♫ ♪♫ ♪•♫♪ 2006'dan bu yana Film, Dizi, Müzik ve Kitaplar üzerine Yazılar Diyarı... ♫ ♪♫ ♪ ♫ ♪♫

Tekin Yayınevi’nden Şubat Yenileri

Pazartesi, Şubat 29, 2016
Tekin Yayınevi Şubat ayını beşi yeni biri yeniden baskı altı kitapla karşılıyor. Yalçın Küçük’ün kendine, yazarlara ve aydınlara bakışı “Tenkit”, Orhan Gazi Ertekin’in günümüzün en önemli mücadelelerinden birini anlattığı “Yargı ve İktidar Oyunları”, Stefan Zweig’in denemeler toplamı “Buluşmalar”, Tanzimat sonrası dönemin en önemli kalemlerinden Ahmet Mithat gezi klasiği “Sayyâdâne Bir Cevelân” ve emek sömürüsüne karşı başkaldırma çağrısı yapan “Boşbeleş Çalış-ma” ayın yeni kitapları. Gezi direnişi sonrası önemi iyice artan meseleye dair ufuk açıcı kitap “Mekân Meselesi” ise ikinci baskısıyla raflarda.


Tenkit / Yalçın Küçük
“Kendimi ya da türümü tenkit ile başlayabilir miyim, Fakir Baykurt ve diyelim Kemal Tahir'i tenkit ediyorduk, yazdıklarında estetiği kıt buluyorduk. Güzel ve hâlâ oradayız, hâlâ kıt sayıyoruz ancak her ikisi de ellili ve altmışlı yıllarda ve yetmişli yılları da katabiliriz, Türkler'de kitap okumayı bir alışkanlık haline getirdiler. Eğer bu Türkler'in okumuşları otuz yıl boyunca evlerinde her akşam kitap okumuşlarsa, kitap okumayı bir yaşam biçimi yapmışlarsa, bunu öncelikle Tahir ve Fakir'e borçluyuz. 

Avrupai insan ilişkilerini, aşkın zorluklarını, modern olmayı Halit Ziya'dan öğrendim, Reşat Nuri'nin Yeşil Gece'si, bana neler vermedi ki, gericiliği gördüm, isyan eden şairi Tevfik Fikret'te buldum, Mehmet Rauf 'un Eylül'ünü çok sevdim ve eğer ben bugünkü gördüğünüz insan isem, benziyorsam, bunu Halit Ziya'ya, Reşat Nuri'ye, Tevfik Fikret'e, Rauf 'a ve diğer büyük yazarlarımıza borçluyum. Daha açığı, işte bu yazarlarımızı okuyarak ben oldum. Çalışma dairemde hep elimin ucundadırlar ve ah! zamanım olsa da Halit Ziya'nın Mai ve Siyah'ını yine okusam; Halit Ziya Fransız görgüsü aldı ve bize aşıladılar. Peki bu "aşılamak" sözü bir eleştiri mi; eğer eleştiri değilse, hiçbir şey değildir. Bizi aşılayarak yaptılar ve Türk vücudumuzu Türkleştirdiler.”

Tenkit, eleştiri, kendine ve gerçeğe cesaretle bakabilenlerin işidir. Yalçın Küçük bu kitabında kendine, yazarlarımıza ve aydınımıza materyalist bir gözle, severek ve eleştirerek bakmaktadır.

Tenkit, köhnemiş dünya için yıkıcıdır ve yeni bir dünya için yapıcıdır. Yeni bir dünya için arayış ve aydınlanma sürecinde eleştiri verimli bir düşünme yoludur. 

Yalçın Küçük’ün “Tenkit” kitabındaki incelemeler, donmuş hurafeleri, fetişleşmiş düşünceleri altüst ediyor; yeni bir aydın, yeni bir insan ve yeni bir dünyanın kavgasını veriyor.
368 Sayfa, 25,00 TL


Yargı ve İktidar Oyunları / Orhan Gazi Ertekin
Bugün hukuk ve yargı yanlış yerlerde aranmaktadır. Hukuk ve yargı yaşadığımız süreçlerin içinde değildir. Olsa olsa sonunda, hangi politik güç veya güçlerin kazanacağına bağlı olarak içinde bulunduğumuz mücadeleler sürecinin sonunda ortaya çıkacaktır. Dolayısıyla, bugün, hukuk ve yargının içinde değiliz. Dışındayız. Ve hepimiz bir hukuk ve yargı mücadelesi veriyoruz. İktidar savaşı belirli dengeler oluşturularak sona erdiğinde nasıl bir hukuk ve yargı olacağını göreceğiz. Tam da bu nedenle gerçek bir yargı için ön tartışmalar yapmaya başlamamız gerekiyor.

Sıradan sayıklamaların, klişelerin, boş inançların derin bir düşünce, güçlü kanaatler ve ülküler olarak mevki kazandığı bir gelenek bizi sadece kaba bir cehalete ve gülünç bir diyaloglar dünyasına mahkûm ediyor. 

Artık yeni sorular sormalı ve yeni cevaplar bulmalıyız. 

Demokrat Yargı Derneği Eşbaşkanı Orhan Gazi Ertekin, adalet arayışının hiç bitmediği bu topraklarda ilhamını Şeyh Bedreddin’in ilke, umut ve mücadele birikiminden alarak, özgürleştirici, eşitlikçi, yerli ve küresel adalet arayışları temelinde bir kültürün yerleşmesi için yapılması gerekenleri anlatıyor. 

İktidarın memuru olmayı reddederek yargının konumu, hukukun gerçek anlamını bulması, sınıfsal nüfuz güçlerinden bağımsız olması noktalarında yeni bir mücadele alanı inşa ediyor.
232 Sayfa, 17,00 TL


Buluşmalar / Stefan Zweig
“Dostlarım bana yıllardır, çeşitli konular üzerine düşüncelerimi kaleme aldığım denemeleri bir kitapta toplamamı ısrarla söyleyip duruyordu. 

Bu yazılar gençliğimde beni yüreklendirmiş olayların, mutluluğun, kazancın ve deneyimlerin birikimidir. İnsanlarla, kentlerle, kitaplarla, resimlerle ve müzikle buluşmalardan kalanlardır. Kimi zaman kişiyi coşturan, kimi zaman ise aklını başına getiren anlardır.”

Stefan Zweig, Buluşmalar’da modernitenin sancılarından, Rus işçilerinden, Rio sokaklarından, Amerikalılaşan Paris’ten, Parisleşen Viyana’dan, tekdüze hale gelen dünyadan, yaldızları dökülmüş, çelik rengini almış yüce geleneklerden, patlayan savaşlardan, bir fısıltı halinde söylenen benlik kavgalarından bahsederek sizi bir karar almaya zorluyor: Her şeye rağmen, insanı kurtarır mıydınız?
Gençliğinde Zweig’ı yüreklendirmiş olayların, mutluluklarının ve tecrübelerinin toplamı olan Buluşmalar’da anlatılan yazarları delicesine okumak, kentleri milim milim turlamak, yağmurlu bir günde o çok sevdiğiniz dostunuzla dertleşmek gibi…
280 Sayfa, 14,00 TL


Sayyâdâne Bir Cevelân - İstanbul Çevresinde Bir Av Gezintisi / Ahmet Mithat
"Keyfim" Kız Kulesi'nden Marmara'ya doğru açılır açılmaz denizin gözlerimizin önünde seriliveren genişliği ile içimizi dolduran zevki sessizlikle geçirmek mümkün müdür? Gerek romanlarımızda, gerek seyahatlerimizde böyle İstanbul'dan Marmara'ya çıkışı, birçok defa tasvir etmiş isek de her defasında başka türlü gözlemler ve bu yüzden de başka türlü duygular ortaya çıktığından bu defaki tasvirler daha öncekilere benzetilemez.

Evet! Boğaziçi de pek güzeldir. Bunu kim inkar edebilir? Hele Boğaziçi'ni ilk defa görenler şaşkınlıklarından bayılacak derecelere gelirler. İstanbullulardan bile uzun süre Boğaziçi'ni görmemiş olanlar, ona kavuşuverince solumaya başladıkları o serin ve temiz havaya doyamıyorlarmış gibi sık sık, büyük büyük, bol bol nefes almaya başlarlar. 

Tanzimat'tan sonra başlayan halkı eğitme, halkın kültür düzeyini yükseltme uğraşının en önemli sanatçılarından biri olan Ahmet Mithat Efendi, Sayyadane Bir Cevelan'da gezi edebiyatımızın ilk ve önemli örneklerinden birini vermiştir.

Ahmet Mithat Efendi, dostları İzzet Paşa, Müfit Paşa, Nahit ve Eşref beylerle birlikte, Beykoz’dan başlayarak İzmit Körfezi’ne kadar uzanan bir deniz seyahati için Keyfim adlı kotrayla yola çıkarlar. Tavşancıl taraflarında karaya çıkarak keklik ve bıldırcın avlayacak, bu seyahat için bazı külfetleri göze alacaklardır. 

Dört gün süren bu yolculuk, bütün ayrıntılarıyla ve eğlenceli bir dille anlatılırken, tarihi bilgilerle, efsanelerle süslenerek ilgi çekici bir üslupla aktarılmıştır.
128 Sayfa, 10,00 TL


Boşbeleş Çalış-ma / prole.info
Bu kitabın yazarı sensin.

Bu kitabın yazarı benim. 

Sen, ben, yan sokaktaki lokantada yirmi küsur bardağı düşürmeden taşımaya çalışan garson, elinde bir bezle, şefinin bakışları altında, boşalan her masaya hiç vakit kaybetmeden koşturan komi, müşterisinin kibir saçan uyuz bakışları karşısında kahveye tükürmemek için kendisini zor tutan barista, harçlığını çıkarmak eli ojeli, saçı permalı akranlarına her öğleden sonra hizmet eden garson kız… Bizler mülksüzüz. Bizler kazandığımız parayla kendimize ait vintage kafeler, vejetaryen restoranlar açamayacağız. Butik otellerimiz olmayacak. Sahip olduğumuz tek sermaye alın terimiz. Satabileceğimiz tek şey zamanımız. Bizler çalışmak zorunda bırakılanlarız. Toplum, bizim emeğimiz üzerinde yükseliyor.

Biz işçilerin emeği ve kanı üzerinde!
96 Sayfa, 14,00 TL


Mekân Meselesi / Kolektif
Yaşadığı mekân üzerinde hak iddia etmek ve gerektiği durumlarda bu mekânda direnişe geçmek, muhtemelen insanlık tarihi kadar eski. Her ne amaçla yapılırsa yapılsın, siyaset her daim bir mekâna ihtiyaç duyar. Doğrudan mekânı talep etmeseniz bile, o mekân üzerinde hareket eder, mücadelenizin insan kaynağını ve araçlarını büyük ölçüde o mekândan devşirirsiniz. 

Haziran İsyanı, mekân eksenli siyaset üzerine oldukça verimli bir tartışma ve kavramsallaştırma zemini kurması bakımından hayırlı oldu. Öncesinde daha çok akademik ilgiye mazhar olan ya da ekoloji üzerine kafa yoran aktivistlerin yorulmaksızın vurgu yaptığı sosyomekânsal praksis biçimleri, İsyan'la birlikte ete kemiğe bürünüp gündelik sohbetlerimizin konusu haline geldi.

“Mekân Meselesi”, mekân siyaseti üzerine yürüyen tartışmalara kuramsal ve pratik bir katkı koymak adına bu mesele üzerine kafa yoran başlıca düşünürlerin tartışmalarını bir araya getiriyor. Kaldırımların altındaki kumsala doğru bir adım daha atabilmek için...
176 Sayfa, 18,00 TL



Circle : Yargılarımızın Çemberi Çok Dar

Pazar, Şubat 28, 2016
Olur da bir gün biri çıkıp insanlık tarihini yazacak olsa ikibinli yıllara başlık olarak “gerileme”yi seçer galiba. Teknolojik gelişmelerin tavan yaptığı ve internetin hayatımıza girdiği yıllar, herkesi birbirine yaklaştırdı ama bu sonsuz entegrasyonda aynı hızla irtifa kaybediyoruz. Her an herkese ulaşabiliyor, her konuda fikrimizi anında büyük bir kalabalığa ulaştırabiliyoruz. Bu yeni dünyanın mottosunu önceden haber almıştık aslında. Andy Warhol’un “Herkes bir gün 15 dakikalığına ünlü olacak” dediği günleri yaşıyoruz. Duygu ve düşüncelerin menkul kıymet gibi kendi borsasında anlık değişimler gösterdiği günlerde en çok yarayı da “insanlık” alıyor. Aynı dili konuşsak da aynı dille konuşmuyoruz. Anlamak istemiyoruz karşımızdakini. Bencilliğe özendiren, saygısızlığı körükleyen bu yeni dünyada her şeyi o kadar aşırı bir hızla tüketiyoruz ki değer yargılarımız da bundan nasibini alıyor. Birbirimize ne kadar yakınsak o kadar uzağız. Birebir iletişime “merhaba”larla başlamıyoruz, “siz”lerle başlamıyoruz. İlk cümleden önce görüneni yargılıyor ve kesip biçmek üzere giriyoruz söze. İnsan aslında yazıldığı gibi okunur ama öyle değil artık. Hızla irtifa kaybeden değer yargılarımızın çemberi de günden güne daralıyor. 

İtirazı olanları kısa bir teste tabi tutalım. Karanlık bir odada uyandığınızı düşünün. Bir kalabalığın içindesiniz. Her dil, din ve ırktan insanların oluşturduğu bir çemberin arasındanız. Çemberin merkezinde de bir cihaz var. Bu cihaz iki dakikada bir tamamen rastlantısal şekilde birini öldürüyor. Tabi eğer siz seçmezseniz. İletişim kurup her şeyi anlamaya çalışırken bir de kimin öleceğini kararlaştıracaksınız. Grup psikolojisinin faktörleri de devreye girdiğinde ilk kimleri gözden çıkarırsınız? Yaşlıları, engellileri, çocukları, asyalısı, avrupalısı, başörtülü müslümanı, pederi, yahudisi, hamile kadını ile seçeneği bol toplulukta seçiminiz ne olur? Topluğu hangisi için ikna etmeye çalışırsınız? İsterseniz cevap vermeyin. Zira bu testin yapılmışı var.

2015 yapımı küçük bütçeli bir film “Circle”. Bir ilk film aynı zamanda... Aaron Hann ve Mario Miscione birlikte yazmış ve yönetmiş. Bol oyuncuyla tek mekanda kotarmışlar. En bilinen ismi Julie Benz olan kadronun rol dağılımı da eşit. Haliyle filmin yıldızı da konusu... En büyük esin kaynağımız “12 Angry Men” demişler ve atmosfer için de “Cube” serisini dillendirmişler. Öncüllerinden el alan filmi başka örneklerle de bağlantılandırmak mümkün. Psikolojik ve sosyolojik deneylerin beyazperdeye taşındığına sıkça şahit olmuştuk. Hepsinde insanlığımızla, değer yargılarımızla yüzleşmiştik. Circle da bu yolun yolcusu ve hiç korkak davranmıyor. İzleyicinin yapmaktan korktuğu seçimleri yapıyor. Nedenleri elinin tersiyle iterek gözünü açan topluluğa kim yaşasın kim ölsün seçimini yaptırarak ilerliyor. Sonunda ne olacağını da hiç çaktırmadan üstelik... Tempoyu ve heyecanı hiç düşürmüyor. Elbette değer yargılarımız var başrolde. Yargılarımızın ne kadar basit olduğunu iki dakikada bir gösteriyor. Hepimizden bir parçası var filmin, evrenseli yakalıyor ve anlıyoruz ki çok ıssısız. 87 dakikaya sığacak kadar... 


Kadir Aydemir'den Yeni Öykü Kitabı : Ay Yağmurları

Cuma, Şubat 26, 2016
Bir ağaç köklerini unutabilir mi? Hayır, kazanan sen değilsin asla. Yalnızlık elinde bir bıçakla gelir ve kendini hissettirir. Metali anlarsın. Perdeye sürtünen hafif bir rüzgâr gibidir zaman. Her şey bir anda olur. Sokağın ortasında tek başına kalırsın. Biçimsiz evlerin kör gözleri, çöp kutusu, kediler, yalnızlık ve sen. Kanlar içindesin!

Kadir Aydemir, yazmaya şiirle başlayan bir yazar. 1997 yılında projelendirdiği Yitik Ülke, önce bir web sitesine, sonra bir edebiyat dergisine, 2006 yılında da Yitik Ülke adıyla bir yayınevine dönüştü. Yitik Ülke Yayınları, bugün Türk edebiyatının genç ve yetenekli yazarlarını bir araya getiren dinamik ve güçlü bir oluşum. Aydemir'in daha önce Almancaya da çevrilip basılan “Aşksız Gölgeler” ve “Sonsuz Unutuş” adlı iki öykü kitabı daha yayımlanmıştı. Yazar, yeni öykü kitabı “Ay Yağmurları”nda birbirine karışan izleri, iki insanın tanışmasıyla ayrıldıkları an arasına sıkışan zamanı, ölümle yaşamın buluştuğu rüyaları ve insanın acısıyla doğanın hissettiği acıyı dile getirip adeta iz sürüyor… Zamanla hiçbir şeyi “unutmayan”ların ve zehirli düşlerin anlık öyküleri var “Ay Yağmurları”nda. Kadir Aydemir, şiirsel ve güçlü bir dille ustaca kaleme aldığı yeni öykülerinde az sözcükle çok şeyin anlatılabildiğini kanıtlıyor okura. Edebiyatı seven herkes için büyülü metinlerle dolu özel bir kitap.

“Ay Yağmurları”, Kadir Aydemir, Öykü, Yitik Ülke Yayınları, Şubat 2016, 100 sf, 13 TL

Yeni Tanışlar İçin Kadir Aydemir
1977'de İstanbul'da doğdu. Aslen Ardahanlı. Fener Bahçe Lisesi mezunu (1995). Üniversitede bir süre İşletme okudu, daha sonra Halkla İlişkiler eğitimi aldı. İlk şiirleri Şiir-Oku dergisinde yayımlandı. Şiirleri ve yazılarıyla daha sonraları pek çok dergi ve gazetede imzasına rastlandı. 1997'den 2003'e dek Başka Şiir Dergisi'ni 11 sayı çıkarttı. 2000 yılından beri, kurucusu olduğu Yitik Ülke (www.yitikulke.com) edebiyat sitesinin editörlüğünü yapıyor. 2005'in sonlarında "Gölü Emen Mektup" adlı kitabı Azerbaycan'da Azerice dilinde; 2013'te "Aşksız Gölgeler" adlı öykü kitabı Almancaya çevrilerek Almanya'da Binooki Verlag tarafından yayımlandı. Yazdıkları İngilizce, Fransızca, Almanca, Ermenice, Azerice, Bulgarca, Japonca, Rusça, Uygurca, Rumence gibi dillere çevrildi. Şiirin yanında öyküler ve düzyazılar da yazıyor. Yannis Ritsos ve Pablo Neruda hayranı. Türkçede bir ilk olan Haikum adlı haiku şiir dergisini 3 sayı çıkarttı. Cunda Öyküleri, Ekşi Öyküler, Bozcaada Öyküleri, Olimpos Öyküleri, 80'lerde Çocuk Olmak, 90'lar Kitabı, Tuhaf Alışkanlıklar Kitabı, Mutsuz Aşk Vardır, Yitik Öykü adlı kitapları projelendirip yayına hazırladı. "Uluslararası PEN Yazarlar Derneği" ve "Edebiyatçılar Derneği" üyesi de olan Kadir Aydemir, Yitik Ülke Yayınları'nın kurucusu ve genel yayın yönetmenidir. (www.yitikulkeyayinlari.com) Editörlük ve yayıncılık yapan yazar, İstanbul'da yaşıyor ve yazmaya devam ediyor.

KİTAPLARI
Sessizliğin Bekçisi (Haiku şiirleri, 2002, Hera Şiir Kitaplığı)
Dikenler Sarayı (Şiirler, 2003, Eti Yayınları - 2. Baskı Mart 2013)
Aşksız Gölgeler (Öyküler, 2007, Yitik Ülke Yayınları - 2. Baskı Şubat 2013)
Rüzgârla Saklı (Aşk şiirleri, 2007, Yitik Ülke Yayınları)
Sonsuz Unutuş (Kısa öyküler, 2012, Yitik Ülke Yayınları)
Soğuk Yazgı (Şiirler, 2014, Yitik Ülke Yayınları) 
Ay Yağmurları (Öyküler, 2016, Yitik Ülke Yayınları)

HAZIRLADIĞI KİTAPLAR
Cunda Öyküleri (Hazırlayan, Eylül 2006, Yitik Ülke Yayınları)
Ekşi Sözlük Yazarlarından Ekşi Öyküler (Hazırlayan, 2007, Yitik Ülke Yayınları)
Bozcaada Öyküleri (Hazırlayan, 2009, Yitik Ülke Yayınları)
Olimpos Öyküleri (Hazırlayan, Eylül 2010, Yitik Ülke Yayınları)
80'lerde Çocuk Olmak (Hazırlayan, Kasım 2010, Yitik Ülke Yayınları)
90'lar Kitabı (Hazırlayan, Ocak 2012, Yitik Ülke Yayınları)
Tuhaf Alışkanlıklar Kitabı (Hazırlayan, Kasım 2012, Yitik Ülke Yayınları)
Mutsuz Aşk Vardır (Hazırlayan, 2014, Yitik Ülke Yayınları)
Yitik Öykü (Hazırlayan, 2014, Yitik Ülke Yayınları)


İki Aylık Edebiyat Dergisi Çevrimdışı İstanbul İlk Sayısıyla Kitapçılarda!

Perşembe, Şubat 25, 2016
Çevrimdışı İstanbul yayın hayatına Mart 2016’da başlıyor. Yayın kurulu Efe Duyan, Gonca Özmen, Gökçenur Ç., Kadir Aydemir, Melike İnci, Selahattin Yolgiden, Vildan Bizer ve Zerrin Yılmaz’dan oluşuyor. Dergi kare kod uygulaması ile yazarların metinlerinin yanı sıra seslerini ve görüntülerini de okura ulaştırmayı amaçlıyor. 

İki aylık edebiyat dergisi Çevrimdışı İstanbul’un ilk sayısında iki dosya konusu yer alıyor. Birinci dosya konusu olan 'Bellek ve Edebiyat’ta Mediha Göbenli, Bellek ve Hatırlayan Bilinç; Shohana Akter, Belleğin, Amnezinin ve Büyülü Gerçekliğin İzinde; David Baber, Belleğin Bir Geleceği Var mı?, Melike İnci, Bellekten Bir Söyleşi; Matthias Göritz, Arkaya Bakmak Üzerine Belleğin Politikaları ve Poetikası ve Lâl Hitay, Animal Triste ile yer alıyor. Ayrıca dosyaya, pek çok edebiyatçımızın ilk anılarını anlattığı bir soruşturma eşlik ediyor. 

Necatigil dosyasında ise Ayşe Sarısayın Necatigil Arşivi'nin kuytularından: Edebiyat Matineleri; Asuman Susam, ‘Arada’ Kalmışın ‘İç’ Sıkıntısı; Gonca Özmen, Bir Çevirmen Olarak Necatigil ve Gökçenur Ç., Necatigillerden Behçet ile yer alıyor. 

Her sayı, tema dosyalarının yanı sıra şiir, öykü, eleştiri ve soruşturmaların yer alacağı Çevrimdışı İstanbul’da dünya şiirinden çeviriler de yer alıyor. Bu sayı yazarlığı ile yakından tanıdığımız Ursula K. Le Guin dergide şiirleri ile yer alıyor. Diğer çeviri şiirler ise Lloyd Schwartz'dan. 

Feryal Tilmaç, Sibel Kaçamak, Zeynep Uzunbay, Onur Akbudak, Melike İnci, Bade Osman Erbayav, Barış Çağrı Genç, Leylâ Çapan, Kadir Aydemir, Ezgi Polat, Cahit Kaya ve Caner Almaz öyküleriyle, 

Gökçenur Ç., Onur Caymaz, Selahattin Yolgiden, Gonca Özmen, Gökhan Arslan, Mustafa Atapay, Efe Duyan, Kadir Aydemir, Devrim Dirlikyapan, Zeynep Sayın, Pelin Özer, Yaprak Öz, Nilay Özer, Zeynep Köylü ve Nurduran Duman şiirleriyle,

Elmas Şahin, 'Eleştirinin Görevi'; Güzel Zeynep Süphandağ 'Dilek Neşe Açıker' söyleşisi ve 'Bir Uyumsuz Sabahattin Âli'; Nil Sakman, 'Ben’in Bilinmeyenine Yolculuk: Kemik İnadı' ve Gökhan Arslan, 'Dünyanın Külü: Gidenlere Ağıt, Gelenlere Türkü' yazılarıyla,

Ve Mekin Gani Pehlivan, edebiyat bulmacasıyla Çevrimdışı İstanbul’da yer alıyorlar. 


Galeri Khas’ta Vertigo ve Yerçekimi Sergisi

Perşembe, Şubat 25, 2016
Sanata verdiği önemle ön plana çıkan Kadir Has Üniversitesi bünyesindeki çağdaş sanat merkezi Galeri KHAS, Seydi Murat Koç’un kişisel sergisi ‘Vertigo ve Yerçekimi’ne ev sahipliği yapıyor.

Kendi kuşağının yaratıcı eserleri ile adından sıkça söz ettiren Seydi Murat Koç, Vertigo ve Yerçekimi serisi resimleri ile Galeri KHAS’ta yer alıyor. Daha önce görülmemiş resimlerin yer alacağı serginin küratörlüğünü Kadir Has Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Hasan Bülent Kahraman üstleniyor.

“YENİ UFUKLAR AÇIYOR”
4 Mart 2016 Cuma günü açılacak sergi ile ilgili değerlendirmede bulunan Prof. Dr. Hasan Bülent Kahraman,  “Seydi Murat Koç’un resimleri bizim güncel resim alanımızda dahi çok önemli, çok yaratıcı, çok etkileyici bir çizgiye oturuyor. İçinde yaşadığımız dünyanın verileri Koç’un resimlerinde bambaşka bağlamlar oluşturuyor. Zaman zaman, önceki serilerde gördüğümüz gibi, verili bazı imgelerden kalksa dahi bu resimler bize yepyeni ufuklar açıyor.  Koç, imgeyi bağlamından koparmakla kalmıyor, onu yeni imgelerle buluşturuyor. Üstelik bu imgeler, çok kışkırtıcı biçimde klasik dünyanın ve imgelemin figürleri. Böylelikle ortaya çok katmanlı bir resimsel söylem çıkıyor. Pop sanatın ögelerinden yararlanmaktan da çekinmeyen Koç,  ortaya çok zevkli, düşündürücü, sorgulamaya iten, yargılayan ve yargılatan, kurmacayla tanıdık olanı kesiştiren, zaman zaman tekinsizleşen bir görsel sunuyor. Galeri KHAS sergisi vurucu bir sergi’ dedi.

4 Mart 2016 Cuma günü 18.30’da açılacak olan Seydi Murat Koç’un Vertigo ve Yerçekimi Sergisi Kadir Has Üniversitesi Cibali Kampüsü’nün çağdaş sanat merkezi Galeri KHAS’ta görülebilecek.


21 Yönetmen Bir Arada : Dünya Yönetmenlerinden Sinema Dersleri

Çarşamba, Şubat 24, 2016
Birbirinden önemli 21 yönetmenin sinema üzerine görüşlerinden derlenen, sinefiller için başucu kaynağı olacak "Dünya Yönetmenlerinden Sinema Dersleri" Seyyah Kitap etiketiyle raflarda.

Dünya Yönetmenlerinden Sinema Dersleri'nde sinema dünyalarının kapısını aralayan 21 yönetmen bir araya getirildi. Rıza Oylum’un hazırladığı kitapta; Almanya, Arjantin, Çin, Filistin, Fransa, İtalya, İngiltere, İran, İsveç, Japonya, Kore, Polonya, Rusya, Mısır ve Yunanistan'dan yönetmenler var. 

Akira Kurosawa, Ingmar Bergman, Yusuf Şahin, Andrzej Wajda, Theodoros Angelopoulos, Andrey Tarkovski, François Truffaut, Fernando Solanas, Ken Loach, Bernardo Bertolucci, Krzysztof Kieslowski, Werner Herzog, Michael Haneke, Rainer Werner Fassbinder, Aleksandr Sokurov, Michel Khleifi, Zhang Yimou, Kim Ki-Duk, Wong Kar Wai, Cafer Penahi, ve Chan- Wook Park’ın sinema üstüne görüşleri ve önerileri bu kitapta okuyucuyu bekliyor.

Kim Ki Duk, Ken Loach, Rainer Werner Fassbinder, Werner Herzog, Michael Haneke, Cafer Penahi, Wong Kar Wai ve Zhang Yimou’nun kitaptaki ifadeleri Türkçeye ilk kez çevrildi. Zhang Yimou’nun kamera alma hikâyesi ise kitaptaki çarpıcı bölümlerden biri:

“O zamanlar pek param yoktu, her ay sadece 5 yen kenara koyabiliyordum. Fakat bir kamera 188 yendi ve bu benim için çok paraydı. Bir kamera almak için en az 2-3 yıl çalışmalıydım. Bir yıl para biriktirdim ama olacak gibi gözükmüyordu. O sıralar para karşılığında kan bağışında bulunabiliyordunuz ve ben de öyle yaptım. 1974 yılının kasım ya da aralık ayıydı, hâlâ hatırlarım. Kanımı satıp yeni bir kamera aldım. Çekim yapmaya böyle başladım. Bu durumun sinema endüstrisiyle kurduğum ilk ilişki olduğunu söyleyebilirim.”
Zhang Yimou

Dünya Yönetmenlerinden Sinema Dersleri, sinemayı sadece film izlemek olarak görmeyenler için keyifle okunacak bir başvuru kaynağı olma iddiası taşıyor.

Dünya Yönetmenlerinden Sinema Dersleri, Rıza Oylum, 
Seyyah Kitap, Şubat 2016
152 Sayfa
14,00 TL

Ölüler De Yalan Söyler : Masumiyet Projesi

Salı, Şubat 23, 2016
2015’in son ayları polisiye açısından harika bir dönem oldu. Yerli polisiye mi olur deyip burun kıvrılan dönemin artık geride kaldığı resmen tescillendi. Polisiye dergi 221B’nin çıkış tarihini duyurmasıyla okurda yarattığı heyecanı görüp sevindik. Türün en önemli yayınevi Labirent de yeni bir yayın grubu oluşumunun içinde daha da güçlendi ve elli kitabı devirdi. Polisiye damarı artık daha geniş ve yeni yazarların ilk romanlarıyla tanışmak için de çok ideal bir ortam. Bir kitapkurdu için en güzel zamanlar bunlar. Düşük beklentiyle başlanan ilk romanın soluk soluğa bambaşka bir dünyaya getirmesi bulunmaz nimet. Hüseyin Ekinci’nin polisiyesi “Ölüler De Yalan Söyler” tam da böyle bir roman. Yazarın ilk romanı ama anlaşılan çoktan demlenmiş, usta işi bir roman kotarmış. Biyografisini okuduğunuzda şaşırtmayan bir durum bu. 

1972 Konya doğumlu Ekinci, profesyonel futbol hayatına nokta koymasının ardından çeşitli gazete ve televizyonlarda Genel Yayın Yönetmenliği, Yazı İşleri Müdürlüğü ve Spor Dairesi Başkanlığı gibi görevler üstlenmiş. 2008 yılında internet haber sitelerinde Genel Yayın Yönetmenliği yapmış. Suç haberleri odaklı kriminal haber portalının kurucuları arasında yer almış. Siyaset, spor ve adli bilimlerle ilgili çok sayıda makalesi çeşitli basın kuruluşlarında yayınlanmış. Kriminal olaylarla içli dışlı olmuş bolca. Bizde tercih edilen daha çok olay örgüsü ve karakterler olurken, Ekinci adli bilimleri ön plana almış. Bizi ilk romanında adli tıp detayları ile tanıştırması boşuna değil kısacası.

5 Kasım’da TÜYAP İstanbul kitap fuarında görücüye çıkan roman meğer dizi olacakmış. “Esasında bu romanın başlangıcı bir televizyon dizisi formatında hazırlanmıştı. Birkaç TV kanalıyla görüştük. Olumlu geri dönüşler aldık. 2014 yılının sonlarına doğru bu proje anlaştığımız TV kanalında gösterime girecekti. Ancak daha sonra bu ulusal kanal el değiştirdi. Bizim anlaştığımız ekip de değişince proje rafa kalktı. Bende bu önemli eseri roman formatına uyarlayarak yeniden kaleme aldım. 5 ay içinde yazımını tamamladım. 2015 yılının Haziran ayı itibariyle romanımız tamamlandı.” diyerek süreci özetlemiş Ekinci. 

Yaşanmış iki olaydan esinlenmiş ve içeriğin bilimsel verilerle açıklanabilir olmasına özen gösterdiğinin altını çiziyor ve çok da iddialı şekilde sesleniyor okura: “Bugüne kadar Türkiye’de basılan polisiye romanların dışında bir roman yazdığıma inanıyorum. Çünkü bu güne kadar hep bir dedektif veya bir baş komiser vardır ana karakter olarak. Bu karakter dehadır ve süper güçlerle donatılmıştır. Onun kahramanlığı sayesinde sonuca ulaşılır. Bizim kitabımızda bu yok. Bilimin ve delillerin ışığında sonuca ulaşma var. Akla mantığa uymayan hiçbir şey yok. Okurlarımız ilk sayfadan itibaren bir merak duygusuna kapılacak ve sıkılma diye bir şey söz konusu olmayacak. Bu kadar iddialıyım. Son yıllarda önemi daha fazla hissedilen adli bilimleri derinlemesine incelemeye çalıştım. Suçu, suçluyu ve psikolojik etkenleri bilimsel verilerle ortaya koyarken, soluk soluğa bir romanla 15 yıl önce işlenen seri cinayetlerin peşinde, bilimin ışığıyla ilerlemeye özen gösterdim. Bu nedenle okurlarıma ‘Sıkıldığınız an, bu kitabın ilk sayfası olsa dahi hemen bırakın ve geri kalanını asla okumayın’ diye sesleniyorum.”

Ekinci okura seslenişinde tamamen dürüst davranmış, allayıp pullamadan demiş ne demişse. Zira tam da tarif ettiği gibi roman... “Ölüler De Yalan Söyler” dizi olarak düşünülmesinin etkisiyle tam bir takım oyunu. Tam bir başrolü olmayan bol karakterli, üç olaylı bir polisiye... Ekinci doğru tercihler ve planlarla yola çıkmış. Anlaşılıyor ki emin olduğu şeyleri yazmış, bilgisini göstermeyi de ihmal etmemiş. Bir cinayetler serisinin ardından suçlu bulunup hapse atılıyor. 15 yıl sonra benzer cinayetlerin işlenmesiyle ortaya çıkan “kopya cinayet mi, aynı katil mi” sorusunu cevaplandırmak üzere özel bir ekip kuruluyor ve olaylar gelişiyor. Bu arada bu cinayetlerin dışında, iki karakterin geçmişlerinden taşıdığı birer hayalet de olay örgüsüne dahil olarak gizem ekliyor ve heyecanlı bir aksiyonla durmak bilmeden finale yürüyor roman. Başlayınca elden bırakmak zor, tek solukta okunuyor.

Tek olayla yetinmeyen, ekibin hayatlarındaki sır, velayet davası, pedofiller derken yelpazeyi hayli geniş tutan Ekinci, çok iyi bir kurguyla hepsini birbirine teyellemiş. Tüm bağlantıları ile hayli inandırıcı, mantıklı bir yapı kurmuş ve bu yapıyı da ilk romandan beklenmeyecek bir olgunlukla işletiyor. Elindeki malzeme istese allayıp pullayarak, tribüne oynayarak, nabza şerbet cümlelerle çeke sündüre tuğla gibi roman olmaya müsaitken olabildiğince yalın bir anlatımla olayları çözüyor. Nazar boncuğu sayılabilecek kusurlar da bu noktada ortaya çıkıyor diyebiliriz. Mahvi karakteri dizi için beklenen dramayı başarıyla yerine getirip seyirciyi tavlayabilir ama romanda biraz sırıtıyor. Biraz daha törpülenebilirmiş. Timya’nın pedofili mevzusu da benzer şekilde sırıtanlardan. Finalin de biraz daha yavaş olmasını, hem yazar hem de okur için keyfini çıkarma fırsatını vermesini beklerdim. 

“Otopsi yapanlar için yani adli tıp uzmanları için kullanılan bir tabir vardır. ‘Ölüler her şeyi anlatır, ölüler yalan söylemez’ diye. Ölüleri konuşturan adli tıpçılardır.” diyen Ekinci, adli bilimler meraklıları için bilgi edinme fırsatı da veriyor. “Ölüler De Yalan Söyler” baştan sona heyecan, aksiyon ve gizemli olayları soluk soluğa bir tempo ile işleyen, türün meraklılarınca bir an önce keşfedilmesi gereken usta işi bir ilk roman. 

Ölüler de Yalan Söyler / Hüseyin Ekinci
Labirent Yayınevi, Kasım 2015
Sayfa Sayısı: 192
Etiket Fiyatı: 16,00 TL



Ruhların Sonbaharı : Aşk Hangi Mevsimde Çiçek Açar?

Salı, Şubat 23, 2016
Kent Haruf’un ölmeden önce kaleme aldığı son eseri “Ruhların Sonbaharı” Editura etiketiyle raflardaki yerini aldı! 

Küçük bir kasabada, sessizlikle çevrili boş evlerinde geçmek bilmeyen yalnızlık saatlerini paylaşmaya karar veren iki yaşlı insanın acı-tatlı hikâyelerini, kuruyup giden ruhların hoyratlıklarına rağmen yeşerttikleri umutlarını anlatan Ruhların Sonbaharı duygusal finaliyle okuru kendine bağlıyor! 

Addie Moore, komşusu Louis Waters’a beklenmedik bir ziyarette bulunur. Addie’nin, ilerleyen yaşlarında ikisinin de hayatlarını değiştirecek bir teklifi vardır. Addie’nin kocası, Louis’in de karısı yıllar önce ölmüş, çocukları başka kentlerde kendi hayatlarını kurmuştur. İki yaşlı insan, küçük bir kasabada, sessizlikle çevrili boş evlerinde geçmek bilmeyen yalnızlık saatlerini paylaşmaya karar verirler. Birbirlerine sırlarını, düşlerini, hayal kırıklıklarını, umutlarını, acılarını ve sevinçlerini açarken günden güne güçlenen bir sevginin dokunaklı ve ilham verici hikâyesini örerler. Hem de küçümsemelere, alaylara, kuruyup giden ruhların hoyratlıklarına rağmen… Birlikte, el ele…

Yeni Tanışanlar İçin Kent Haruf
1943’te Colorado’da doğdu. Kitaplarıyla tanınmadan önce çeşitli işlerde çalışan Haruf, iki yıl boyunca Türkiye’de İngilizce öğretmenliği yaptı. Romanlarıyla Whiting Vakfı Yazarlar Ödülü, Mountains & Plains Booksellers Ödülü, Wallace Stegner Ödülü’nü kazandı; kendisine PEN/Hemingway Vakfı tarafından da takdirname verildi. Yazar aynı zamanda Ulusal Kitap Ödülü, Los Angeles Times Kitap Ödülü ve New Yorker Kitap Ödülü finalistidir. Ruhların Sonbaharı’nın dışında, The Tie That Binds (1984), Where You Once Belonged (1990), Plainsong (1999), Eventide (2004), Benediction (2013) adlı kitaplarıyla Amerikan edebiyatında önemli bir yer edinen Haruf’un, fotoğrafçı Peter Brown’la ortak bir kitabı (West of Last Chance) daha bulunmaktadır. Haruf, 2014 yılının Kasım ayında, yetmiş bir yaşında yaşamını yitirmiştir.

Ruhların Sonbaharı / Kent Haruf
Our Souls at Night
Çeviren: Mehmet Gürsel
Sayfa Sayısı: 152
Fiyatı: 10 TL


Metafizik Resmin Öncüsü Giorgio de Chirico “Dünyanın Gizemi”yle Pera Müzesi’nde

Salı, Şubat 23, 2016
Pera Müzesi Şubat ayında metafizik sanatının kurucusu, 20. yüzyılın en sıra dışı sanatçılarından Giorgio de Chirico’nun sergisine yer veriyor. Sanatçının yapıtları “Dünyanın Gizemi” başlığı altında 24 Şubat’tan itibaren görülebilecek. 1 Mayıs tarihine dek sürecek olan sergiye sanatçının tüm dönemlerine, temalarına, felsefi arayışlarına ve sanatsal serüvenine ışık tutan kapsamlı bir kitap eşlik ediyor.

Pera Müzesi, metafizik üzerine yapıtlarıyla gerçeküstücülüğe esin kaynağı olan ikonik sanatçı Giorgio de Chirico’nun (1888-1978) eserlerini, Roma, Giorgio ve Isa de Chirico Vakfı işbirliğiyle 24 Şubat-1 Mayıs tarihleri arasında sergiliyor. Giorgio de Chirico, ölümünden yıllar sonra, “Dünyanın Gizemi” adlı sergi aracılığıyla ilk kez babası Evaristo de Chirico’nun doğduğu kent olan İstanbul’u eserleriyle ziyaret ediyor. 

Sanatçının yaklaşık 70 resim, 2 litografi serisi ve 10 heykelini bir araya getiren sergi, 1909 tarihli erken dönem eserinden 1970’lerin ortalarına, son dönem yapıtlarına dek geniş bir panorama sunuyor.

Küratör Fabio Benzi, sergi kitabında yer alan yazısında, de Chirico’nun sanatsal serüvenini aktarırken, onun 1910’da geliştirdiği ve “metafizik sanat” olarak nitelendirdiği bakış açısına değiniyor ve şunları söylüyor: “Bu bakış açısı, Magritte, Matisse, Kandinsky, Balla ve Malevich’in bakış açılarıyla birlikte, çağdaş sanatın en önemli payandalarını oluşturur. Özellikle de Chirico, biçimci ve soyut araştırmalardan, örneğin kendisi gibi büyük sanatçıların kromatik ve ekspresyonist zorlamalarından uzak durarak, araştırmasını rüya, dünyanın gizemi ve bellek gibi o ana kadar keşfedilmemiş alanlara açar. Keza bir ana yol belirleyerek, sürrealizmin ve bilinç dışına gönderme yapan her tür sanatsal anlatımın çıkış noktasını oluşturur.”

Bilinmeyen duyumlar, primitif zamanlar
De Chirico 1919 yılında bir dergide yayınlanan yazısında “Geleceğin resminin amacı ne olacaktır?” sorusunu sorup şöyle yanıtlıyordu: “Şiirin, müziğin ve felsefenin amacı neyse o. Daha önce bilinmeyen duyumlar yaşatmak. Sanatı hâlâ içerebileceği alışılmış, kurallara bağlanmış her şeyden, bir konuya eğilimden, estetik bir bireşimden arındırmak; işaret noktası olarak, bir simgeyi, bir duyumu ya da düşünceyi ifade etme olanağı olarak insanı bütünüyle ortadan kaldırmak. Yontuya her zaman engel olan şeyden, insanbiçimcilikten kesin olarak kurtulmak. Her şeyi, insanı bile şey olarak görmek. Bu Nietzsche’ci yöntemdir. Resme uyarlandığında olağanüstü sonuçlar yaratabilir. Ben de resimlerimle bunu kanıtlamaya çalışıyorum.”

De Chirico bir dönem, resminin kaynaklarını ve yönelimlerini açıklarken “Amacım, primitiflerin zamanlarına dönmek” diyordu. “…Ben asırlık sanatın yolu boyunca geriye gitmek, ilkel insanların mağaralarını keşfeden bir kâşif gibi durup, ilkel insanın mağaraların duvarlarına kazıdığı incecik figürlerini –bizonlarını, ren geyiklerini ve koca kafalı ilahlarını– incelemek istiyorum.”

Nietzsche felsefesinin izinde
Giorgio de Chirico, 1888’de, Yunanistan’ın Volos şehrinde doğdu. Aile İtalyan olmakla birlikte, kökleri Osmanlı topraklarına uzanıyordu. De Chirico’nun büyükbabası Sardenya Krallığı’nın elçisiydi ve Bab-ı Âli’de Rus çarlığı adına resmi tercüman olarak çalışmıştı. Babası Evaristo, İstanbul’da dünyaya gelmiş, Londra’da öğrenim görmüş bir inşaat mühendisiydi ve önce Türkiye’de, daha sonra Yunanistan’da demiryolu yapımında çalışmıştı. Annesi Gemma Cervetto ise büyük ihtimalle İzmir’de doğmuştu. 

Sanatçının çocukluğu Yunanistan’da geçti ve Yunan miti, de Chirico’nun estetik bakış açısının en sürekli ve en belirleyici özü oldu. Münih Güzel Sanatlar Akademisi'nde öğrenim gören de Chirico, Nietzsche ve Schopenhauer'in felsefelerine ilgi duydu.

Yaşamını ve sanatını Milano, Floransa, Paris ve Roma’da sürdüren de Chirico, kullandığı geometrik formlar ve kendi ortamlarından koparılmış, birbirleriyle alakasız nesneleri bir araya getiren şaşırtıcı perspektiflerle resme felsefi ve şiirsel boyutlar kazandırdı. 1910’da Floransa’da Metafizik sanatının kurucusu olmasıyla, en çok 1910-1918 arasındaki "metafizik dönem" eserleriyle ve bu eserlerde yarattığı duygu atmosferiyle tanınan de Chirico, bu dönemin başında, parlak bir Akdeniz güneşinde yıkanan şehir manzaralarını konu alırken, sonlara doğru yaptığı resimleri cansız mankenleri andıran hibrid figürler ele geçirdi. Sanatçı ilerleyen yıllarda metafizik konulardan vazgeçerek klasik sanatı farklı bir bakış açısıyla yorumladığı bir resme yöneldi. 1920 ve 30’lardan itibaren ikonografik temalar, klasik resim tekniğinin araştırılması sanatçının tuvalindeki temel arayışlar olarak yerini aldı. İtalyan ustalarının pastişlerinden oluşan eserleri ile geçmişin sanatını yeniden değerlendirdiği eserlerinde klasik sanatı çağdaş bakış açısıyla yeniden yorumladı. 1960’lardan itibaren metafizik konularına geri dönen sanatçı, yaklaşık 70 yıllık sanat kariyerinin bu son döneminde manken, arkeologlar, gladyatörler, İtalya meydanı ve metafizik iç mekânı yeniden ele aldı. 

De Chirico birbiri ardına gelen çığır açıcı yeniliklerle anılan 20. yüzyılın en özgün ve farklı isimleri arasında yer aldı; özellikle metafizik dönem resimleriyle René Magritte, Paul Delvaux, Man Ray, Pierre Roy, Salvador Dali, Yves Tanguy gibi sürrealistler üzerinde büyük etkisi büyük oldu.

Pera Müzesi Salı’dan Cumartesi’ye 10:00-19:00 saatleri arasında, Pazar günleri ise 12:00- 18:00 saatleri arasında gezilebilir. Müzede Cuma günleri hem uzun hem de ücretsiz! “Uzun Cuma”larda müze 18:00 - 22:00 saatleri arasında ücretsiz olarak ziyaret edilebilir.



Adanmak: Bir Hayalin Peşinde Yalçın Granit ve Türk Basketbolunun Hikâyesi

Salı, Şubat 23, 2016
“2002 yılında henüz üniversitedeyken bir basketbol sitesinin forum bölümünde bir yazıyla karşılaştım. Yazıyı yazan kişi televizyonda, dünyanın gelmiş geçmiş en iyi antrenörlerinden Svetislav Pešiç‘in belgeselini izlediğini, Pešic´’in de basketbola çocukluğunda nasıl ilgi duymaya başladığını anlatıyordu. Pešic´ aynen şöyle diyordu: Babam beni Belgrad’da bir basketbol maçına götürdü. Bu maçın sonunda bir adam faul çizgisinden gözleri bir bantla kapatılmış olarak faul atışları yaptı ve on atışın onunu da sayıya çevirdi. Bu gösteri çok hoşuma gitti ve basketbola ilgi duymaya başladım. Daha sonradan öğrendim ki oynayan takımlardan biri Avrupa turnesine gelen Galatasaray ve gözü kapalı şekilde faul atan kişi de Yalçın Granit’miş.”

Türk basketbol tarihinin yurtdışına transfer olan ilk oyuncu Yalçın Granit’in tüm hayatına, dokunduğu herkese zerk eden basketbol tutkusunu konu eden Adanmak, Ali Granit’in bu satırlarıyla başlıyor. 

Henüz 18 yaşındayken Galatasaray Kulübü’ne kabul edilip efsanevi “Yenilmez Armada”nın bir parçası olan Granit için bu sadece bir başlangıçtı. Yolu pekçok önemli kulüple kesişti, önce oyuncu sonra da antrenör olarak büyük başarılara imza attı ancak başına gelen hiçbir şey onu amatör bir  ruhla basketbolu gözlemekten, sevmekten ve büyütme çabasından alıkoyamadı. Yalçın Granit 70 yıldır, potaları sırtlayarak basketbol sahasına taşıdıkları o ilk günün heyecanını duyuyor ve aynı aşkla bu spor için yazılar yazarak, düşünerek, yönlendirerek hizmet etmeye devam ediyor. 

Ali Granit tarafından yayına hazırlanan Adanmak, Yalçın Granit’in hikâyesi ışığında büyüyen basketbol tarihimizi anlatırken bu konuda yazılamamış, yayımlanmamış tüm kitaplar adına önemli bir açığı kapatıyor:  Uğraş dolu beş yıla yayılan araştırma ve arşiv çalışmalarının ardından sadece spor tarihi meraklılarına değil, ilham verici bir var olma öyküsü okumak isteyen herkese bu kitabı armağan ediyor. Üstelik sadece basketbol camiasının ikonik kimlikleri değil, basketbola gönül vermiş gizli kahramanları da öyküye dahil ederek… 

Şimdiye dek hiç bir yerde yayımlanmamış fotoğrafların yer aldığı kitap, Türk spor ve kültür camiasından bir çok ünlü ismi de yan yana getiriyor.

“Bu kitap tabii ki hem benim babama bir hediyemdir hem de basketbol tarihimize ışık tutması açısından önemlidir. Fakat asıl önemlisi, her ne işle uğraşılırsa uğraşılsın, tüm gençler için bir işe ne kadar adanılabileceğinin basketbol üzerinden anlatımıdır.” –Ali Granit

ADANMAK 
Yayına Hazırlayan: Ali Granit  
Tür: Anlatı 
Sayfa sayısı: 392 Sayfa
Fiyatı: 25 TL
Yayın tarihi: 23 Şubat 2016


Altın Ayı Ödüllü Cafer Panahi Filmleriyle 12. Akbank Film Festivali'nde

Salı, Şubat 23, 2016
Türkiye’de kısa film alanında platform oluşturma hedefiyle yola çıkan ve alanında öncü etkinliklerden biri haline gelen Akbank Kısa Film Festivali, bu yıl da sinema dünyasından pek çok ünlü konuğu ağırlayacak. 

7 - 17 Mart tarihleri arasında 12. kez düzenlenecek olan Festival’in DENEYİMLER bölümü, 65. Berlin Film Festivali’nde büyük ödül olan Altın Ayı ödülü kazanan Cafer Panahi’nin sinemasını mercek altına alıyor. Usta yönetmenin Altın Ayı ödüllü son filmi Taksi Tahran 11 Mart Cuma günü saat:20.30’da sinema tutkunlarıyla buluşacak. Ayrıca film gösterimi öncesi aynı gün saat:18.30’da Müge Tüfenk moderatörlüğünde yönetmenin kızı Solmaz Panahi ve kurgu yönetmeni Mastaneh Mohajer’in konuşmacı olarak katılacağı bir söyleşi gerçekleştirilecek. 

12. Akbank Kısa Film Festivali’nin kapsamında ayrıca Saraybosna Film Festivali’nin programcısı Elma Tataragic ve dünyanın önde gelen kısa film yapım ve dağıtım şirketlerinden Shorts International’ın kurucusu Carter Pilcher  de 12 Mart Cumartesi günü saat:18.30’da Akbank Sanat’ta düzenlenecek söyleşi ile deneyimlerini paylaşacak.

10 gün boyunca 28 ülkeden toplam 104 filmin seyirciyle buluşacağı, yurt içi ve yurt dışından geniş katılımlı atölye çalışmaları ve söyleşileriyle sinemaseverlere keyifle izleyecekleri bir program sunacak olan 12. Akbank Kısa Film Festivali hakkında detaylı bilgi için www.akbankkisafilmfestivali.com ve www.akbanksanat.com adresleri ziyaret edebilirsiniz.


Tatavla Tiyatro Şubat’ı Üç Farklı Prodüksiyonla Uğurluyor

Pazartesi, Şubat 22, 2016
Tatavla Tiyatro, Şubat ayını üç başarılı prodüksiyon ile uğurluyor. 26 Şubat Cuma akşamı geçen sezon kapalı gişe oynayan, bu sezon da seyircisinden aynı ilgiyi gören ‘’Cadı Kazanı’’ perde açacak. 

27 Şubat Cumartesi 20:30’da sezonun iddialı oyunu Yiğit Sertdemir rejisi, 13 kişilik oyuncu kadrosu ve 2 müzsiyenli Moliere’in ‘’İnsandan Kaçan’’ oyunu yer alıyor. 28 Şubat Pazar 16:00’da ise sezonun yeni oyunlarından Ömer Akgülllü’nün yönettiği ‘’Lysistrata Düşleri’’ Tatavla Sahne’de seyirci karşısına çıkacak. 

Sezona hızlı bir giriş yapan Tatavla Tiyatro, Şubat ayında yeni oyunu ‘’İnsandan Kaçan’’ın prömiyeri ile seyircisini selamlarken iki başarılı prodüksiyonuyla da perde açmayı ihmal etmiyor. 

Tatavla Tiyatro, Şubat’ın son haftasını üç farklı prodüksiyonuyla art arda perde açarak tiyatroseverleri ağırlayacak. 

"CADI KAZANI" 26 ŞUBAT’TA
Adaletin sorgulandığı, sahipsiz kalıp unutulduğu şu günlerde, izleyene bir bıçak darbesi vuran, günümüz gerçeklerini su yüzüne çıkaran Arthur Miller’ın dönemsiz ve zamansız  oyunu ‘‘Cadı Kazanı’’  Tatavla Tiyatro’nun prodüksiyonuyla ikinci sezonunda da ayakta alkışlanıyor. Eraslan Sağlam rejisiyle seyirci karşısına çıkan ‘’Cadı Kazanı’’ geçtiğimiz sezon kapalı gişe oynayarak büyük ilgi gördü; bu ilgiyi bu sezonda da sürdürüyor. 

27 ŞUBAT "İNSANDAN KAÇAN" GÜNÜ
Bu sezonun iddialı prodüksiyonları arasında yer alan Yiğit Sertdemir’in yönettiği, Tatavla Tiyatro oyuncularının oynadığı iki müzisyenli Moliere’in ‘’İnsandan Kaçan’’ oyunu 27 Şubat Cumartesi akşamı Tatavla Sahne’de sergilenecek. Fransız aristokrasisinin ikiyüzlülüğünü ortaya koyan yapıt, genel anlamda tüm insanların paylaştığı zayıf noktalara dikkat çekmektedir: Samimiyetsiz olma halleri… ‘‘İnsandan Kaçan’’, kah güldürürken kah hüzünlendirmeyi başarabilen nadir eserler arasında. 

Neşeli bir havada, ancak yine de özünde bir buruklukla ele alınmış bir karakter komedyası özelliği taşıyan ‘‘İnsandan Kaçan’’, Moliere’in diğer oyunlarından ayrışıyor…

Altıdan Sonra Tiyatro ve Kumbaracı50’nin kurucularından, Şehir Tiyatrosu sanatçısı, oyuncu, yazar ve yönetmen Yiğit Sertdemir sahneye koyduğu oyunun koreografisi Senem Oluz’a, ışık tasarımı İsmail Oğuz’a, sahne tasarımı Candan Seda Balaban ve Yiğit Sertdemir’e, giysi tasarımı Candan Seda Balaban’a, oyunun müzikleri ise Serkan Okanar’a  ait.

LYSISTRATA DÜŞLERİ 28 ŞUBAT’TA
28 Şubat Pazar 16:00’da ise Ömer Akgüllü’nün yönettiği Tatavla Tiyatro oyuncularının oynadığı ‘’Lysistrata Düşleri’’ perde açacak. Oyunda savaşın olmadığı bir dünya ütopyası yaratılıyor; Tatavla Tiyatro oyuncuları ise bu ütopyayı  kendi yorumlarıyla bambaşka bir forma sokarak  ve ‘’savaş değil barış’’ diyorlar.

Tiyatro tarihinin ilk savaş karşıtı oyunu olarak bilinen Aristophanes’in yaklaşık 2400 yıl önce kaleme aldığı ve güncelliğini yitirmeyen bir metin olan ‘’Lysistrata - Kadınların Savaşı’’ bir uyarlama oyunu olarak Tatavla Sahne’de seyirciyle buluşuyor. 

Tiyatroyla dolu bir hafta sonu geçirmek isteyenlere bu hafta sonu Tatavla Sahne’ye gitmelerini tavsiye ederiz. 

Oyunların biletlerini biletix satış noktalarından veya gişeden temin edebilirsiniz. 

Bilgi için:
biletix.com
tatavlasahne.com
Firuzağa Mah. Taktaki Yokuşu No.2B Cihangir Beyoğlu / İstanbul
0212 233 52 30


Sınıfın Yeniden Üretimi : Eğitim, Neoliberalizm ve İstanbul'da Yeni Orta Sınıfın Yükselişi

Pazartesi, Şubat 22, 2016
Sınıf önemlidir, sınıfın yeniden üretimi ise yaşamsal ama kapitalizm için. Henry J. Rutz ve Erol M. Balkan’ın “Sınıfın Yeniden Üretimi - Eğitim, Neoliberalizm ve İstanbul’da Yeni Orta Sınıfın Yükselişi” h2o’dan raflarda.

Kapitalizm sınıflar arası geçişe imkân vermesiyle kendisinden önceki sınıflı toplumlardan ayrılır. İstisnasız herkese sınıf atlama hayali sunar ama yalın gerçek aslında herkesin sınıf piramidinin aşağılarına itilme tehdidini sürekli ensesinde hissetmesidir. İşçi sınıfı işsizlikle, orta sınıflar ise işçi sınıfı saflarına itilme tehdidi altında çocuklarını bu kaderden kurtarmak için delice çabalamaktadır.

Kimse işçi olmayı ya da orta sınıfta kalmayı istemez. Kimse çocuğuna bunu reva görmez. Daima üst sınıfa geçmektir amaç. İyi bir meslek edinip "rahat bir yaşam" sürmeyi sağlayacak eğitimin bu rüyayı mümkün kılacak, ulaşılabilir en önemli fırsat olduğu düşünülür (bu piyangoda büyük ikramiyenin çıkmasından da önemlidir).

Elinizdeki kitap, küreselleşen şehir (İstanbul) ile değişen kültür ve tüketim ideolojisinin karşılaştırmalı incelenmesi yoluyla, orta sınıfın kendini yeniden üretmek amacıyla çocuklarını sınavlara hazırladıkları maratonun, sınıf mücadelesinin anlatımıdır. Bu aşama çok önemlidir çünkü başarısızlık gelecek kuşağın orta sınıfın alt katmanlarına ya da daha kötüsü işçi sınıfına düşme tehlikesini barındırır.

Sınıfın yeniden üretimi maliyetlidir. Refah devleti bu maliyetin ‒eğitim, sağlık, emeklilik hakkı ve koşulları temelinde‒ devlet tarafından karşılanmasının ifadesiydi. Kapitalistlerin gelir vergileri düşürülürken dolaylı vergilerin (ÖTV, KDV) arttırılması ve bu hizmetlerin özelleştirmelerle sermaye sınıfının eline geçerek paralı hale getirilmesi üretim maliyetini alt sınıfların üzerine yıkmıştır. Eğitim artık "dershane"dir, "özel okul"dur. Çocuklar –sınıfın yeniden üretimi‒ artık tüketim ideolojisinin unsurlarına dahil edilmiştir. "Paran kadar sağlık, paran kadar eğitim" paran kadar sınıftır: Sınıflar arasındaki ilişkiler şeyler arasındaki ilişkilere dönüşmüştür.

Tanıklıklara, alan araştırmalarına ve kuramsal çerçeveye dayalı elinizdeki etnografya, devletin ve piyasanın sınıfın biçimlendirilmesindeki rolünün  altını çizerken, ailenin de sınıfın yeniden üretimi ve toplumsal bilincin kilit aktörü olarak önemini vurgulamaktadır.

Düzen ise “sürdürülebilir” olmak için sınıfların kendini yeniden üretmesine ihtiyaç duymaktadır.

Henry J. Rutz
Henry J. Rutz Hamilton College’de antropoloji profesörü olarak görev yapmış, misafir öğretim üyesi olarak Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde kültürel ve sosyal antropoloji dersleri vermiştir. The Politics of Time (Zamanın Politikliği) ve The Social Economy of Consumption (Tüketimin Sosyal Ekonomisi) başlıklı derlemeleri vardır. Ulus devletin oluşum süreci, zaman ve kültür, tüketim gibi konularda yaptığı çalışmalar American Ethnologist, Comparative Studies in Society and History gibi dergilerde yayımlanmıştır.

Erol M. Balkan
Hamilton College’da iktisat profesörü olan Erol Balkan, Sabancı Üniversitesi’nde de misafir öğretim üyesi olarak ders vermektedir. N. Balkan ve A. Öncü ile birlikte derlediği Neoliberalizm,  İslamcı Sermayenin Yükselişi ve AKP başlıklı kitabın Türkçesi Yordam Kitap, İngilizce basımı ise Berghahn Books tarafından yayımlanmıştır. Balkan’ın son yıllardaki araştırma konuları küresel mülteci sorunları ve İslamcı orta sınıfın ortaya çıkışıdır. Bu kitabın İngilizcesi (Reproducing Class, Education, Neoliberalism, and the Rise of the New Middle Class in Istanbul) Berghahn Books tarafından yayımlanmıştır.

Sınıfın Yeniden Üretimi
Eğitim, Neoliberalizm ve İstanbul'da Yeni Orta Sınıfın Yükselişi
Yazan: Henry J. Rutz& Erol M. Balkan
Çeviren: Neşecan Balkan
Yayına Hazırlayan: Özcan Özen
Kapak: Sevil Tarla
Dizi: Kuram ve Siyaset – 2
Baskı Tarihi: Şubat 2016
Sayfa: 224 sf.
Fiyat: 16,90  TL

Rus Sinemasının Yaşayan Efsanesi Kira Muratova Mart’ta Pera Film’de

Pazartesi, Şubat 22, 2016
Pera Film, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü kapsamında Rus sinemasının en önemli kadın yönetmenlerinden Kira Muratova’nın filmlerinden oluşan “Gölgede Kalmış Aşk” başlıklı programı sunuyor. Sinemanın tüm kalıplarını reddeden efsanevi yönetmen Muratova’nın 6 uzun metrajlı filmi izlenebilecek. 

Pera Film’in, 5 Mart’tan itibaren yer vereceği Kira Muratova filmleri seçkisi “Gölgede Kalmış Aşk” başlığı altında gerçekleşiyor. 19 Mart’a dek izlenebilecek film programında sanatçının “Kısa Karşılaşmalar”, “Tutkular”, “Astenik Sendrom”, “Akortçu”, “Üç Hikaye” ve “Çehov’un Motifleri” adlı filmleri yer alıyor.

“Rus sinemasının yaşayan bir efsanesi” olarak kabul edilen Kira Muratova 1934 Moldovya doğumlu. Sovyet döneminde yapıtları ideolojik koşullara uyum sağlayamayan sanatçı, bugün de ticari trendleri yakalayamıyor. Son 55 yılda yaptığı 20 film, toplumun en temel özelliklerini dile getirme konusunda farklı bir estetik ve benzersiz bir beceri ortaya koyuyor. 

Savaş sonrası Sovyet/Rus sinemasının en önemli sinematografilerinden birini yaratan Muratova’nın başı hep sansürle belaya girdi, bir dönem Sinemacılar Sendikası’ndan ihraç edildi. Sonunda glasnost dönemi başladığında yeni bir kuşak tarafından keşfedildi. 1987’de filmleri ilk kez Sovyetler Birliği dışında gösterildi ve başyapıtlar olarak alkışlandı. Günlük yaşamın acımasızlığını sansasyonelliğe ya da ahlakçılığa düşmeden aktardığı filmleriyle hayranlık uyandıran Kira Muratova, her döneminde iktidarı rahatsız etmeyi sürdürdü. 

Muratova, film programında yer alan “Kısa Karşılaşmalar”da korkunç konutları, kamu tesislerinin yokluğunu, şanslarını şehirde denemek için kırsalı terk etmiş genç işçilerin büyüyen umarsızlığını yansıtıyor. Glasnost dönemine dek yasaklanan ve rafa kaldırılan film, günlük Sovyet yaşamına yönelttiği korkusuz bakış ve serbest ahlak yaklaşımıyla sansür yetkililerini çok rahatsız etmişti. 

Muratova’nın en sıradışı filmi “Tutkular”, sirk performansçısı Violetta’nın öyküsünü yansıtıyor. Bu film, yönetmenin Rusya’daki en popüler filmi oldu ve 1994’te Nikka (Rus Oscarı) En İyi Film Ödülü’nü kazandı. 

Belgesel, fars, melodram, kara komedi, toplumsal sorun filmi ve psikolojik portre biçemlerini bir arada kullanan “Astenik Sendrom”, benzersiz ve türünün tek örneği bir film… Sovyet yaşamı ve tarihine yönelik epik ama son derece kişisel bir tepki olarak tanımlanan film 1990 Berlin Film Festivali’nde Gümüş Ayı ödülünü kazandı.

Yüzyıl başı Rus dedektiflerinden birinin anılarından yola çıkan bir ‘polisiye melodram’ olan “Akortçu”, zeki ama beş parasız müzik öğrencisi ve piyano akortçusu Andrey’in öyküsünü yansıtıyor. ”Üç Hikaye”, birbirine ortak bir cinayet temasıyla bağlanan üç kısa filmden oluşuyor ve yüksek kültürün klasiklerine esprili göndermeler yapıyor. “Çehov’un Motifleri” ise ünlü yazarın iki yapıtından, “Tatiana Repina” adlı oyundan ve “Zor İnsanlar” adlı öyküden yola çıkıyor.

Kira Muratova: Gölgede Kalan Aşk  5 – 19 Mart 2016
5 Mart Cumartesi  19:00 Kısa Karşılaşmalar / Brief Encounters
6 Mart Pazar 
14:00 Tutkular / Passions
17:00 Akortçu / The Tuner 
8 Mart Salı 19:00 Tutkular / Passions
9 Mart Çarşamba 19:00 Astenik Sendrom / The Asthenic Syndrome 
11 Mart Cuma
18:00 Kısa Karşılaşmalar /Brief Encounters
20:00 Akortçu / The Tuner 
13 Mart Pazar 
14:00 Çehov’un Motifleri / Chekhov's Motifs
16:00 Üç Hikaye / Three Stories 
19 Mart  Cumartesi 
14:00 Astenik Sendrom / The Asthenic Syndrome 
17:00 Üç Hikaye / Three Stories 

Her gösterim indirimli müze giriş bileti (10 TL) ile izlenir. Pera Müzesi Dostları'na ücretsiz. Yerler sınırlıdır ve numaralı değildir. Rezervasyon alınmamaktadır. Biletler biletix’ten (www.biletix.com) temin edilebilir. 


Terminus : Her Kötü Şey Sonsuza Dek Sürmez

Pazar, Şubat 21, 2016
İnsanlığın kaderini değiştirebilecek bir cisim dünyaya düşerse ne olur, kurtulur muyuz? Her kötü şeyi düzeltmek için kullanır mıyız? Evet diyeniniz var mı bilmem ama çoğunluk hayır diyecektir muhtemelen. İyice değerlenir, ele geçirmek için herkes peşinde koşar ve bu yolda heba olur gider. 2015 yapımı Avustralya işi mütevazı bilim kurgu draması “Terminus” da böyle düşünenlerden. Bolca soru işareti ve göndermelerle dolu film yine de umutlu, her kötü şey sonsuza dek sürmez diyor.

Bir ilk film Terminus. Marc Furmie, ödüllü kısa filmlerinden sonra senaryosuna da katkı verdiği ilk uzun metrajında. Yıla iki bilim kurgu sığdırmış Furmie. Terminus’da dünyayı mesken tutarken, diğer filmi “Airlock” da uzayı mesken tutmuş. Terminus’un senaryosunu kotaran iki isim de kısa filmlerden sonra uzun metrajlarına girişen isimler. Airlock’a da katkı veren Shiyan Zheng bizim için kapalı kutu iken Gabriel Dowrick’e “Skin Trade”den aşinayız. Jai Koutrae, Kendra Appleton, Todd Lasance ve Bren Foster’ın başını çektiği oyuncu kadrosu da tamamen yabancı isimler bizim için ama dikkatli izleyiciler için dizilerden tanıdık yüzler.

Yaşlı bir adamla tanışıyoruz. Hükümet görevlilerinin ziyaretiyle sorulara boğuluyor. Gözleri görmüyormuş ama şimdi görüyor. Mucizeye tanık olmanın şokunda ve sürekli aynı kelimeyi tekrar ediyor: Yeniden doğuş. Geçiyoruz başka bir kasabaya. David Chamberlain ile tanışıyoruz. Eşini kaybetmenin acısını henüz atlamamış, kızını okumak üzere uzaklara göndermiş kıt kanaat geçinen bir adam. Barda efkarını dağıtırken kavgaya karışan bir adam yardım ediyor. Sol ayağı dizinden itibaren olmayan gazimiz Zach ile de böylece tanışıyoruz. David arabayla eve dönerken gökyüzünden bir şey düştüğünü görünce dikkati dağılıyor ve kaza yapıyor. Taklalar atan arabadan tek bir sıyrık bile almadan çıkmakla kalmıyor eşini de görüyor. Gökyüzünden düşen cismi alıp evine getiriyor ve olaylar gelişiyor.

Hikayeye eve dönen kızı ve gazi Zach de katılıyor, hükümet adamları da cismin peşinde. Cismin gösterdikleri, eşinin söyledikleri, görüler derken dallanıp budaklanan konuyu anlatıp spoiler vermeyeyim ama ucunun bucağının olmadığını ve kıyamete kadar yürüdüğünü belirteyim. Bilim kurguyu işletirken dramayı da ihmal etmiyor Terminus. Zach’in hikayeye dahil olmasıyla anti-militarist söylemlerde de bulunuyor. Kimsenin kazanmayacağı savaş için asker alımlarını durdurun protestosunda bulunuyor. Başka bir gazinin umutsuzluğunu da yan öykü olarak işliyor. 

Terminus soru işaretleriyle dolu bir film. Her şeyin adını net olarak koymayan, göstermeyi seçen ve tespiti seyircisinden bekleyen bir bilim kurgu… Bu sorulara cevap vermeye pek gönlü olmadığı gibi göndermeleriyle farklı okumalara da kapı açıyor. Seyir zevkini yükseltiyor. Özellikle finaldeki gönderme her şeyi sıfırlayarak taçlandırıyor. Eldeki iyi senaryonun hakkını verme konusunda biraz sorunlu bir yönetmenlik sergiliyor Furmie. Atmosferi kurmakta gecikiyor, ilk yarıda tempo sorunu ile boğuşuyor ve oyunculuklardan tam olarak istenen verimi alamıyor. Neyse ki ikinci yarıda toparlayarak durumu kurtarıyor. Filmin daha klostrofobik atmosfere ihtiyaç duyduğunu, renk paletinin daha umutsuz tonlar gerektiğinin farkına varamamış ya da uygulayamamış. Senaryonun ihtiyaç duyduğu görsel dünyayı tam olarak kuramamış.

2015 yılında üç festivalde izleyiciyle buluşan Terminus olumlu eleştiriler alarak beğeni toplamış. İlginç hikayesiyle türü sevenler için taze kan olmuş. 22 Ocak itibariyle de dijital platformlardan sunularak izleyicinin keşfini bekliyor. Bulmaca şablonunu göndermelerle süsleyerek farklı okumalara olanak sağlayan bu keşif fırsatını kaçırmayın.


The Challenger : Meydan Okumadan Yükselemezsin

Cumartesi, Şubat 20, 2016
Rocky serisinin yeni kuşakla yeniden dirildiği, “Southpaw”ın 2015’in en iyi filmlerinden biri olarak ilan edilmesiyle sinemacılar kamerasını yeniden ringe çevirmeye başladı. En vasat öykünün bile adrenalin harmanıyla seyircinin kalbini kazandığı ortamda boks filmleri ilgi görmeye devam ediyor. Varoşlarda yaşam mücadelesi veren gençlerin tüm yaşanmışlıklarını yumruklarında biriktirmesi halen ana şablon. 2015 yapımı “The Challenger” da bu şablonu kullanarak ringe çıkıyor.

The Challenger hem bir ilk film hem de son. Müzisyenlik kariyerine aktörlüğünü ekleyerek kısa filmlerle ısınma turları atan New York’lu genç Kent Moran ilk uzun metrajında. 2010’da ilk senaryosunu “Listen to Your Heart” ile kotaran Moran aldığı övgülerden iki yıl sonra bir boks filmi için startı vermiş. Senaryosunu da kotardığı The Challenger’ın başrolünü de üstlenmiş. Öğretici rolünü de Michael Clarke Duncan üstlenmiş. Filmin kaderi de böylece belirlenmiş. 2012’de Bronx’da set diyen Moran ve ekibinin planları Duncan’ın zamansız ölümüyle alt üst olmuş. “The Green Mile”daki John Coffey olarak ölümsüzleşen sinemanın dev adamının kaybı sonrası film uzun süre masada beklemiş. Nihayet üç yıl sonra son şekli verilmiş ve 2015 Mart’ında izleyiciyle buluşmuş. Yılı festivallerde geçiren film bolca övgü alarak ödüllerle de taçlanmış.

Klasik bir öykü anlatıyor The Challenger. Rocky I’in senaryosunu birkaç düzeltmeyle aynen kullanan Moran, kamerasını Bronx’lu bir gencin üzerine tutuyor. Tutunamayan gençlerden biri olan Jaden çıkış arıyor. Annesiyle yaşayan, oto tamircisinde çalışan gencimiz parasızlıkla boğuşuyor. Aradığı çıkışı da dövüşmekte buluyor. Efsanevi boks antrenörü Duane ile yolları kesişiyor ve macera başlıyor.

Tamamen hikayesine odaklanan Moran, kahramanının hayatını da salt bokstan ibaret kılmayı tercih etmiş. Hiçbir yan öykü anlatmıyor, dağılmıyor. Gözler bir Adrian arasa da, Jaden bir yalnız kurt.  Sıkı çalışarak ringe çıkacak ve önce gizli kapaklı dövüşlerde amatör boks maçlarıyla pişecek. Sonrasıysa meydan okumak olacak. Filme adını veren “Challenger” ünvanlı boksörlere meydan okuyarak maç almaya çalışanlara deniyor. Jaden da gözünü bir şampiyona dikerek yolunu kısaltıyor.

Duncan ile Moran’ın iyi bir takım olduğu film tamamen amatör ruhla işliyor seyircisinin içine. Bu amatör ruh sayesinde dökümanter havası da taşıyor. Zaten filmin tek özelliği de o. Hikayesini anlatmak için 95 dakikayı hiç başka yöne sapmadan, dağılmadan kullanan Moran bildik ve çok klişe bir senaryosu olsa da seyirciyi filmde tutmayı başarıyor. Nasıl başladıysa öyle gidiyor. Herhangi bir anında tansiyonu, tempoyu yükseltmiyor Moran. Duncan’ın antrenör olduğuna inanmak kolay ama Moran’ın boksör olduğuna inanmak zor. Beyazperde de görmeye alıştığımız tiplemelerin uzağında. Sessiz, sakin, patlamaya hazır bir hali de yok.

Kapanış jeneriğinde Michael Clarke Duncan’ın bolca gülümseyerek memnuniyetini gösterdiğini anlarla ayrı bir yere konuşlanan The Challenger, öykü odaklı tüm hesapların tuttuğu bir spor draması. Meydan okuyan bir boksörün hikayesini meydan okumadan anlatıyor. Göreceğiniz yeni bir şey yok ama izlediğinize pişman da etmiyor. İlk yönetmenlik denemesinde beklenmedik övgülere boğulan Moran hakkında karar vermek içinse bir sonraki filmini beklemekte fayda var.


Doppler : Bisiklete Binip Takas Yapmalıyız

Perşembe, Şubat 18, 2016
“Sevgili yurttaşlarım. Sizi sevmiyorum. Kendinize bir çekidüzen verin. Aklınızı başınıza toplayıp bu kadar akıllı olmaktan vazgeçin. Ve siz sağcılar, Allahın cezası köpeklerinizden bir kurtulun hele. Yüzünüzdeki o kendinden hoşnut gülümsemeyi silin, artık takasa başlamak zorundasınız. Bisiklete binmek. Bu devran dönecekse, deliler gibi bisiklete binip takas yapmalıyız. Ağaçların arasından esen rüzgarın, çayırlardaki çiçeklerin sahibi kim?”

Andreas Doppler: Çağımızın başarı abidesi. Evli, çocuklu, işinde iyi... Ama mutsuz... İnsanlara sesleniyor. Artık kendinize gelin diyor, çıkın şu tekdüzelikten, size dayatılan şeylerden. Erlend Loe’nin sıradanlığın arasında kaybolmaya mahkum hayatları sabote eden ödüllü romanı “Doppler” nihayet dilimize çevrildi ve raflarda.

1969 Norveç doğumlu yazar, sinema ve edebiyat eğitimi aldıktan sonra askere gitmeyi reddedip sivil kuruluşlarda zorunlu hizmet bulunmuş. Oslo’da yaşıyor, romanlar ve çocuk kitapları yazıyor, çeviriyle uğraşıyor ve senaryo yazarlığı yapıyor. 1993’den bu yana yazıyor. Dilimize ikinci çevrilişi. İkinci romanı “Naiv.Super” ile tanımıştık biz onu. 1996’da yayımlanan romanı 20’den fazla dile çevrilerek dünya çapında bir isim olmasını sağlamıştı. 2003’de Tavanarası Yayınları etiketiyle çıkan “Naif Süper” ne yazık ki yayınevinin kapanmasıyla hak ettiği okur kitlesine kavuşamadı. O dönemde diğer romanların gelmesini de beklerken aldığımız haber hevesimizi kursağımızda bırakmıştı. Yeri gelmişken “Naif Süper”i sahaflarda aramanızı tavsiye edeyim. 

Loe’nin 2004 yılında yayımlanan romanı “Doppler” ormana dönüş çağrısıyla dikkat çeken bir hiciv. Yazarın kendine has üslubuyla dünyaya ve insanlara çağrısı... Büyük ilgi görmüş ve övgülerle karşılanmış bir roman. Anlatıcımız Andreas Doppler… Bir başarı abidesi! İki çocuklu başarılı bir aile babası… Yeni tadilattan geçmiş evi, başarılı olduğu işi dahil olmak üzere sıradan bir insanın istediği her şeye sahip bir orta sınıf kentlisi. Babasının ölümüyle sarsılan kahramanımız bir gün ormanda dolaşırken bisikletten düşüyor ve yarı baygın vaziyette uzanırken içinin huzurla dolduğunu fark ediyor. Uzun zamandır hissetmediği huzuru bulmanın sevinciyle ormanda yaşamaya başlıyor. Böylece yaşam biçimini de değiştirerek eleştirilerini sıralıyor. Loe bu eleştirileri harika bir üslupla almış kaleme. “Kimseye akıl verecek halde değilim. Kendime bile. Kendimi ormana atmayı becerdim ama bu iş hasbelkader oldu, uyandığımdan falan değil. Sadece doğru zamanda, doğru yerde bisikletten düştüm.”

“Bizler Norveçli’yiz ve hepimiz biraz tuhafız. Herkes bir tuhaf olduğundan aslında normal olarak tuhaf, yani sonuç itibariyle hiçbirimiz tuhaf değiliz. Yalnızca Norveçli’yiz.” diyen Doppler, başlıyor kıyasıya eleştirmeye. Sözde eğitimli bir ülkede herkesin yarış atı gibi olmasından yakınıyor. Avladığı geyiğin yavrusuyla birlikte yaşamaya çalışırken takas ekonomisine geçerek sonuna kadar gitmeye niyetleniyor. Yaşadığı ormanın bile sahibi var. “Dünya insanlara ait değil, insanlar dünyaya ait. Çiçekler bizim kız kardeşlerimiz. İnsan nasıl olur da herhangi bir şeyi satabilir ya da satın alabilir? Hava sıcaklığının ya da ağaçlardaki rüzgarın sesinin sahibi kim? Dallardaki bitki örtüsünün özlerinde, bizden önce yaşayanların hatıraları saklı. Şırıl şırıl akan derede, babamın ve onun babasının sesi de mevcut. Bastığımız toprağın bağrında atalarımızın tozlarının da bulunduğunu, dünyanın başına gelen her şeyin bizim de başımıza geleceğini, dünyaya tükürsek kendimize tükürmüş olacağımızı falan çocuklarımıza öğretmemiz gerek.”

Sağcılara, insanların samimiyetlerin sorgulanmasına, teletabilere, yüzüklerin efendisine, televizyona, süper marketlere… her şeye karşı Doppler. Üslubuyla gülümseten, modern zamanların dayattıklarına karşı isyan eden bir metin kotarmış Loe. Çok sürükleyici ve tempolu bir metinle harika bir hiciv üretmiş.

“Benim için televizyon izlemek, insanları neden sevmediğim konusunda bir kaynak kitap okumak gibi. Televizyon içimizdeki bütün iğrençliklerin özü. Hayatta zaten kabullenmekte zorlandığımız insana ait özellikler televizyonda göründüğünde doğrudan çarpıcı hale geliyor. İnsanlar salaklaşıyor.”

“İnsan, toplumdan dışlanmış bir biçimde yaşamaya zorlanıyor, sağlıklı kişiler için bile giderek daha motorize hale gelen yerleşik trafik sisteminin bir köşesine itiliyor. Bisikletçiler eziliyor; bizler sessiz azınlığız, avlanmaya çalışılıyoruz; kendi dilimizi konuşmamıza izin verilmiyor, yeraltında yaşamaya itiliyoruz. Ama kendinizi hazırlayın, çünkü mantıksızlık ortada; bisikletçilerin artan öfkesi ve saldırganlığı kimseyi şaşırtmasın. Bir gün, bisikletçi olmayanlar şişkoluktan arabalarına zar zor binerken, bizler onları bütün gücümüzle geri püskürteceğiz.”

“İnsanların sorunu şu: Bir alanı doldurduktan sonra, artık insan diğerlerini görüyor, alanı değil. Büyük ve ıssız araziler, içlerinde bir ya da birkaç insan barındırıyorsa, büyük ve ıssız olmaktan çıkıyor. Bakışların neye dokunacağını insanlar tanımlıyor. İnsanların bakışları neredeyse her zaman diğerlerinin üzerinde. Böylelikle bu dünyada insanların, insan olmayanlardan daha önemli olduğu yanılsaması yaratılıyor. Irzına geçilmiş bir yanılsama.”

İnsanların kendisine dayatılanların arasındaki sıkışmışlıkta otomatikleşmesini kıyasıya eleştiren Doppler, değişim formülünü de veriyor: Deliler gibi bisiklete binelim, takas yapalım. Süpermarketler, alışveriş katalogları, tvde dönen reklamlar derken kapitalizmin arzu nesnesine dönüştürdüğü her şeyin peşinde koşarken kendini kaybeden insana tokat atan harika bir roman “Doppler”, tüm esprilerinin ve ironisinin altında gerçek bir son uyarı var.

Doppler / Erlend Loe
Edebiyat / Roman
YKY'de İlk Baskı Tarihi: Ocak 2016
Çevirmen: Dilek Başak Carelius 
Sayfa Sayısı: 124
Etiket Fiyatı: 11,00 TL


Diablo : Bir Ben Vardır Bende Benden İçeri

Perşembe, Şubat 18, 2016
Seri üretimlerle yeni kuşakların ilgi ve sevgisini kazanan westernler “The Revenant”ın oscar adaylığının da etkisiyle yükselen gözde olmaya devam ediyor. Dönemin kıyıda köşede kalmış insanlarının zorlu yolculukları en favori konu. 2015 yapımı “Diablo” da gerilim harmanıyla bu yolun yolcusu. Üstelik başrolde oğul Eastwood var...

Video pazarı için üretilmiş filmlerin senaristi Carlos De Los Rios ve yönetmen Lawrence Roeck ikinci kez bir arada. İkilinin ilk ortak senaryoları olan gençlik draması “The Forger” 2012’de Roeck’in ilk yönetmenlik denemesiydi aynı zamanda. Lauren Bacall’ın son filmi olarak kayıtlara geçen film oyuncu kadrosuyla dikkat çekmiş ve en azından vasatı aşarak beğeni toplamıştı. İlk filmlerinin çömez oyuncusu Scott Eastwood’a bu kez başrolü veren ikili, Walton Goggins, Adam Beach, Camilla Belle ve Danny Glover ile kadroyu tamamlamış.

Mark Twain alıntısı “İyi de kim Şeytan'a dua eder? 18. yüzyılda insanlar buna en çok ihtiyacı olan bir günahkara dua ediyordu.” ile açılıyor Diablo. 1872 yılının erken kışında Colorado Bölgesindeyiz. İç Savaş'tan 7 yıl sonrası ve halen bunun izlerini taşıyan, toparlanmaya çalışan ülkede bir gaziye odaklanıyoruz. Jackson ile tanışıyoruz. Evinin ve ahırını yakan adamlar karısını da alarak kaçınca ona düşen de peşlerinden gitmek oluyor. Silahlarını kuşanarak yola düşüyor ve macera başlıyor. İyi ile kötü arasındaki çizginin neredeyse yok olduğu ortamda Jackson her şeyi riske atmayı göze alıyor.

De Los Rios ve Roeck modern western metodlarını kullanan senaryolarını ikiye bölmeyi tercih etmiş. İlk yarıda seyircinin kahramanın yanında yer almasını ve peşinden gitmesini planlamışlar. Ortamın tehlikesini de göstererek her an ölümle burun buruna olma halinden beslenmeye çalışmışlar. İç savaş sırasında bir adamın öldürmekten zevk aldığını ve şeytan olarak adlandırıldığı rivayetini de ortaya atarak kötülüğün hasadını da biçiyorlar. İkinci yarıdaysa o şeytanla tanışmanın seyirciyi etkilemesini, şok etmesini bekliyorlar. Ama hesaplar tutmuyor. En büyük pay Scott Eastwood’un berbat performansı. Senaryonun eksikleriyse saymakla bitecek gibi değil. Roeck iyi kareler yakalıyorsa da ortada bir aksiyon yok. İş ilk yarı boyunca vurgulanan rivayeti açıklamaya gelince de hesaplanan etkiden çok uzak ve tahmin edilebilir bir sürprizle tamamen dağılıyor Diablo. Kaçırılan karısını haydutlardan kurtaran adamın öyküsünden bir katilin günlüğe dönüşüyor. Ki bu dönüşüm de akıllara zarar. İnandırıcılıktan uzaklaşarak atılan adımların sonu da saçma sapan bir finalle her şeyin üzerine tüy dikiyor.

Teoride iyi görünen konuyu heba eden “Diablo” neresinden tutulsa elde kalan, 90 dakikalık bir zaman kaybı.

Adichie'nin Tüm Dünyada Ses Getiren Romanı “Amerikana” Can Yayınları’ndan Raflarda

Çarşamba, Şubat 17, 2016
Nijerya’nın önde gelen çağdaş yazarlarından Chimamanda Ngozi Adichie’nin iki gencin uzun yıllara ve farklı kıtalara yayılan destanımsı aşkını anlattığı romanı “Amerikana”Can yayınları etiketiyle raflarda.

“Irkçılığın hiçbir zaman var olmaması gerekirdi, sırf şimdi azalttınız diye aferin beklemeyin..”

Ifemelu ve Obinze, cunta yönetimindeki Nijerya’da yaşayan iki gençtir. Üniversiteleri grevler yüzünden sürekli kapanınca, Ifemelu okulu bitirmek için halasının yanına, Amerika’ya gider. Obinze’nin planı ona katılmaktır ama hem Nijerya hem de Amerika’da yaşanan siyasi karmaşıklıklar yüzünden vize alamaz ve kendini İngiltere’de kaçak bir göçmen olarak bulur. Ifemelu on beş yıl sonra kendine rahat ve güzel bir hayat kurduğu Amerika’dan Nijerya’ya geri taşındığına tutkuları yeniden alevlenecektir. 

Özünde bir aşk destanı olan Amerikana, ana karakteri Ifemelu’nun Amerika’ya taşındıktan sonra arkadaşlık ve aşk ilişkileri, kadınla erkeğin toplumdaki yeri ve kültür çatışması üzerine yaptığı ince gözlemlerle bezeli bir roman. Adını Nijerya’da Amerikalılaşmış insanlar için kullanılan terimden alıyor ve Afrikalı kimliğinin Afrika, Avrupa ve Amerika’daki farklı algılarını sorgularken ırk ve ırkçılık üzerine aslında son derece basit ama tam da basit olduğu için örtbas edilebilen meseleleri gözler önüne seriyor. Biri Amerika’ya biri Avrupa’ya giden iki çocukluk aşkı, Ifemelu ve Obinze’nin hikâyesi üzerinden Batılılaşmanın bir yanıyla Batı’ya “maruz kalmak” da demek olduğunu, sözünü sakınmadan anlatıyor. 

Nijerya’nın önde gelen genç seslerinden Adichie, National Book Critics Circle Ödülü’ne layık görülen ve başta The New York Times olmak üzere birçok mecmuanın yılın en iyi kitapları listesinde yer alan son romanı Amerikana’yla çağdaş dünya edebiyatının önemli isimleri arasına girmeyi başardı. Büyük yankı uyandıran “Hepimiz Feminist Olmalıyız” başlıklı TEDx konuşmasından sonra sadece edebiyatçı değil, feminist kimliğiyle de ön plana çıkan yazarın Salman Rushdie’den Dave Eggers’a kadar birçok hayranı bulunuyor.

Ödüller:
National Book Critics Circle Ödülü
The New York Times Yılın En İyi On Kitabı’ndan biri
NPR “Güzel Okumalar” Kitabı
Chicago Tribune En İyi Kitap
Washington Post Önemli Kitaplar
Seattle Times En İyi Kitap
Entertainmet Weekly En İyi Kurgu Kitap
Newsday En İyi 10 Kitap
Goodreads Yılın En İyisi

“Adichie’nin ustalığını, sonsuz empati yeteneğini ve yüksek toplumsal duyarlılığını kanıtlayan çok eğlenceli, çok sıcak ve nesillere yayılan duygusal bir destan.” 
—Dave Eggers

“Yarı aşk hikâyesi yarı toplumsal eleştiri ve bu yıl okuyacağınız en iyi romanlardan biri... Üç boyutlu karakterler... Adichie derinliklere dalıp yenilikçi karakterler yaratmayı başarmış.” 
—Los Angeles Times

“İnsanı afallatacak kadar dokunaklı ve empati yüklü... Çağımızın utanç verici gerçeklerini cesurca önümüze seriyor... Evrensel insanlık deneyiminin sağlam bir kalemle ele alınmış tahlili. ” 
—The New York Times Book Review

“Göçmenlik, Amerikan rüyası, ilk aşkın gücü ve ten renginin değişken anlamlarıyla ilgili çarpıcı bir roman... Harikulade.” 
—NPR

“Yılın en yenilikçi romanlarından biri... Adichie’nin insana tanıdık gelen, özel bir üslubu var... Kendinizi içinde kaybedeceğiniz, sürükleyici bir kitap.” 
—New York Observer

“Ustaca... Yıllara yayılan bir aşk destanı... Irk ile sınıf meselelerini ve kırık bir dünyaya ait olabilmek için verilen yürek burkucu çabayı hiç çekinmeden ele alıyor.” 
—O, The Oprah Magazine 

“Harikulade... Amerikana çağdaş edebiyatta ender rastlanan kitaplardan: aynı zamanda iğneleyici ve komik bir toplumsal eleştiri olmayı başaran dolu dolu bir aşk hikâyesi.” 
—Vogue

“Önemli bir kitap... gücü ve özgünlüğü, ırka dair incelikli gözlemlerinde yatıyor – Amerikalıların ırklara dair önyargılarını utanmalarına rağmen korumalarına ve ırkçılığın alttan alta hâlâ var olduğuna dair gözlemlerde.” 
—The Economist

“Muhteşem... Adichie, Amerikana’da kurgu aracılığıyla ırk ve kültür meselesine güçlü ve gayet mantıklı bir yorum getiriyor – ve bizlere Amerikan at gözlüklerini çıkararak düşünmemiz için senfonik, çoksesli, büyüleyici bir fırsat sunuyor.” 
—Elle

CHIMAMANDA NGOZI ADICHE, 1977’de Nijerya’da doğdu. Nijerya Üniversitesi’nde bir buçuk yıl okuduktan sonra on dokuz yaşında Amerika’ya gidip İletişim ve Siyasal Bilimler2e devam etti. 2003’te John Hopkins Üniversitesi’nde Yaratıcı Yazarlık, 2008’de de Yale Üniversitesi’nde Afrika Çalışmaları yüksek lisansını tamamladı.  2003’te yayımlanan ilk romanı, Porple Hibiscus (mor Amberçiçeği) Orange Ödülü’ne aday gösterildi; ikinci romanı Yükselen Güneşin Ülkesinde 2007’de aynı ödülü aldı. 2013’te yayımlanan Amerikana, National Book Critics Ödülü’ne layık görüldü. 2012’de “We Should All Be feminist” (Hepimiz Feminist Olmalıyız) başlıklı TEDx konuşmasıyla ses getiren Adichie, Nijerya ve Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşıyor.

AMERİKANA
Yazar: Chimamanda Ngozi Adichie
Çeviri: Zeynep Çiftçi Kanburoğlu
Tür: Roman 
Sayfa sayısı: 637 Sayfa
Fiyatı: 36 TL
Yayın tarihi: 16 Şubat 2016


 
Designed by OddThemes & Distributed by Free Blogger Template