soykırımı merkezli olması, devreye girişinden itibaren yarattığı gençlik filmi havasını alaşağı ediyor, tüm yapıyı bozuyor.

Hilary Swank’i böyle mütevazı bir rolde görmek ilginç. Numbers dizisinden bildiğimiz Patrick Dempsey’i de öyle. MTV’nin yapımcılığında çekilen film, 2 ödül de alarak hedefini bile aştı aslında. Yaşanmış olaya dayanması da ilgi çekici ama fazla olan şeyler bununla sınırlı değil maalesef.

Yönetmen Richard LaGravenese iyi bir iş çıkarmış. Zaten kariyeri yavaş yavaş yükselen çıkış arayan bir yönetmendi, kendisi için iyi bir referans olduğu söylenebilir. Romantik drama “P.S. I Love You”da yine Swank ile çalışmayı tercih eden yönetmen, romantizmi elden bırakacağa benzemiyor.

Yahudi soykırımı bir yana, birbirine rengi ve ırkı yüzünden düşman kesilen gençliğin görüşlerini değiştirme çabası yine de takdire değer…

Rest Stop: Mistik Bir Takip Gerilimi Çorbası…

Pazartesi, Ocak 21, 2008

Her şey güzel bir lafla başlıyor. “Benim şeytanım kim?”

Ana karakterimiz Nicole’un verdiği örneklerden sonra kendi şeytanını merak etmesi ile boş bir film olmayacağı belli oluyor Rest Stop’un. Zaten Nicole, Kyle XY dizisinin ikinci sezonuna damgasını vuran Jessie rolü ile çıkış yapan tanıdık bir isim olunca pek yabancılık da çekilmiyor.

Sevgilisi ile evi terk ederek California’ya kaçıyor Nicole. Arabayı bir yerde durdurup (daha çok Domino filmini andıran sevişme sahnesiyle) sevişmeleri sırasında görünen sarı kamyonet daha sonra tekrar sahneye çıkıyor. Kamyonetin sevişme sırasında ortaya çıkması farklı okumalara yol açabilecek bir kapı aslında. Tuvaleti gelen Nicole, ormanlık alanı değil, temiz bir yeri tercih ediyor. Bir dinlenme yeri de neyse ki yakın. Nicole tuvaletin pislik içinde olmasına içerliyor, çıktığında erkek arkadaşı da arabada yok.

Sonrası tamamen Nicole’un oyunculuğuna dayanan bir şova dönüşüyor ya da öyle olması umuluyor. Ama senaryo neredeyse bulmaca gibi. Her şey bir bir görünüyor. Geçmişteki kurbanların Nicole’a görünmesi ile gizem, işkence sahneleri ile sapkın katil, sürekli yüzü görünmeyen şoförü ile Speilberg’in usta işi gerilimi “Duel” tarzı yol gerilimi, karavanda yaşayan enteresan aile ile değişik göndermeler.

Elde çok malzeme var. Merak duygusunu bu arttırıyor doğal olarak. Hepsi için ayrı ayrı alt metin okumaları açılabilir aslında ama film finali ile hiçbir soruyu cevaplayamıyor, tatmin etmiyor. Jenerik sonrası ikinci bir final olması da belirginleşiyor bu durum. Rest stop, durup dinlenmeden yan öykücüklerle kafa karıştırıyor. Bu sayede de attığı tüm adımlar boşa çıkıyor.

Aslında tüm bu yorumlar filmin senaristi ve yönetmeni John Shiban adı düşünüldüğünde yerine oturuyor. Kült tv dizisi “The x Files” ile tanınan daha sonraki işlerinde de bu tarzı benimseyen, en son “Supernatural” dizisi ile gündeme gelen Shiban’ın neredeyse tüm kariyeri boyunca yaptığı işlerin bir bir işlenmesi bir özeti duygusu hakim olmuş filme. Ama her biri için ayrı bir final yapma şansı olmadığı pek aklına gelmemiş sanırım. Belli bir yerinden sonra kontrolü kaybediyor yönetmen.

Yine de tüm eksiklerine rağmen iyi bir film Rest Stop, en azından yönetmenin bir sonraki işini merak etmemizi sağlıyor.

The Heartbreak Kid: Balayı Mağlubu

Pazartesi, Ocak 21, 2008

Açılışla birlikte klasik bir Ben Stiller profili görüyoruz. Sevgilisi elinden alınmış, tam bir “looser”… Davetli olduğu düğünde, -ki evet elbette eski sevgilisinin düğünü- bekarların arasında oturması istendiğinde ortaya çıkan manzaranın üzerine tüm film boyunca gidiliyor. Farrelly’ler eşcinsellere sataşarak başlıyor, cinsel birleşmelerle dalga geçiyor ve her zamanki gibi bu konuda öz denetim uygulamıyorlar.

Artık kendi imzaları sayılan bel altı esprileriyle eğlendirmeyen film, tipik “Along Came Polly” öyküsüne doğru ilerliyor. Aşkını çıktığı balayı sırasında kaybeden bir adamın öyküsünü anlatan filme benzer şekilde, yine kaybeden adam balayında öyküsü. Bu haliyle son derece bilindik olan öyküye birde bolca cinsel espri ekleyin ama güldürmeyen tarzından.

Başkarakterimiz babası ve arkadaşlarının ısrarlarına dayanamayarak başladığı ilişkisini, kaybetme korkusuyla evlilikle sonlandırıyor. Elinden kaçırmadan evlendiği sevgilisi ile çıktığı balayında daha ilk dakikalardan itibaren bambaşka bir kadın buluyor yanında. Güzel ve çekici kadının, kafaca boş olduğunun altı her sahnede çiziliyor.

Çiftin ilk cinsel ilişkisi ile de gelinin alışılmadık biri olduğunun altı çizilmiş oluyor. Sonrası bildik hikaye, balayında karısının rahatsızlığı nedeniyle yalnız kalan adamın yaralarını saracak biri çıkıyor, kaderin cilvesine bakın çift olarak da uygun düşüyorlar. Sonra her şey ortaya çıkıyor, sırlar ortaya dökülüyor. Farrelly biraderler öyküye sürekli cinsel espri sosu katarak özgünleştirmeye, güldürmeye çalışsalar da nafile, ortada kocaman bir boşluk mevcut.

Eklenen yan karakterlerinde tek amacı cinsel espri üretimine katkıda bulunmak olunca elle tutulur bir şey kalmıyor. En garip bölümse her şeyin açıklandığı, sırların açıldığı sahne sonrası ana karakterimizin yaşadığı durum. Sınırı geçmek zorunda olan çaresiz insanlarla da dalgasını geçerek, her şeyi iyice saçma sapan bir yöne kaydıran yönetmen kardeşler, bildik sonları ile kötü bir öykü yaratarak yeni bir “There is something about Mary” yaratamamanın sancısını çekiyorlar.


Fritt Vilt : Klişelerle Dolu Bir Şeytan...

Pazar, Ocak 20, 2008

Aslında filmi değerlendirmeden önce bir soru sormak farz. Norveç sinemasının dünyada bizden daha iyi bir konumda olmadığı bir gerçekken neden bizim bu tip klişe bir film çekip dünyaya ihraç edemiyoruz?

Film güzel bir kar manzarası ile başlıyor. Ve hemen film boyunca işaret ve simgelerin bolca kullanılabileceğini öğreniyoruz. Filmin başında izlediğimiz çocuğun gözü lekeli zira. Beş kişilik bir arkadaş grubu kendi cennetlerini arıyorlar. Keşfedilmemiş olması onlar için rahatlık demek. Bu rahatlığın peşine bir yer bulmuşken arkadaşlarından birinin ayağı kırılınca soluğu terk edilmiş bir otelde alıyorlar. Sonrası bildiğiniz tüm klişelerle dolu. Yeni hiçbirşey yok. Bolca kamera önünden geçen karaltılar, yüzünün finale kadar görmediğimiz katil, ortalama oyunculuklar...

Filmin iyi yaptığı şey ise senaryo aritmetiği. Ne olursa olsun doğru sinema aritmetiği ile her şey yerli yerinde. İzlendiğinde sıkılmadan finale kadar gelmesinin sebebi de bu. Mantık hatası yapmıyor film. Basit ve yalın ilerliyor. Fazladan abartılı işlere girmeden bitiveriyor.

Yönetmen Roar Uthaug'un iki kısa film ve bir uzun metrajdan sonra ilk korku denemesi. Bu denemeden en azından başarısız çıkmadığı aşikar. Senarist Thomas Moldestad ise her türü denemiş bir isim ve üretmeye de devam ediyor. 4 Nisan'da gösterime girecek Fallen Angels'da, Norveç'in çok satan romanlarından birini sinemaya uyarlamış olacak.

İyi film mi değil vasat... Ama fark işte burada... Ne kadar vasat olsa da Şeytanın Oteli ikinci filmle devam ediyor. Bu kez yönetmen koltuğunda Mats Stenberg oturacak.

Norveç'te Amanda Awards'da halkın seçimiyle en iyi film olmuş, başrol oyuncusu Ingrid Bolsø Berdal en iyi oyuncu olarak ödüllendirilmiş. Ne kadar kısır bir sineması olduğu apaçık görünüyor ama bizden daha iyi yaptıkları şey ise pazarlama. Festivallere katılmış, 7 ülkede gösterime girmiş filmin bu kadar iyi pazarlanmasının arkasında yatanları bizim sinemacılarımızın da bir an önce keşfetmesi gerekiyor kanımca...

Amerikalılar Karadenizde 2: Ha bunun birincisi iyi ki yoktur daaa!

Cuma, Ocak 18, 2008

Aslında kadro olarak ilgi çekici, ekipte yerinde, anlatılmak istenen öykü de. İyi oyunculara sahip yan karakterlere rağmen, başrol oyuncularının neredeyse hiç oynayamamaları neredeyse duvar olmaları başta olmak üzere, artık 10-15 film izleyen bir sinemaseverin bile inanmayacağı, içine dahil olamayacağı bir öykü ile neredeyse kabus gibi bir film.

Yükselen türk sineması trendi, seyircinin tercihindeki öncelik sırası nedeniyle çekildiği çok belli olan film, mantığın kabul edemeyeceği bir sürü hata ile takibini zorlaştırıyor.

Amerikalı tiplemelerinin ucuzluğu ile, seyirciyi ciddiye almayan, ya da almak istemeyen yapısı ile hiçbir şey vaat etmeyen, bomboş bir film.

Peker Açıkalın, Kadir Çöpdemir gibi isimlere ve Metin Akpınar gibi bir deve çok yazık olmuş. Bu oyuncular böyle kötü bir filme neden evet demiş merak ediyorum doğrusu…

Çinliler Geliyor: Ceee Deyip Kaçmışlar…

Cuma, Ocak 18, 2008

Her şey ilk başlarda gayet güzel. Hatta fazladan bile karakterler mevcut. Bir kasabanın tasviri, kasabalıların tanıtımı her şey yerli yerinde. Ama normal bir filmde yaratılan giriş, gelişmeyle canlanır ve sonlanır.

Maalesef filmde sadece giriş var. Gelişme olarak Çinlilerin kasabaya yatırım yapacak olması da tamam, ya devamı koca bir hiç.

Kasabalının yanı sıra çorbacımızın yanına gelen çırakla da dallanıp budaklanıyor öykü, bunun gibi birçok ara öykücükte mevcut ama hepsi de bomboş. İç içe geçmiş irili ufaklı birçok öykü öylece kalakalıyor. Ne Çinliler var ortada, ne de bir şey.

Güldürüyor mu? Hayır…
Merakla izleniyor mu? Hayır….
Hiçbir işlevi olmayan dramatik yapı kurmak için çok zaman harcayarak dağılan, kurduğu yapıyı hiçbir sona götüremeyerek dağılan bomboş bir film.
Çinliler gelmiyor, film bitse de bitmiyor…

The Death of Ian Stone: Birkaç Filmden Kolajla Zaman Durmuyor…

Perşembe, Ocak 17, 2008

Ülkemizde gösterime girmesini kuşkusuz Horrorfest festivaline borçlu olan bir film Ölüm Bekçisi. Amerika’da her yıl kasım ayında yapılan korku filmleri festivalinde ironik olarak “Uğruna Ölünecek 8 film” başlığı altında gösterildi. 9-18 Kasım tarihleri arasında gerçekleşen festivalde diğer yedi film arasından sıyrılmayı da başarmış görünüyor. O ana değin dağıtım problemleri yaşayan ekip bu sayede rahat bir nefes alıp, uluslararası arenaya çıkarak, fark edildi. Aslında bu sorunları tam olarak aştıkları da söylenemez. Hong-Kong, Singapur ve Almanya biletini alabildiler sadece.

Filmin künyesine bakıldığında ise tüm bakışı değiştirecek dipnotlar fark etmek mümkün. 1999 yapımı Tv filmi “The Darklings” senaryosu ile pek dikkat çekmese de, 2002 yapımı “They-Onlar” ile fark edilen senarist Brendon Hood korku filmlerine devam ediyor.

1988’de “Sotto il vestito niente 2” adlı İtalyan korku filmini hem yazıp, hem de yöneterek kariyerine başlayan Dario Pina’da tıpkı senaristi gibi, kariyeri boyunca korku türüne hizmet etmiş bir isim. İrili ufaklı Tv yapımlarında, kalabalık senaryo ekibinde diğer türlerde de iş üretmesine rağmen, kendine ait üretimlerinde suç öğesini, korkudaki dramayı sıkça kullanıyor ya da kullanmıyor seviyor. Pina-Hood ikilisinin korku sinemasına gönülden bağlı oluşları bu bakımdan filme bakışı biraz değiştiriyor. Biliyoruz ki, filmin başarısı ne olursa olsun ikisi de üretmeye devam edecekler.

Hali hazırda bilinen gerçeği burada söylemekte fayda var. Eğer korku filmi hayranı iseniz, korkmaya düşkün olduğunuz için, film boyunca kurulan atmosfere hayransınızdır. Türün janrına hayransınızdır. Kim ne derse desin, kötü olduğunu söyleseler bile izlersiniz filmi. Bu yönden bakıldığından yönetmen de senariste de haki olan duygu aynı…

İkilinin filmi yaparken amaçları muhtemelen türe bir şeyler katmak olmuştur. Bu yönde de birçok referans vermekten çekinmemişler. Ama bunların tadında kalması gerektiği kuralından anlaşılan haberleri yokmuş. Yeni yaratık üretme çabası ne kadar hoş olsa da, sanki melez gibi görünüyor. Ordan bir parça buradan bir parça şeklinde.

Hokey maçı sırasında topla belki de çok oynayan Ian takımını kurtaran golü atar ama zaman dolmuştur, gol geçerli sayılmaz. Zaman ilerlemez Ian için, arabasıyla giderken yolu kaplayan şeyi görür. Dokunur dokunmaz bambaşka bir yerde, başka bir hayata uyanır.

Finale kadar zaman durmaya, Ian başka hayatlarda uyanmaya devam edecektir. Bu noktada da film orjinalliğinden kaybeder bolca…

1993 yapımı Harold Ramis filmi “Groundhod Day-Bugün Aslında Dündü” filmindeki haber sunucusu Phil Morris gibi aynı günü yaşamaktadır Ian Stone…

2004 yapımı “The Butterfly Effect-Kelebek Etkisi”ndeki Evan Treborn gibi farklı hayatlara uyanmaktadır.

Tüm bunların arkasında da 1998 tarihli Alex Proyas başyapıtı “Dark City-Karanlık Şehir”deki gibi her şeyi değiştiren kötülerdir.

Üstelik gariptir bu ruh emici yaratıklar adeta Matrix’ten kiralanan kostümler içinde dolanmaktadır.
Hatırlattıklarına bir ekleme daha yapmakta fayda var. Paker-Stone ikilisinin kült çizgi serisi “South Park” karakterlerinden Kenny de her bölüm farklı şekillerde ölüyor, herkesin favori karakteri halini alıyordu.


Filmin temel sorunlarından biri de bu zaten. Birçok filmi fazlaca hatırlatıyor olması. Daha da dallanıp budaklanacak detaylara ise hiç girmiyorlar. Örneğin Ian Stone hep aynı şekilde ölüyor. Farklı ölümler, gerilime kuşkusuz daha fazla katkı yapardı.

Filmin her şeyi hatırlatması dışındaki diğer eksisi de her şeyi bilen adam faktörü. Ian’in sürekli karşılaştığı adam, her defasında bilgi veriyor, yardımcı oluyor ama izleyiciye azap veriyor adeta. Girdiği her sahneden sonra ne olacağını tahmin etmek hiç de zor değil.

İlk önce Amerika’da çekilmesi planlanan film daha sonra İngiltere’de çekilmiş ama pek bir şey fark etmiyor. Amerikan havası filmin üzerinde olmaya devam etmiş.

Oyuncular da senaryonun garipliğinden muzdarip çok karakterli, çok katmanlı oynamak zorunda kalıyor haliyle. Mike Vogel için ciddi bir çıkış mümkün olabilir, Star Trek filmi için Kaptan Kirk rolüne düşünülen isim olarak anılmaya başlanan oyuncu yakın zamanda daha sık görüneceğe benziyor.

Dexter’in ikinci sezonunda ruh hastası alternatif kötümüz “Lila” karakteriyle öne çıkan Jamie Murray’ı yine kötülerden biri olarak olarak görmek de gayet hoş. Dizideki karakterine benzer bir rolü oynamakta da zorlanmamış.

Filmin yaratıklarını tasarlayan Stan Winston’u da anmakta fayda var. Beyazperdedeki yaratıkların efendisi, bilinen yaratıklara yeni eklemeler yapma denemelerini sürdürüyor. Bu anlamda özellikle karanlıkları seven Hood ile iyi bir ikili oluyorlar.

Her ölümle yeni bir gerilme yeni bir pencere açan filmin en büyük artısı ise sürekli tekrarlarla sıkıcı olmak çizgisini fazla zorlamadan bitmesi oluyor. Süre olarak tamda kıvamında.

Birkaç absürd ayrıntıya rastlamak da mümkün. Bunlardan biri filmin finalinde görünen “Sonsuza dek yaşayacakmışsın gibi hayal kur, yarın ölecekmişsin gibi yaşa” sözü. Anlaşılan filmi izah eden amca yetmemiş ekibe, son bir mesaj vermek istemişler.

Tüm bu notların sonunda birçok filmden yapılmış kolajlarla daha çok sıradan televizyon dizisi yada filmi gibi duran “Ian Stone’un Ölümü” tadı tuzu olmayan bir film…Kurtaran tek noktası ise yapım ekibininde korku gönüllüsü olması…

Vizyona Giren Fimler: 11 Ocak

Salı, Ocak 15, 2008
Çılgın Dershane Kampta

Yapım : 2007, Türkiye
Tür : Komedi / Gençlik
Yönetmen : Faruk Aksoy
Senaryo : Faruk Aksoy, Şafak Güçlü, İrfan Saruhan
Oyuncular : Cüneyt Arkın, Faruk Aksoy, Mustafa Topaloğlu, Berke Hürcan, Alp Kırşan, Okan Karacan, Paşhan Yılmazel, İlhan Daner, Yalçın Otağ, Sibel Tüzün, Simge Tertemiz, Yapımcı : Faruk Aksoy, Ayşe Germen
Görüntü Yönetmeni : Ertunç Şenkay
Müzik : Oğuz Kaplangı, Uğurcan Sezen
Dağıtım : Özen Film
Süre : 110 dakika

İlk filmin ilgi görmesi ve gişedeki başarısı üzerine kaçınılmaz olarak devamı çekilen film kalitesizliğinden hiçbir şey kaybetmeden yoluna devam ediyor. İzlenecek ve güldürecek bir parıltı bulundurmayan zar zor eğlendirebilen hayli zayıf bir film. Aslında film demekte zor. İlk filmi beğenenler de pek beğenmeyecek gibi.

Maskeli Beşler: Kıbrıs

Yapım : 2008, Türkiye / Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti
Tür : Komedi
Yönetmen : Murat Aslan
Senaryo : Murat Aslan, Nergis Çalışkan (Kitap)
Oyuncular : Mehmet Ali Erbil, Şafak Sezer, Peker Açıkalın, Cengiz Küçükayvaz, Melih Ekener, Ceyhun Yılmaz, Deniz Akkaya,
Yapımcı : Murat Akdilek, Kamil Çevikalp
Görüntü Yönetmeni : Soykut Turan
Müzik : Cem Erman
Süre : 92 dakika

Mehmet Ali Alabora’sız kadroyla ikinci film… Aslında dörtler ama ekstra oyuncularla bu açığı kapatma derdindeler. Her şeyiyle yavan bir film daha… Yazılı senaryoya, mantığa gerek duymadan oyuncuların tatilde çektiği, tatilde gösterime giren film. Maalesef yüksek gişesine dayanılarak devam filmleri gelmeye devam edecek. Şafak Sezer, Peker Açıkalın sürtüşmesi ile daha çekim aşamasında yeterli tanıtımı yapılan filme popüler isim ekleme formülü de gayet yerinde bir mantık. Mehmet Ali Erbil’de bu seneye giriş yapmış oluyor.


My Blueberry Nights / Benim Aşk Pastam

Yapım : 2007, HongKong / Fransa / Çin
Tür : Dram / Romantik
Yönetmen : Kar Wai Wong
Senaryo : Kar Wai Wong, Lawrence Block
Oyuncular : Jude Law, Rachel Weisz, David Strathairn, Natalie Portman, Norah Jones
Yapımcı : Jean-louis Piel, Wang Wei, Kar Wai Wong, Jacky Pang Yee Wah, Stéphane Kooshmanian
Görüntü Yönetmeni : Darius Khondji
Müzik : Shigeru Umebayashi
Dağıtım : Pinema Film
Süre : 110 dakika

Her yaratıcı yönetmenin vazgeçilmez konusu yol filmleridir. Ustalaştıkları anda bir yol filmi yapmaları kaçınılmazdır. Çükü yolculuk yarattıkları karakter için arayış, tutku demektir. Ustalığının zirvesindeki Kar Wai de sırasını savıyor. Ama sınavı geçemiyor. Önceki filmlerine göre hayli vasat bir film. Ama yine de kadrosu ve müzikleri ile ilgi çekici. Sinefiller de görüntü sihirbazı Khondji için ısklamayacaktır.


Zavet / Bana Söz Ver

Yapım : 2007, Sırbistan / Fransa
Tür : Dram
Yönetmen : Emir Kusturica
Senaryo : Emir Kusturica
Oyuncular : Miki Manojlovic, Ljiljana Blagojevic, Aleksandar Bercek, Uros Milovanovic, Marija Petronijevic, Stribor Kusturica, Vladan Milojevic, Kosanka Djekic
Yapımcı : Olivier Delbosc, Emir Kusturica, Marc Missonnier
Görüntü Yönetmeni : Milorad Glusica
Müzik : Ivan Kljajic
Süre: 122 dakika

Yaşadığı ülkenin sorunlarını uluslar arası arenada abuk sabuk dile getiren, yalanlayan bu yüzden de vatan haini ilan edilen Kusturica son yıllarda çok fazla politize oldu. Belki de bu yüzden alıştığımız ruhunu filmde bulmak çok zor. Fanatik hayranlarının bile beğenmediği film, yönetmenin şu ana kadarki en kötü filmi.

4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün
4 Luni, 3 Saptamini Si 2 Zile / 4 Months, 3 Weeks, 2 Days


Yapım : 2007, Romanya
Tür : Dram
Yönetmen : Cristian Mungiu
Senaryo : Cristian Mungiu
Oyuncular : Ion Sapdaru, Anamaria Marinca, Laura Vasiliu, Vlad Ivanov, Alexandru Potocean, Teodor Corban, Tania Popa, Cerasela Iosifescu, Doru Ana
Yapımcı : Cristian Mungiu, Oleg Mutu
Görüntü Yönetmeni : Oleg Mutu
Dağıtım : Bir Film
Süre : 113 dakika

Senenin en iyi filmlerinden biri doğal olarak da bu haftanın en iyisi… Kürtajın yasal olmadığı zorlu rejim döneminde iki karakterin üzerine yoğunlaşan film, sinema öğrencileri için ders niteliğinde. Ama genel izleyicinin beğenmesini zorlaştıran birçok unsur da mevcut.

Altın Küreler Tamam, Sıra Oscarlarda!

Pazartesi, Ocak 14, 2008
65. Altın Küre ödülleri her zamanki gibi oscarlara ipucu verdi yine. Ödüllerden Oscar'a giden yol hemen hemen belli gibi. Ödüllerde hiçbir süpriz çıkmadığı ortada. Ama oscar sonuçlarının değişeceği şimdiden belli. Bu ödüller ışığında şansı yükselen muhtemel oscar tahminleri ise şöyle.

En iyi film:
Kefaret şu anda son derece güçlü aday olarak öne çıkıyor. Gösterim tarihi diğer filmlere göre daha eski olmasına rağmen altın küre ödülüyle şansını arttırdı tekrar. Onu zorlayacak tek film No Country Old Man olabilir gibi...

En İyi Yönetmen:
Hala belirsizliğini korumakta. Coenlerin alması gereken ödül için hala tam bir netlik yok. Joe Wright'da adı geçen isimler arasında. Altın küre desteğiyle Julian Schnabel de şansı yükseklerden.

En İyi Erkek Oyuncu:
Daniel Day Lewis ile Johhny Depp kıyasıya çekişmekte. George Clooney'nin şansı ise yapılacak kulise bağlı değişebilir.

En İyi Kadın Oyuncu:
Julie Christie ile Marian Cotillard arasında üyelerin zorlanacağı bir karar söz konusu. Aradan sıyrılabilmesi gereken üçüncü bir isim şu anda hala net değil, çekişme sürüyor.

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu:
Javier Bardem neredeyse şimdiden teşekkür konuşmasını hazırlayabilir. Önünde durabilecek herhangi bir isim de yok gibi. Akademinin Coen'lerin filmine soğuk bakması halinde kendini bir ödülle affettirme huyu da bir diğer etken.

En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu:
Ne olursa olsun Vanessa Redgrave'in alacağını düşünüyorum. Çok az rolü olsa da akademi üyelerinin duygusallığı en önemli artı faktör olacak gibi. Muhteşem oyunculuğuyla
senenin en iyi performanslarından birini veren Amy Ryan ise bu ödülün hakedeni olacak.

Tm bu değerlendirmeler için çok erken olduğunu belirtmekte fayda var. Oscarların en iyilere verilmediği gerçeğini göz önünde bulundurun. En iyi kulisi yapan ödülü kapar kuralı halen yürürlükte.

Ödüllerin Listesi:

Drama Dalında
En İyi Film: Kefaret (Atonement)
En İyi Kadın Oyuncu: Julie Christie (Away From Her)
En İyi Erkek Oyuncu: Daniel Day-Lewis (There Will Be Blood)

Müzikal ya da Komedi Dalında
En İyi Film: Sweeney Todd
En İyi Kadın Oyuncu: Marion Cotillard (Kaldırım Serçesi)
En İyi Erkek Oyuncu: Johnny Depp (Sweeney Todd)
En İyi Animasyon: "Ratatuy" (Ratatouille)
Yabancı Dilde En İyi Film: Kelebek ve Dalgıç (The Diving Bell And The Butterfly)
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Cate Blanchett (I'm Not There)
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Javier Bardem (No Country For Old Men)
En İyi Yönetmen: Julian Schnabel (Kelebek ve Dalgıç/The Diving Bell And The Butterfly)
En İyi Senaryo: Ethan Coen ve Joel Coen (No Country For Old Men)
En İyi Film Müziği: Dario Marianelli (Kefaret /Atonement)
En İyi Şarkı: Guaranteed (Into The Wild)

TELEVİZYON ÖDÜLLERİ
Drama Dalında
En İyi Dizi : Mad Men (AMC)
En İyi Kadın Oyuncu: Glenn Close (Damages)
En İyi Erkek Oyuncu: Jon Hamm (Mad Men)
Müzikal ya da Komedi Dalında En İyi Dizi: Extras (BBC & HBO)
En İyi Kadın Oyuncu: Tina Fey (30 Rock)
En İyi Erkek Oyuncu: David Duchovny (Californication)

MİNİ DİZİ YA DA TELEVİZYON FİLMİ ÖDÜLLERİ
En İyi Yapım: Longford (HBO)
En İyi Kadın Oyuncu: Queen Latifah (Life Support)
En İyi Erkek Oyuncu: Jim Broadbent (Longford)
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Samantha Morton (Longford)
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Jeremy Piven (Entourage)

I Know Who Killed Me: İkide Sıfır

Pazartesi, Ocak 14, 2008

Özgün bir açılış ve sağlam sahne geçişleriyle başlıyor film. Kaybolan başkarakterle birlikte kaybolmasına ramak kalıyor. Ama durumu toparlamak için kendisinin bile inanmadığı şeylere, inanmamızı istiyor. Bunda kuşkusuz ilk bölümde anlattığı öyküye inandıramamasının büyük etkisi var. Başlangıçta anlatılan öykü bir türlü sağlamlaştırılamayınca, anlatılan ikinci öyküde dizginler kopuyor.

Artık ne olsa şaşırtmıyor film. Neredeyse hiçbir işlevi olmayan anne karakteri başta olmak üzere, öyküye dahil olan ama etki yapmayan sahneleriyle de başarısız anlatımını sağlamlaştırıyor.

Lindsay Lohan başrolde başarısız olunca kendisine inanmak zorlaşıyor. İki ayrı kişilik anlatmak istiyorsanız, her an şaşırtabilirim mesajı vermek istiyorsanız vasatın üzerinde bir oyuncuya ihtiyacınız var elbet. Aradaki küçük nüansların verilmesi için sözcüklerden çok fazlasına ihtiyaç var. Elbette senaryo kötü ama var olmayan oyunculukla büsbütün dağılıyor, elde değil.

İki ayrı öykünün birbirine bağlanması da bolca mantık hatası içeriyor. Neresinden tutsanız elde kalan öykü ile ne bir gerilim yaratılabiliyor, ne işleniyor. Senaryonun boşlukları saymakla bitmeyeceği için tek tek belirtmeye gerek yok ama en önemlisi iki öyküye de dahil olan oyuncuların bile inanmamış olması ve her şeyin tepkisiz ve acele ortaya çıkması.

Genç oyuncu Lindsay Lohan yıldız kontenjanından dahil olmuş ama sinemanın Smilla’sı Julia Ormond’u böyle bir rolde görmek şaşırtıcı.

Yönetmen Christon Stevenson ise, sinemanın her alanında emek vermiş bir isim. 2005’te çıplaklık öğesini bolca kullandığı ve orta düzeyde ilgi gören korku drama “The Lost” ile çıkış yapabilmişti. Geride kalan 5 filme bakıldığında da pek ilgi çekici şeyler yok.

Tüm filmi boşa çeviren senaryonun altında ise Jeff Hammond’un imzası var. İlk senaryosu olması ise sürpriz değil.

Bir türlü kurulamayan işlenemeyen öyküsüyle, gerilimden uzak ve merak uyandırmayan basit bir film.


2007’de Sinema

Perşembe, Ocak 10, 2008
Yeni bir yıla geçmişken, geçen yılın değerlendirmesini yapmakta fayda var. Neler izledik, neleri beğendik ve uğurladık 2007’yi…

Genel olarak bakıldığında ilk göze çarpan % 20’lik izleyici düşüşü. Geçen yıla oranla daha az insan film izlemek için sinemayı tercih etti. Büyük rakamlara erişen yıldız filmler olmadı maalesef. Özellikle de Babam ve Oğlum gibi, Kurtlar Vadisi gibi sinemaya gitme alışkanlığı olmayanları bile çekecek filmler çıkmadı.

2007 yılı genel olarak, fantastik filmlerin, çizgi roman uyarlamalarının ve devam filmlerinin yılı oldu. Büyük merakla gösterime giren Shrek, Örümcek Adam, Karayip Korsanları, Testere ve Bourne serilerinin şimdilik son filmlerini izledik. Aralarından ön plana çakan önceki iki filmi aratmayan Bourne Ultimatom oldu. Devam filmleri kötü olur önyargılarını da kırarak senenin en iyi aksiyonlarından biri idi.

Roberto Rodriguez ile Tarantino ortaklığı ürünü Grindhouse projesi bizde pek değerini bulamasa da sinefillerin kucakladığı bir proje oldu. İki filmde amaçlarına ulaşıyor zevkle izleniyordu.

Yeniden çevrim harikası olarak, ilk filmin açıklarını da kapatan 3.10 to Yuma iki iyi oyuncu ile ön plana çıktı. 1957 yapımı ilk filmden 50 yıl sonra bir klasik daha da güçlendirilip karşımıza geldi.

Çizgi roman uyarlaması 300 spartalı tüm fanatiklerini memnun ederken senenin en çok izlenen filmleri arasındaydı.

Gücünü Beatles şarkılarından alan Across the Universe çok az şehirde ve sinemada gösterime girmesine rağmen izleyen herkesi mesteden filmlerdendi. 70’lerin müzikali gibi idi adeta…

Bazı filmler de uzun süre beklendi. Bunlardan en önemlisi kuşkusuz Kaynak’dı. Ölümsüzlüğün peşinden aşkın gölgesinde bir adam mükemmel müzikleri ile Kaynak da çok fazla gösterim fırsatı bulamadı.

Yine senenin sonlarına doğru gösterime giren ve oldukça uzun isimli Korkak Robert Ford’un Jesse James Suikastı Brad Pitt faktörüne rağmen pek fazla izlenmedi, izleyenlerin de ortak görüşü entel dantel buğday sahneli film oluşu idi.



Usta yönetmen David Fincher’ın bir tutkunun peşinden gittiği Zodiac seyirciyi ikiye bölse de senenin en iyilerindendi. 60 ve 70’ler cinayetler işleyen ve asla yakalanamayan Zodiac lakaplı katilinden izinden giden izleyiciyi sürekli geren film Fincher’ın da iyice ustalaştığını kanıtlıyordu.

Geçtiğimiz yıldan sarkan filmleri de anmak gerek. Gecikmeli gösterime giren ama oscarların da gazıyla daha çok ilgi görmesine sevindiğimiz iki film senenin en iyileri arasında yerini aldı. Bağımsız yapım Küçük Gün ışığım oscarlarda hakkı yenenlerdendi. Zeki bir karamizah ve mükemmel bir ironi içeren film, genç bir oyuncuyu da sinema dünyasına kazandırdı.



Bir başka usta David Cronenberg, bu sene kara film janrını değiştirerek izleyeni mest etti. Senenin en iyi filmlerinden Şark Vaatleri özellikle hamam sahnesi ile unutulmaz olacak.

Senenin kuşkusuz en iyisi Atonement-Kefaret idi. İki aşığın parçalanan hayatları mükemmel bir kurgu ile işlenerek harika bir film olarak seneye damgasını vurdu. Ama yankıları Oscarlarda devam edecek kuşkusuz.

Senenin Hollywood dışı yükselen seslerine bakıldığında göze çarpan klişelerden uzak orijinal fikirler oluyor. Büyük çoğunluğu ödüllü olarak gösterime giren filmlerden öne çıkanlarda şunlar oldu.

Balkanlar’dan acı dolu bir ana-kız öyküsü Esmanın Sırrı, Çizgi roman uyarlaması karakalem çizgileriyle saf sinema örneği Persepolis, yıllardır çekilemez denen bir başyapıtı sinemaya kazandıran Tom Tykwer’in ustalığının kanıtı Koku en çok ön plana çıkanlardı.

Uzakdoğu sineması elbette boş durmadı. Yine ince mizah barındıran ironik film harikası Yaratık, Ang Lee ustanın cinselliği yoğun kullandığı Dikkat Şehvet izleyenleri memnun etti.

2006 yapımı mükemmel film Pan’ın Labirenti geç tanıştığımız nimetlerdendi. Özgün film denince seneye damgasını dev harflerle damgasını vuran film yönetmenin yarattığı muhteşem atmosferi ile izleyenleri büyüledi. Beklide senenin birden fazla izlenecek ender filmlerindendi.

Oscar’lı Başkalarının Hayatı, sene içinde yitirdiğimiz oyuncu Ulrich Mühe’nin harika performansı ile ön plana çıkanlardandı. Berlin duvarının yıkılmasından öncesini anlatan filmler gelmeye devam ediyor.

Hollywood’dan iyi filmler, başyapıtlar çok çıkmadığı gibi özgün işler de göremedik. Genelde klişelere dayanan senaryolarla karşılaştık. Özgün senaryo sıkıntısı çeken sektör birde senarist grevinin gölgesinde seneye kötü bir giriş yaptı.

2007’de en çok dikkat çeken ve onların yılı oldu denebilecek üç isim vardı. Özellikle Transformersla çıkış yakalayan genç oyuncu Shia Labeouf, üç filmiyle dolu bir yıl geçiren Sienna Miller ve Kefaret ile dikkatleri çeken James McAvoy..

Sinema açısından bir iki notu da belirtmekte fayda var. Martin Scorsese’in sonunda Oscar alabildiği yıldı. Olamaz, kötüdür sesleri ile karşılanan Rocky 6 ile Slyvester Stallone dostu düşmanı çatlattı. İlerleyen yaşına rağmen iyi bir film yaparak Rambo 4 için özgüven tazelemiş de oldu.



Kendi ilk üçümü vererek değerlendirmemi bitireyim…
3. Fountain - Kaynak
2. Eastern Promises - Şark Vaatleri
1. Atonement - Kefaret


Sinemalife 2007’nin En İyi 10 Filmini Seçti!..

Perşembe, Ocak 10, 2008

Türkiye’nin ilk online sinema dergisi sinemalife.com’un Ocak sayısı çıktı. 2007’nin en iyi 10 filmini okurlarıyla birlikte sinemaseverler için seçen sinemalife.com sürpriz yapıyor ve dvd ödüllü yarışma sayfasını ikiye çıkartıyor. Yeni yılda usta oyuncuların yer aldığı Amerikan Gangasteri’ni kapağına taşıyan sinemalife.com filmin oyuncularından Denzel Washington’a da zoom yapıyor. Vizyondakileri, sinema haberlerini, pek yakında beyazperde de gösterilecek filmleri sinemalife.com’dan öğrenebileceksiniz. Kült köşesinde ‘İyi Kötü ve Çirkin’ replik de ise unutulmayan film, ‘Esaretin Bedeli’ni bulabilecek sinemaseverler. Yeni çıkan dvd’lerin tanıtımının da yer aldığı dergide okuyuculardan gelen film yorumlarına da yer veriliyor. www.sinemalife.com ‘u tıklayın ve sayfayı çevirin.

Sinema sektöründeki dergilerin ülkemizdeki satışlarının maalesef pek iyi olmaması, sinemaya giden insanların dergi almak yerine bir filme daha gitme tercihi bunların üzerine yaygın dağıtımda 4 dergi olması tabloyu değiştiriyor. Sinema izleyicilerinin dergi okumalarında fayda var. Artık ona bütçe ayıramıyorum diyenler için bahane kalmadı. İçeriği ve okuma kolaylığı ile bende yeni keşfettim ama sıkı takipçisiyim artık.

Sinemalife dergisi ekibine sonsuz teşekkürler...

Eurovision Yolunda Mor Ötesi Renkler...

Perşembe, Ocak 10, 2008
Geçtiğimiz günlerde Eurovision temsilcimizi seçip basına tanıttık. Bir beste yarışmasına yapılan seçimin, ortada olmayan beste üzerinden isim veya gruba dayanması oldukça tartışıldı.

Sertab Erener’in birinciliği ile başlayan yeni süreçte, eskiden olduğu gibi ön yarışma değil, seçilen isme dayanıyor artık her şey. Bu süreçte de buyurun siz gidin ne yaparsanız yapın birinci olun gelin mantığına dayanması yıllardır bu yarışmaya emek veren insanları kızdırıyor haliyle. Bir beste yarışmasına beste değil isim seçmek hiçbir mantığa sığmıyor.

Müzik dünyasına Abba dışında hiçbir katkısı olmayan yarışmayı zaman geçtikçe daha fazla önemsiyoruz galiba. Giderek yarışmaya yolladığımız isimler kendi starlarımız oluyor. Dünyadaki örneklere baktığımızda hiçbir ülke bizim kadar hırslı değil ne yazık ki.

Son yarışma trendinde rock müziğin ön plana çıkması daha da enteresan bir boyuta taşıdı süreci. Muhtemelen seçici kişiler çok aykırı olmayan bir örnek aradılar. Ve sonunda buldukları isim de yepyeni bir tartışmayı beraberinde getirdi.

Mor ve Ötesi’nin seçilmesi kendi fanları arasına büyük etki yarattı.

Temelleri Alman Lisesi’ne dayanan grup, ilk albümleri ile son derece amatör bir hava yakalamış ama küçük de olsa bir kitlenin dikkatini çekmişti. Uzak kalan kitle zengin çocukları işte ne olacak tavrı içerisindeydi. 1996 yılının ilginç keşiflerinden biri olan “şehir” adlı albümle yarattıkları sound daha çok brit-rock ve grunge müziğinin takipçilerini sevindirmiş onlar için ilginç bir örnek olmuştu. Bu tarz müziğin ülkemizdeki ilk örneği olması dolayısı ile de minik bir öncü durumu oluşuyordu grubun üstünde.

Eleman değişiklikleri ile bugünkü kadrosunu kurarak yarattıkları ikinci albüm 1999 yılında “bırak zaman aksın” adı ile raflarda yerini alırken daha profesyonel bir hava ile artık olmuşlar dedirtiyordu. Arka arkaya gelen konserle kendi kitlesini genişleten grup, 2001 yılı albümü “Gül Kendine” ile yepyeni bir yola girdiğini göstermeye başlamıştı. Özenli kapak çalışması ile daha profesyonel olmuşlardı. Artık bir söylemleri de vardı. Net bir şekilde sol görüşe sahip olduklarını söylüyor ve hiçbir şeyden çekinmiyorlardı. Çeşitli programlarda bu görüşlerini dile getirerek kendi kuşaklarının sözcüsü kimliğine aday olduklarını da gösterdiler.

2004 yılı her anlamda onların yılıydı. Türk Rock tarihinin en iyi albümlerinden biri olan “Dünya Yalan Söylüyor” ile kendi kitlelerini de aşıp, herkese seslendikleri albüm oldu. Tam anlamıyla gelişimini tamamlamış olgunlaşmış bir grup olmuşlardı. Albümün kapağı ve içeriği ile protest sözleri tüm söylemleri ile “mor ve ötesi” duruşu oluşmuştu. Konserlerinde arkalarındaki ekranda akan görüntüler ile hiçbir şeyi boş geçmiyorlardı. Grup adeta vites büyütmüştü. Coca-cola etkinliği olduğu için karşı çıktıkları “Rock’n’Coke” festivaline rakip olan “Barışarcok” konserinde yar almaları ile her alanda görüşlerini bildirmelerini eylemleri ile destekliyorlardı. Kimse grubun samimiyetinden şüphe etmiyordu.

2006 yılı albümü “Büyük düşler” ile pek başarılı olmayan bir albüme imza attılar. Büyük albüm sonrası travmasını onlarda yaşadılar. Ama duruşları değişmemişti.

İşte her şeyin ortasında gelen Eurovision yarışmasına katılma olayı 12 yıllık grubun sahip olduğu duruşa neredeyse ihanet gibi duruyor.

Popüler olana içi boş tanımlamasını getiren kitleye ait bir grubun tüm popülerliğine rağmen içi boş bir yarışmaya seçilmiş olması herkesi hayrete düşürüyor.

Beklenen grubun bir basın açıklaması ile katılmayacağını açıklaması iken tüm o duruşa zıt tavırlarla kabul etmeleri şaşkınlıkla karşılandı.

Grubun yarışmada alacağı derecenin artık hiçbir önemi yok. 5 albümle yarattıkları her şeyi ellerinin tersiyle itmeleri, tüm o süreçte yarattıkları söylemlerin samimi olmadığı kuşkusu doğurdukları fanları her şeyi korku filmi edası ile izliyor. Bunun son albümün adı gibi büyük düş olduğunu varsayıp, uyanmayı bekliyorlar.

Bordertown: Üçüncü Dünya Ülkesine Bir Ayna

Perşembe, Ocak 10, 2008

Mersin Cinemall bu hafta bizi bir hayli eskilere götürdü. Eylül ayında gösterime girmiş bir filmi aylar sonra görmek enteresan bir durum. Üstelik filmin dvdsi de çıkmış durumda. Piyasada kolaylıkla bulunabilecek bir filmin gösterime girmesi enteresan geldi doğrusu. Zaten gişesi de oldukça düşük olan bir filmin bol seçenekli bir haftada pek de şansı yok.

Amerika sınırındaki bir Meksika şehrinde çalışan kadınların iş sonrası tecavüze uğrayıp öldürülmesi üzerine, olayı araştırmak üzere bölgeye giden kadın gazeteci ve eski çalışma arkadaşının ortaklaşa araştırması üzerine giden bir film Sınır Ötesi.

Öldü sanılarak bırakılan kadının sayesinde adım adım ilerleyen film, klasik bir üçüncü dünya ülkesi tablosu çıkartıyor.

Kanlı Elmas ve Arka Bahçe filmleri gibi olayın ucundaki tabloda benzer aslında. Batılı bakış açısı ile benzer ülkelere bakıldığında sonuç pek değişmiyor zaten. Ana sorun hep aynı görünüyor. Yine tüm bu filmlerin ortak özelliği serbest ticaret anlaşmaları, hükümetlerin parmağı, çok uluslu şirketler başta olmak üzere oluşan büyük çark. Ama filmlerin hiçbiri bu çarkı hedef gösteremiyor, ilerleme kaydedemiyor. Kanlı Elmas iyi bir film olmasına rağmen cesur davranamamış sadece maşaları göstermekle yetinmişti.

Sınır Ötesi de bundan nasibini alıyor. Yaşanmış bir olayı perdeye yansıtarak sadece olaylara ayna olabiliyor.

Bir film gibi değil de sanki yarı belgesel havasında minik bir televizyon filmi gibi yer yer sıkan, temposu düşen bir film, Biraz daha büyük düşünülse ses getirebilecekken, daha az bağırmayı tercih etmiş yönetmen, daha mütevazi bir yapım olmuş.Meksikalı kadınlara hiç faydası olmayacak bir film nihayetinde ama gene de olayları gözler önüne seriyor.

Death at a Funeral: Aile Sırları Cenazede Açılınca

Çarşamba, Ocak 09, 2008

Muppet showlarla başarı kazanan ama yönetmenliği beğenilmeyen Frank Oz iş başında. The Score filminde Marlon Brando’nun aşağıladığı, kendi sahnelerini çekmesine izin vermediği Oz ne yapsa sinema sektörüne yaranamayan bir isim.

Oldukça hoş bir jenerikle açtığı filmi, basit bir öyküyü ince ince ve temposu düşmeden basit bir şekilde anlatıyor bu kez.

Daha en başından öykünün temel malzemelerini izleyerek neyle karşı karşıya olduğumuzu belli ediyor. Seyircinin her şeyi kafasında kurmasını ve bunlar ortaya çıktıkça zevk almasını sağlayarak yerinde bir tercih yapıyor.

Aslında ortada olağanüstü bir öykü yok. Sinema için gayet basit bir öykü, klişeler yardımıyla işleniyor. Ama Oz, öyküyü anlatırken seyircinin tüm keyfi çıkarmasını istiyor. İzlerken on Dakka sonra neler olacağını tahmin eden izleyici de kendini bırakıp gülmeye başlıyor.

En büyük eksisi hiç sonuca götürmediği yan öykücüklere soyunması aslında. İki kardeş arasında yarattığı rekabeti öylece bırakıyor, sonuçlandırmıyor mesela…

Babalarının cenaze töreninde sükuneti sağlayan iki kardeş, umulmadık sürpriz karşısında çığrından çıkıyor. Kontrolden çıkan karakterlerinde yardımıyla keyifli bir komedi halini alıyor.

Merkezdeki karakterini eşcinsel ilan etmekten çekinmeyen yapısı içerisinde de her durumdan faydalanıyor. Klasik İngiliz oyunculuğunun yarattığı tavırla da seviyesini koruyan film bir başyapıt değil elbet ama son derece keyifli bir komedi.İki kelimeyle özetlemek gerekirse, son derece sağlam bir senaryoya sahip keyifle izlenen bir komedi var karşınızda. Özellikle kötürüm yaşlı adamın dahil olduğu sahnelere dikkat.

Shoot 'em Up: İzlenmeli mi, Oynanmalı mı?

Cuma, Ocak 04, 2008

Bankta sakin sakin oturan Smith, havuç yiyor... Yanından geçen hamile kadının peşinden gelen araba ve adamın kovalamacası ile olayların içine dalan smith neredeyse hiç bitmeyecek bir kovalamacanın içine ebelik yaparak dalıyor.

Tamamen oyun fonunda ilerleyen "Hepsini Vur" hiçbir dramatik yapıya ihtiyaç duymadan, bu iyi bu kötü diyerek herkesi birbirine kırdırıyor.

İzlerken taraf tutmakta yersiz, zira her dakika patlayan silahlardan ve öyküdeki eksiklerden dolayı hepsi boş.

Max Payne ile başlayan görsel dozu yüksek oyunlara olan yoğun ilginin etkisi ile kotarıldığı belli olan film, belki birazda "Tetikçi/Crank"nin gördüğü ilgiden faydalanmış olabilir. Ama hiç olmazsa tetikçide sağlam bir dramatik yapı mevcuttu. Artık günümüzde kendi kitlesini oluşturan oyunlar bile sağlam bir daramatik yapıya sahipken, filmin neredeyse soru sormayın, düşünmeyin, izleyin, bakın zaten her dakika silahlar patlıyor; sıkılmazsınız zihniyeti filmi sıradanlaştırıyor. Zaten heyecan vermeye başlasa bile kendini tekrar etmesi yüzünden akıcılığını yitiren film, biter bitmez unutulmaya mahkum görünüyor.

Hitman, Max Payne ve benzeri oyunları oynamayı sevenleri cezbedecek bu vasat filmde, üç ünlü oyuncunun neden yeraldığı ise merak konusu. Özellikle Monica Belluci'nin işlevsizliği son derece düşündürücü oluyor...

Önce filmin, biter bitmez de oyunların başına...


 
Designed by OddThemes & Distributed by Free Blogger Template