♫ ♪♫ ♪•♫♪ 2006'dan bu yana Film, Dizi, Müzik ve Kitaplar üzerine Yazılar Diyarı... ♫ ♪♫ ♪ ♫ ♪♫

Jurassic World : Daha Fazla Diş

Salı, Haziran 30, 2015
Bilim kurgu, tıp dramaları ve tekno gerilim konulu romanlarıyla gündem yaratan yazar Michael Crichton’un dinozorları canlandırma fikri öyle büyük ilgi görmüştü ki 1990’da yayımlanan “Jurassic Park” hemen blockbuster’a dönüşmüş ve pazarlama başarısıyla tam bir marka haline gelmişti. David Koepp’in senaryolaştırdığı Steven Spielberg’in yönettiği aynı adlı film 1993’e damga vurmuştu. O logonun basıldığı her şeyi almış, t-shirtlerimizi giymiş sinemaya koşmuştuk ve sinemanın ne kadar büyülü olduğunu bir kez daha hissetmiştik. Dinozorların koca perdede arz-ı endam etmesi mucizeydi o dönemlerde. Crichton devamını yazdı, Spielberg yine çekti ve 1995’de “The Lost World: Jurassic Park” ilki kadar iyi olmasa da dinozorları yeniden görme hevesine yenik düşürmüştü bizi. Ne olduysa da ondan sonra oldu. Dinozorlara alışmamızı sağlayan bir dizi örnek peş peşe gelirken önceleri sadece belli dönemlerde belli başlı şehirlerin ev sahipliği yaptığı dinozor sergilerinin de artık en küçük şehirlerin avm’lerini bile gezmesiyle üzerlerindeki tüm albeni gitti. 2001’de maruz kaldığımız “Jurassic Park III” faciasından hiç söz etmesek daha iyi. Tüm bunlardan sonra değişen sadece sinemanın gelişimi ve 3D teknolojisi olsa da yapımcıların parkı yeniden açma iştahı dizginlenemedi. Serinin dördüncü filmi “Jurassic World” büyük bir ilgiyle beklendiği vizyonda… Hem de 150 milyon dolarlık bütçesini daha ilk üç günde çıkartarak sergilediği şovla vizyonda…

Yaz bombasının arkasında dört kişilik bir ekip var: Rick Jaffa, Amanda Silver, Colin Trevorrow ve Derek Connolly… 1996 yapımı “Eye for an Eye” ile birlikte çalışmaya başlayan ikili Jaffa ve Silver’in filmografileri roman uyarlamaları ile devam filmlerinden oluşuyor. Bir sonraki projeleri de şimdiden belli. Roman uyarlaması “In the Heart of the Sea” ile “Avatar”ın ikinci ve üçüncü filmleri. Trevorrow ve Connolly de diğer ikilimiz. Connolly’nin ilk senaryosu 2005 yapımı Tv filmi “Gary: Under Crisis”in yönetmenlerinden biri olan Trevorrow’un yolları kesişmiş ve kısa filmlerle dökümanterlerin ardından ilk büyük çıkışlarını 2012’nin en iyi filmlerinden biri olan “Safety Not Guaranteed” ile yapmışlardı. Festival gezgini ve ödül avcısı bağımsız filmden blockbuster’a geçiş yapmak da hiç kuşkusuz önemli bir başarı. Lakin oyuncu kadrosu bakımından o kadar da şanslı değiller. Chris Pratt, Bryce Dallas Howard, Irrfan Khan, Vincent D'Onofrio, Ty Simpkins, Nick Robinson, Jake Johnson ve Omar Sy cılız kadronun başı çekenleri. İlk filmin kadrosuna oranla hayli sönük olmasının filme de yansıdığının altını çizmeli…

Trevorrow ve yaratıcı ekibi hayali olmak yerine daha dokunulabilir olan sihirli bir dünya yaratmak için yola çıkmış. “Bizim için gelecekte yer alan bilim kurgu bir hayali değil de şimdi var olabilecek bir yeri yaratmak önemliydi. Dinozorlarla yakınlaşabildiğiniz ve dünyalarına adım atabildiğiniz, John Hammond’ın hayal ettiği her şeyin yer aldığı çok gerçek, hissedilebilir bir tecrübe yaratmak istedik.” diyerek durumu özetliyor. Meşhur tema parkı için bizi yeniden Nublar adasına sürüklüyorlar. Evet bu kez daha gerçekçi ve hesap ettikleri gibi daha uluslararası özelliklerle donatılmış bir park. Yaratıcılık anlamında işin görselleştirme kısmında başarılarının hakkını teslim etmek gerek. Ortaya çıkan bu parkın içinde bir hikaye yaratma kısmına gelindiğindeyse aynı başarıyı gösterememişler. Çok basit ve klişelerle örülmüş bir senaryo yaratmışlar. Yetmezmiş gibi bir de yanlış oyuncu seçimleri yapmışlar. Zaten kartondan olan karakterlerini bir de sevimsiz oyunculara teslim etmek pek hoş görülecek bir hata olamıyor. Howard zaten sevimsiz bir tipken, teyze rolü verip ifadesiz suratıyla ortalıkta koşturmasını beklemişler. Bir de üstüne tencere kapak misali başka bir kazma Pratt ile eşleştirmişler. Maceracı kasabalı kaba adamla şehirli temiz titiz kadından oluşan çiftimiz 1984 yapımı “Romancing the Stone”dan ödünç alınmış gibi duruyor ve sırıtıyor. Asıl mevzuyu yaratabilecek iki kardeşe ise fazla zaman ayırmamışlar. Halbuki onların peşine takılsak daha keyifli bir seyir çıkabilirdi ortaya. 

Kısaca konudan bahsedecek olsak anlatacak pek bir şey yok aslında. Zaman değişmiş, yazının başında belirttiğim gibi dinozorlara herkes alışmış. Sponsorların da ısrarlarıyla her yıl yeni bir tür yaratacak ilgiyi canlı tutma dönemi başlamış. Haliyle etik bilimin sınırını delik deşik ederek daha önce dünyada hiç yaşamamış genetiği değiştirilmiş ve yetenekleri keşfedilmemiş bir dinozor yaratmışlar: Indominus rex… Tek kardeşini yemiş yutmuş yeni dinozorumuz tutulduğu izole ortamdan kaçıyor ve beklenen dehşeti yaratıyor. Vahşilik ve zeka yetenekleri bilinmeyen Indominus rex kaçarak ormanın derinliklerinde kaybolduğunda Jurassic World’deki gerek dinozorlar gerek insanlar olmak üzere tüm yaratıklar tehlike altında kalıyor. Dinozorlar hayata kalma savaşı için açıklara, gökyüzüne ve suya kaçar ve artık dünyanın en büyük tema parkının içindeki hiçbir köşe emniyetli değildir.

Bir kaç formülün birleşmesiyle dikişleri görünen kötü bir senaryoya sahip “Jurassic World”, daha iyisini beklemek hakkımızdı oysa... Serinin ilk iki filminin yanına bile yaklaşamıyor. Kafesinden kaçan dinozorun adayı mahşer yerine çevirmesini de hissettiremiyor, kopup gidemiyor şöyle zevkince, zincirlerinden boşanıp... İyi bir finali de yok... Trevorrow’un da iyi iş çıkardığını söylemek mümkün değil. Elbette bunca hasılattan sonra ne desem boş... 

Her şeyin beklendiği gibi çıktığı ve seyircisinin nabzına göre şerbet veren “Jurassic World”, gereksiz sahnelerinin de etkisiyle beklenen şovu gerçekleştiremeyen, ikinci yarısında tempo sorununa düşerek 124 dakikalık süresini de iyi kullanamayan vasat bir gişe canavarı.


Bir Wall Street Gerilim Romanı : Büyük Vurgun

Salı, Haziran 30, 2015
2014 yılı Ağustos ayında yayın dünyasına iddialı bir portföy ile katılan, kurgu ve kurgu dışı türünden yayına hazırladığı kitapların yanı sıra yer verdiği özel dizilerle öne çıkan, satışlarını Beyoğlu’ndaki ofisinden ve kendi web sitesi üzerinden yapan Matbuat Yayın Grubu “Financial Thriller” serisine türün iyi örneklerinden “Büyük Vurgun” ile başlıyor.

James Conway’in 2008 krizinde kârlı çıkan az sayıdaki fonlardan biri üzerinden anlattığı hikâye, uluslararası sermaye piyasalarının ve entegre borsaların işleyişini, bir gerilim hattında ele aldığı akıcı bir roman. Dünyanın büyük reklam firmalarında Global Yaratıcı Direktör olarak görev yapan James P. Othmer, bu kitabıyla sadece yazdığı türü değil, ismini de değiştirerek önceki çalışmalarından farklı bir örnek ortaya koyuyor.

Nasdaq’daki teknoloji şirketlerine ait hisse senetlerinin satışı için Berlin’deki bir fondan verilen talimat o kadar büyüktü ki, Hong Kong’ta bir aracı kurumda çalışan Patrick Lau’nun bu işten alacağı komisyon ona şimdiye kadar kazanmadığı parayı kazandıracaktı. Ya da o, öyle sanıyordu. Tıpkı, eski medya şirketleri için satış işlemi yapmayı kabul eden ve Johannesburg’da bir aracı kurumda çalışan Sawa Luhabe’nin sandığı gibi. Gerçi Sawa Luhabe hayatta kalmayı becerebilecekti; ama Patrick Lau, gözetime takılmasını önleyecek küçük miktarlara bölünmüş yüzlerce işlemi gerçekleştirmesinin üzerinden 24 saat geçmeden evinde ölü bulunmuştu.

Birbirine çok benzeyen bu işlemleri farklı sektörlere ait hisse senetleri için gerçekleştiren Dubai, Rio de Janerio ve Dublin’deki aracı kurum çalışanları için de aynı tehlike söz konusu muydu?
Bu işlemlerin tam karşısındaki alım emirlerinin sahibi ve Wall Street’in yeni yıldızı Yükselen Fon ve sahibi Rick Salvado’nun tüm bunlarla bir ilgisi var mıydı?

Salvado’nun sermaye piyasalarında bir yıldız gibi parlamasını sağlayan istatistik dehası Drew Havens, fonun bazı işlemlerindeki tuhaflığı araştırması için görevlendirdiği adamı Danyy Weiss’in, patronu Salvado tarafından öldürüldüğünü anlamıştı. Peki, buzdağının görünmeyen yüzünde ne vardı?

Şimdi, tüm eğitimi, dehası ve hırsını; önce kendi hayatını korumaya, sonra da bu gizemli olayların arkasındaki sırrı açığa çıkararak arkadaşının intikamını almaya adamıştı; ama başarabilecek miydi? Bu iş sandığı kadar kolay olmayacaktı: “Ha Rick Salvado’yu cinayet ve finansal terörizmle suçlamışsın, ha Pearl Harbour saldırısını Warren Buffett’in üzerine yamamaya çalışmışsın, ikisi de aynı kapıya çıkıyordu”.

Finansal sistem ve ekonomi dünyasının başrolde olduğu bir gerilim romanı. Türkiye’de ilk kez.

Reklam dünyasındaki müşterileri arasında eski ve yeni teknoloji şirketleri, medya şirketleri ve finansal kuruluşlar bulunan Othmer, aynı zamanda, New York University’de yaratıcı yazarlık dersi aldı ve hikâyeleri ve güldürü denemeleri VQR, The New York Times, Nylon Magazine, The Chattahoochee Review ve Madison Review gibi yerlerde yayınlandı. James P. Othmer, ilk romanı Futurist ile kurgu dalında National Magazine Award (2005) finalisti olmuştu. Reklamcılık dünyasındaki anılarını yazığı Adland 2009 yılının ilgi çeken kitaplarından biri olurken, 2011’de ikinci romanı Holy Water’ı yazmıştı.

Müşterisi olan başarılı bir Hedge Fund’a daha iyi danışmanlık yapabilmek için, araştırmacı olarak katılan Othmer, farklı bir türe James Conway müstear adıyla giriş yapmasına ilham veren ortamı burada buldu ve Türkçeye Büyük Vurgun olarak çevrilen “Financial Thriller” türünün iyi bir örneği ortaya çıktı. Kitabın çevirisi Elif Sema Mutlu tarafından yapıldı. 

Matbuat Yayın Grubu’nun Yayın Yönetmeni Onur Yılmaz, kitap hakkında şu bilgileri veriyor:
“Matbuat Yayın Grubu kurgu kitaplarda, Türkçeye bire bir çevirisi çok uygun olmayan “financial thriller” türünde bir seri oluşturmayı planlıyor ve Büyük Vurgun bu türün ilk örneği olarak satışa sunuldu. Kitap, hem finans dünyasının küresel ölçekte nasıl işlediğine dair, terminolojik kullanımı çok öne çıkarmayan ve her okuyucunun anlayabileceği biçimde yazılmış bir panorama sunuyor, hem de gerilim meraklılarına hitap eden yönüyle okuyucu merakını giderek tahrik eden bir ivmeyle oldukça akıcı bir hikâye anlatıyor. 

Sadece Matbuat Yayın Grubu’nun Beyoğlu ofisinde ve www.matbuat.com.tr üzerinde satışa sunulan Büyük Vurgun ile ilgili detaylı bilgi için http://www.matbuat.com.tr/BUYUK-VURGUN__UD10 adresini kullanabilirsiniz.

Orijinal Adı: The Last Trade
Çeviren: Elif Sema Mutlu 
Sayfa Sayısı: 434
Fiyat: 18TL


Bir “İntihar”ın İzinde “Otoportre” : Kendi Kendinin Müzesi

Pazartesi, Haziran 29, 2015
İnsanoğlunun en büyük meraklarından biridir intihar. Nerede intihar etmiş biri olsa önlenemez bir merakla neden kendi hayatına son verdiğinin cevaplarını arar. Çoğunlukla hiçbir cevap tatmin etmez ve soru işaretleriyle doludur. O hayat hikayesi didik didik edilmek istenir ve hep incinmiş bir ruh görünür ufukta. İntihar etmiş yazarlarsa daha geniş bir araştırma alanı sunar meraklısına. Woolf ve Plath gibi günlüklerle tatmin edilmeye çalışılır bu merak ve iyi kaynaklardır. Kuşkusuz sonu intiharla biten her öykünün üzerinde ayrı bir hava var. Ayrı bir “cool” tavır ve “kült” olma potansiyeli. Bunların şimdilik sonuncusuyla geçtiğimiz yıl Sel Yayınları sayesinde tanıştık: Édouard Levé...

1965 doğumlu Fransızla Mart 2014’de yayımlanan romanı “İntihar”la tanışmıştık. Mart 2015’de de merakla beklediğimiz “Otoportre” yayımlandı. Yazar yirmi yıl önce intihar etmiş arkadaşına yazdığı uzun bir mektup şeklindeki metinle harika bir portre çıkarıyor. Hayatı reddeden kahramanının portresi ne kadar gerçekçiyse bir o kadar da gerçek dışı olduğunu hissettiriyor okura. Belkileri ve soru işaretleri bol bir roman. Gerçekten arkadaşını mı anlatıyor yoksa hayali bir arkadaş mı anlattığı... Soru işaretlerini büyütense kitabı tamamladıktan on gün sonra intihar etmesi... Kendisini anlatıp sonunu da önceden yazıp haber vermiş olabilir mi? Kuşkusuz kitabın kült haline gelmesini sağlayan etkenlerden biri bu... Her kült kitabın iyi olması gerekmez ama Levé’nin kalemi olabildiğince gerçek ve detaylı. Hiç bir ayrıntıyı atlamadan direkt bir anlatıcı... Olabildiğince yalın ve lafı dolandırmadan dolaysız... Kopuk kopuk anlatımıyla gerçek ile kurgunun birbirine karıştığı bir gelgit yaratmış Levé... Tıpkı yaşamı gibi...

Kısa ömrü boyunca kurmacayla gerçeği birbirinden ayıramamaktan muzdaripmiş Levé... İşletme eğitimi almış, 1991’de resim yapmaya başlamış. Soyut resimler yaptığı dönemin sonunu tablolarını yaparak getirmiş. 1995’de çıktığı bir Hindistan seyahatinden sonra fotoğrafla ilgilenmeye başlamış ve önemli dergilerde yer almış. Fotoğraflarından seçkiler de on kitapta yayımlanmış. İlk anlatısı “Oeuvres” 2002’de yayımlanmış, 2004’de “Journal”... 2005’de “Autoportrait” ile kendisini anlatmış ve son anlatısı “Suicide”ı yayımcıya teslim ettikten sonra 15 Ekim 2007’de intihar etmiş. Yayımlanışıysa 2008...

Kuşkusuz “Otoportre” onu anlamak için çok daha geniş bir kaynak ama “İntihar”da “Hayatımı tam olarak tarif etmek isteseydim, bu iş onu yaşamaktan daha uzun sürerdi.” diyor. Okuru da kendisi gibi gerçekle kurguyu birbirinden ayıramayacak hale getiriyor yazar, diğer yandan da ekliyor: “Ölümüne dek yaşamının gün gün nasıl geçeceğinin yazıldığı, eksiksiz bir ajanda düşlerdin. Buna karşılık, geleceği bilmemek onu arzulanabilecek bir şeye dönüştürebilirdi.” Romanı eksiksiz bir ajanda olarak okuyabilir miyiz o halde? “Otoportre”den önce bir portre oluşturabilir miyiz satır aralarından? Yoksa bir yanılsamayı kucağımıza mı bırakıyor Levé... Yaptıklarımız ve yapamayacağımız çok şey var ne de olsa... “Yapmadığın o kadar çok şey var ki insanın başı dönüyor, çünkü bizim de yapamayacağımız ne kadar çok şeyin olacağını gösteriyor. Zamanımız yetmeyecek. Sen beklememeyi seçtin. Sonsuz sanıldığı için yaşama tutunulmasını sağlayan gelecekten vazgeçtin. İnsan tüm yeryüzünü kucaklamayı, tüm meyvelerin tadına bakmayı, tüm insanları sevmeyi isteyebilir. Bizi umutla besleyen bu yanılsamalara sırt çevirdin."

Anlamlandırmak isteyen okura hemen cevabı yapıştırarak sarsıyor Levé... “Yalnızca yaşayanlar tutarsız görünür. Ölüm, onların yaşamını oluşturan olay dizisini sona erdirir. İşte ondan sonra, boyun eğip o olaylara bir anlam yüklemeye çalışırız. Anlam yüklemeyi reddetmek demek, bir yaşamın, dolayısıyla yaşamın kendisinin saçma olduğunu kabullenmek demektir. Senin yaşamınsa olmuş bitmiş şeylerin tutarlılığına erişmemişti. O tutarlılığı ölüm kazandırdı ona.” Tutarlılığını ölümle kazanıyor ya da kazanmak istiyor. Dipnotları da serpiştirmeyi ihmal etmiyor: “Ölümden korkmuyordun. Ondan önce davrandın, ama onu gerçekten arzulamadan: İnsan bilmediği şeyi nasıl arzulasın?” diyor, “İnsan kendini iyi bir nedenden ötürü öldürür mü?” diye soruyor ve ekliyor: “Giriştiğin işleri bitirmek yerine, kendi işini bitirdin.”

Sarsacak bir metin “İntihar” demiştim... Gücünü, her okumada yeni bir soruya yeni bir cevabı aratmasından alıyor. “Arzu gerçekleşmediği sürece uzar. Hazza gelince, o arzunun ölümüne, çok geçmeden de hazzınkine işaret eder. Ne tuhaf, başlangıçları severken, kendini öldürdün: İntihar bir sondur. Acaba bir başlangıç olduğunu mu düşünüyordun?” 

“Otoportre” ise tam bir başyapıt. İnsanın kendisini anlatması zordur. Kendisinden bile sakındığı, dillendirirse meşrulaşacağından korktukları vardır. Açık etmek istemez hiçbirini. Kendini anlatmak daha çok olumlamaktır bu yüzden. Gerçekleri abartarak pembe tablo çizmektir çoğu zaman. Levé için belli ki çok kolay... Kendini allayıp pullamıyor. Samimiyet kurmaya bile girişmeden çabucak aşıyor. Hatta tüm benliğini açacak kadar aşırı bir samimiyeti var. Herhangi bir insanı karşınızda bu kadar çırılçıplak görebileceğinizi sanmam. Yine gerçek ile kurgu iç içe geçmiş. Belli bir kurgusu, şablonu olmadan yazmış. Aklına gelen her şeyi peş peşe sıralamış Levé... Ayıklamamış, elekten geçirmemiş, doğrunun ya da yanlışın peşinde koşmamış. Bu bir resim ya da fotoğrafsa kalıpları da önemsememiş. Tezatları ve çarpıklıklarıyla da var olan bir portre bu. Ne dediyse okurunda karşılık bulan cümleler. Özdeşleşmek de mümkün, kıskanmak da... Samimiyeti aştığı anlarda utandırıyor ve kızdırıyor bazı anlarda da... Ama geneline bakınca bir insanın kendini bu kadar detaylı anlatabilmesi hayranlık uyandırıyor. Kendi kendisinin müzesi oluyor ve okurunu bu müzede gezdiriyor. Ve elbette her cümlesiyle intiharına doğru giden yolu da adım adım arşınlıyor.

Bir “İntihar”ın izinde Édouard Levé’nin “Otoportre”sini çıkarmak her okumada farklı bir bulmaca sonuç olarak. Okunması gereken iki kült kitap, gerçekle kurguyu ayırt etmenin şart olmadığını da kabul ettiriyor. Ne de olsa hayatın içinde olasılıklar var ve o yığının içinde her gün savrulup gidiyoruz. Tam da onun dediği gibiyiz: “Sen bir olasılık yığını oldun, hep öyle kalacaksın.”


Stitchers : Anılara İlmek

Pazartesi, Haziran 29, 2015
Ailecek izlenen eğlencelik dizilerin kanalı ABC Family’nin Haziran yenisi “Stitchers” diğer dizilerinde olduğu gibi yine gençlerden oluşan kadrosuyla bilim kurgu ve polisiyeyi bir araya getirerek katillerin peşine düşüyor. 2 Haziran’da başlayan “Stitchers” az dizili yaz sezonunda Salı akşamlarının alternatif eğlenceliği olarak sürüyor.

Kanalın pilot bölümünün prömiyerini web sitesi üzerinden yaparak ilgi çekmeye çalıştığı dizinin yaratıcısı Jeff Schechter. İlk senaryosu “Bloodsport 2” olan Schechter, sonrasında aile filmlerine kaymış ve 1998’den bu yana türün yapımcısını memnun eden ismi. Dizi konusunda pek şansı tutan bir isim değil. Denemeleri hep sonuçsuz kalırken, “Transporter: The Series”in iki bölümüne katkı vermek dışında başarılı bir işin künyesinde adını görmek de zor. 2013 yapımı “Exploding Sun” ve “The Hunters”a bakılırsa daha önce izlenmişlik havası veren işlerle klişe işler çıkarıyor. Zaten ABC Family’de her saniyesinden yaratıcılık fışkıran bir dizi izlemeyi de kimse beklemiyor. Oyuncu kadrosu bir iki tanıdık sima dışında yeni isimlerden oluşan dizinin yıldızı modellikten oyunculuğa geçiş yapan Emma Ishta… 1991 doğumlu genç Avustralyalı çağın sevdiği androidvari ifadesiz yüzüyle dikkat çekiyor. Konuk oyuncu olarak attığı ısınma turlarından sonra tam kendisine göre bir rolü kapmış. “The Carrie Diaries”in Seth’i Kyle Harris, “Warehouse 13”ün Claudia’sı Allison Scagliotti, Ritesh Rajan, “Eureka”nın Allison’ı Salli Richardson-Whitfield ve Damon Dayoub da ona eşlik edenler. 

Gelelim dizinin konusuna… Kirsten’le tanışıyoruz… Kendisini büyüten adamın ölümüyle sarsılan kızımız bir yandan bunun intihar süsü verilmiş bir cinayet olduğunu düşünerek araştırmaya girişirken diğer yandan ev arkadaşıyla dönem ödevi krizi yaşıyor. Polise karşı tavrı da hayli sinirli ve çemkirmeli olunca kendisini uzun süredir takip ettiklerini söyleyen bir birim harekete geçerek aralarına katılma teklifini getiriyor. Kızımız displazi hastası olarak doğrucu davut ve empati yoksunu… Ciddi suçları araştıran ve adı dizide geçmeyen bir federal birim için hissiyatsızlığıyla tam anlamıyla biçilmiş kaftan olan Kirsten teklifi bir deneyelim de görelim kabilinden kabul edince olaylar da başlıyor. Bir çin lokantasının metrelerce aşağıda kurulmuş binaya girdiğimizde “ilmekçiler”le tanışıyoruz. Cesetlerin beynine bağlanarak anılarını aktaran bir cihaz yapılmış ve bu yolla cinayetleri çözüyorlar. Ceset şeffaf bir tankta, Kirsten su dolu bir tankta beyinler senkronize ediliyor ve belli başlı kurallara bağlı olarak anıların arasında dolaşıyor. Her bölüm bir cinayeti çözmekle olmaz elbette, sezona yayılan bir iki de yan öykümüz var. Kirsten’den önce ilmeklenen kızın komada olması, Kirsten’in ailevi geçmişi, birimin başındaki Maggie’nin bildiği ama söylemediği şeyler, Cameron’ın genç yaşına rağmen taşıdığı ameliyat izi ve korkuları sezon boyunca azar azar işlenerek büyük resmi tamamlamak üzere hikayenin parçaları…

İlmekleme meselesine “Fringe” dizisinden aşinayız. Daha ciddi bir bilim kurgu olduğu için haliyle inandırıcı bir yöntemdi ama Schechter daha hafif bir şekilde daha çok şova yönelik olarak işliyor. Genç dâhilerden oluşan bir ekiple dolu odada hiç inandırıcı olmamasına şaşırmamak lazım… Kirsten’in özel giysisinin absürtlüğü ve ilmekle anlarında ekiple diyalogları gibi detaylar da çok kötü tercihler. Ana konunun defalarca işlendiği de malum. Hayaletlerle iletişim kurabilen kadınlar, medyumlar derken son olarak “iZombie”de de benzer bir işleyiş söz konusu. Onda da kahramanımız anılara dahil oluyor ama bunun için ilmeklenmesine gerek yok, maktülün beynini yemesi yeterli. Yaratıcılık hataları dışında “Stitchers”ın birde kendini fazlaca ciddiye alma sorunu mevcut. Biraz espriye, konuyu hafifletecek ikili çatışmalara ihtiyacı var. Onun yerine daha ilk bölümlerden gönül ilişkilerine meyletmeyi tercih etmek de yine bir başka hata. 

Şimdilik dört bölümü geride bırakan ve anlaşılan her bölümde bir cinayeti çözerken bir iki soruyu sezon finaline kadar işleyecek olan “Stitchers”, sıradan bir ABC Family eğlenceliği olmayı bile başaramayan kötü ve gereksiz bir dizi. Yaz sezonunun en kötülerinden biri…


Yitik Ülke’den 26 Yazarlı Yeni Kitap: Eski Sevgiliye Yazılmış Mektuplar

Pazartesi, Haziran 29, 2015
Tezcan Topal’ın derlediği 26 yazarlı Eski Sevgiliye Yazılmış Mektuplar Yitik Ülke Yayınları etiketiyle raflarda. Bu kitapta üç mektup/öykü dışında tüm metinler yalnızca bu kitap için yazıldı. Yeni yazarlar tanımak ve bu tema altında yazılmış mektupları deneyimlemek adına özgün bir çalışma.

26 yazar elinizdeki özel kitap için bir araya geldi. Aşkı anlattılar... İçlerindeki o sızıyı kâğıda döktüler... Eski sevgiliye yazılmış mektuplara dönüştü sözcükler. Aşk bir metafor oldu bazen, bazen tanımsız bir duygu... Boğazımıza düğümlenen bir duygu...

Birbirinden farklı isimler, birbirinden farklı metinlerle konuk oldu sayfalara. Bu kitapta birçok yazar, şair, eleştirmen, oyuncu ve müzisyen eski sevgiliye gönderilmemiş bir mektup yazdı. Hepsinin kaderi, gönderilip kaybolanların kaderiyle aynı...

Kitaptaki mektuplar Angutyus, Cem Tunçer, Cezmi Ersöz, Dilan Bozyel, Doğu Yücel, Elif Yılmaz, Esra Pekin, Hakan Bıçakcı, Halil Türkden, Hüseyin Köse, Jehan Barbur, Kaan Murat Yanık, Karaçalı, Kaya Genç, Melisa Kesmez, Menekşe Toprak, Mercan Dede, Mert Fırat, Nafer Ermiş, Nilüfer Açıkalın, Onur Caymaz, Siminya, Tarık Tufan, Tezcan Topal, Uygar Şirin ve Zeki Enes Akkan'a ait.

"Eski Sevgiliye Yazılmış Mektuplar", Haz: Tezcan Topal, 142 sayfa, Yitik Ülke Yayınları, 14 TL


Arthur & George : Doyle Dedektifçilik Oynarsa

Pazar, Haziran 28, 2015
Suç hikâyelerinde çığır açan karakter Dedektif Sherlock Holmes ve Profesör Challenger'ın fikir babası olarak ölümsüzleşen Arthur Conan Doyle, ya yazmak yerine bu kez maceraya balıklama atlarsa neler olur? Kurgu ile gerçek olayın arasındaki farkların neler olduğunu daha net göreceği ve bolca insan faktörü ile içgüdünün rol oynayacağı bu maceraya atılmak ününü de gölgeleme ihtimaliyle risklidir aynı zamanda… Riski alır ve gerçeğin peşine düşer… 2015 İngiliz yapımı mini dizi “Arthur & George” Mart ayında yayımlanan üç bölümle polisiye tutkunlarını bekliyor.

ITV’nin 2 Mart’ta başlayıp 16 Mart’ta biten dizisi aynı adlı romandan uyarlama. İngiliz yazar Julian Barnes'ın onuncu romanı olarak 2005 yılında yayımlanan “Arthur & George” yazara aynı yıl Man Booker ödülü adaylığını da getirmiş ve beğeni toplamıştı. Bizde de 2009 yılında Ayrıntı Yayınevi etiketiyle raflarda yer alıyor. Julian Barnes'ın, yaşamları ve kişilikleri birbirinden çok farklı iki karakterin kesişen yollarını izleyerek kurguladığı romanı, dönemin İngiltere'sinde görülen gerçek bir davadan yola çıkarak, okurunu farklı bir tarihe ve mekâna götürürken, adalet kavramı, toplum vicdanıyla adaletin bir bir kesişip ayrılan dünyaları üzerine düşünmesini sağlıyor. Barnes’ın romanını uyarlayan isim Ed Whitmore olurken yönetmenliği de Stuart Orme üstlenmiş. İngiliz dizilerini sevenlerin tanıyabileceği Whitmore, “Identity”nin yaratıcısı, “Waking the Dead” ve “Silent Witness”in senaryosuna katkı vermiş bir isim. Tek sinema deneyimini de yine bir roman uyarlamasıyla 2007’de “Hallam Foe” ile yaşamıştı. Orme’nin filmografisiniyse saymakla bitmez. 1979’da başlayan başladığı yönetmenlikte ödüllerle taçlanan bir usta olarak anılıyor. İngiliz dizilerinin o bildiğimiz karakter ağırlıklı ağır ama emin adımlarla ilerleyen yapısını temiz işçiliğiyle kuruyor. “Jack Taylor” serisiyle tanınan yönetmenin son dizisi de “Foyle's War” olmuştu. Martin Clunes, Arsher Ali, Charles Edwards, Art Malik ve Emma Fielding de oyuncu kadrosunun başını çeken isimler. “Doc Martin” olarak tanıdığımız Clunes, ünlü yazarı canlandırırken iyi bir iş çıkarıyor, “Four Lions” ile keşfettiğimiz Ali de gayet iyi ama kadronun en güzel yanı “Murder Rooms: Mysteries of the Real Sherlock Holmes”da A. C. Doyle’u canlandıran Edwards’ın bu kez yardımcısı Alfred’i oynuyor olması. 

Gelelim dizinin konusuna… 1907 yılındayız… Göz doktorluğunu bırakmış ve romanlarıyla ününün tadını çıkaran Doyle, eşinin ölümüyle yasa boğulmuş durumda. Çevresinin deyimiyle gözlerindeki ışığı kaybetmiş. Metresinde de aradığı mutluluğu bulamayınca kendisine ulaştırılan bir mektup ilgisini çekiyor. Hint kökenli bir avukat çiftlik hayvanlarını vahşi şekilde öldürmekle suçlanmış ve hüküm giymiş. George Edalji’nin bu suçu işlediğine dair hiçbir kanıt olmadan verilen bu cezanın ardından avukatlık kariyeri de sona ermiş. Dava ile ilgili detayları okuyan Doyle, hayatında ilk kez dedektiflik işine giriyor ve George’un suçsuz olduğunu kanıtlamak üzere maceraya atılıyor.

Hint kökenli bir köy papazının öğretileriyle büyüyen, içine kapanık George Edalji… Alkolik bir babanın oğlu olarak annesinin anlattığı şövalye masallarıyla büyüyen hayal gücü kuvvetli Arthur Conan Doyle… İki tezat adamın yolları gerçek bir hikayeden esinlenen dava ile kesişir ve ortaya trajikomik ironilerle dolu bir öykü çıkar. Elbette bu ironiyi üç bölümlük bir dizide işlemek zor ama yine de kısmen de olsa dizi bu konuda başarılı. Daha çok Doyle’un karakterine ağırlık veren ve yardımcısıyla diyaloglarından komedi çıkaran bir yapım. Ve elbette davayı polisiye sevenler için leziz bir şekilde çözüme kavuşturuyor. Doyle’un döneme, romanlarına ve meşhur Moriarty’e dair göndermeleri de Holmes fanatiklerinin yüzünü güldürmek için yeterli. Romanın daha derinlikli olduğunu, ölüm, maneviyat ve insanı dürtüler gibi temalarla zenginleştiğini belirteyim. Üç bölümlük mini dizi formatı elbette bu derinliklerin ve temaların devre dışı kalmasına yol açmış ama gayet başarılı bir uyarlamaya imza atılmış.

Karısının ölümüyle vicdanı ile yüreği arasında nefessiz kalan ünlü yazarın hayatına tam da ihtiyaç anında anlam katan davanın izinden giden “Arthur & George” yazarın hayranları ve polisiye severler için seyri keyifli bir macera sunuyor.  


Get Hard : Hapishaneye Hazırlık Dersleri

Cumartesi, Haziran 27, 2015
Bir milyoner için hapishane kabusun tam karşılığıdır. Hiç bilmediği bu dünyada hayatta kalmaya çalıştıkça batacak ve kısa sürede hayatının zindana çevrildiğini görecektir. Peki ya önceden her şeye hazırlık yapma şansı olursa? 2015 yapımı Amerikan işi “Get Hard”, yaşayacaklarının provasını önceden yapma şansı eline geçerse neler olacağının cevaplarını vermeye çalışıyor.

Bir komedi için çok başlı bir proje “Get Hard”... Dört kişilik bir yaratıcı ekibin ellerinde çıkma. Adam McKay, Jay Martel ve Ian Roberts konuyu bulmuş... “Anchorman”in senaristi ve yönetmeni McKay, “The Awful Truth”un senaristi Martel ve üç sezonu deviren “Key and Peele”nin senaristi Roberts’dan oluşan üçlüye dahil olan Etan Cohen yönetmen koltuğuna da oturmuş. Tv işlerinin ardından 2006’da “Idiocracy” ile iyi iş çıkaran Cohen iki yıl sonra “Tropic Thunder”la bunu tekrarlayarak adını duyurmuştu. Aynı yıl “Madagascar: Escape 2 Africa”ya da imza atmış olsa da beklediği fırsatı “Men in Black 3”le yakalamış ve her ne kadar devam filmi de olsa ilk kez bir senaryoyu tek başına kotarmıştı. Bu kez bir adım daha atmış ve ilk kez yönetmen denemesine soyunmuş. Başrolde de elbette Will Ferrell yer alıyor. Kevin Hart, Craig T. Nelson, Alison Brie, Edwina Findley Dickerson ve Erick Chavarria da ona eşlik edenler arasında başı çekenler...

İşinde başarılı bir milyonerle tanışıyoruz... James tam bir kral ve patronunun kızıyla evlenmek üzere olan bir adam... Yatırım şirketinin ortaklığını da kaptığı günün gecesinde verilen partide her şey değişiyor. Şirketteki yolsuzluğu kanıtlarıyla önüne konunca başlayan mahkeme süreci sonunda yüksek güvenlikli bir cezaevinde yatması kararı alınıyor. İşlerini yoluna koymak üzere otuz günlük bir süre veriliyor... Böylece Darnell ile tanışıyoruz... Arabaları yıkayan ve ev almak için paraya ihtiyacı olan bir adam... James’i çaresiz görünce sohbetleri hapishanede yaşamaya alışması gerektiğine çıkıyor. James için her şey istatistikten ibaret. Öyle ya, karşısında siyah bir adam var ve muhtemelen hapishanede yatmıştır. O zaman ona yardım eder. Böylece James’i hapishane hayatına alıştırmak üzere eğitmenimiz Darnell oluyor ve macera başlıyor...

Çok basit bir fikirden yola çıkarak ezber bozmadan beklenen tüm tiplemeleri kullanarak güldürmeye çalışan bir film “Get Hard”... Özel karakterler yaratmak ya da sahneler kurmak gibi bir derdi yok. Konuyu okuduğunuzda aklınıza neler geldiyse hepsini işlemeye çalışarak eğlendirmeye çalışıyor. Olabildiğince bel altı esprilere yaslanıyor... Menüsü de bir hayli geniş bu konuda ve bolca tekrar yapıyor. Anüste bir şeyler saklamak, tecavüze uğrama ihtimalleri, saksafon çekme ve akla gelebilecek her türlü cinsel muamele üzerinden güldürme denemeleri. Ferrell’in ağzını açarak bir penise ağır çekimde yaklaşması tüm bu komedi çaresizliğinin doruk noktası... Bunlara gülebiliyorsanız film tam size göre, hiç durmayın izleyin. Süresinin yarısını bel altı esprilerle geçirmeye çalışmanın da fazlaca abartılı durduğunu da kabul ederek izleyin. Kalan sürede de klasik zenci söylemleri ve çeteleri ile dazlaklar çetesi geyikleri dönüyor hepsi bu. Yaratıcıkla uzaktan yakından bir ilişki kurulmadan sıralanan esprilerle geçirilecek 100 dakika... Ucuz senaryonun her şeyi işleme merakı yüzünden dağılan filmi tempo sorunu da mevcut. 15 – 20 dakika daha kısa olabilirmiş. 

Yılın Will Ferrell komedisi olarak merakla beklenen ve Mart’ın son haftasında dünyanın gösterime giren 40 milyon dolar bütçeli film ilk üç günlük hasılatıyla yapımcıların yüzünü güldürdü. Toplam 90 milyon dolarlık hasılatla kapanışını yapması da hayli şaşırtıcı. Karakterlerinden olay örgüsüne tamamen klişelerden beslenen ve bel altı esprilerle eğlendirmeye çalışan “Get Hard”, alacağınız keyfin komediyi nerden sevdiğinize göre değişeceği bir seyirlik.


Rhythm 0 : “Bizim Kültürümüzde Yalnızlığa Yer Yok”

Cuma, Haziran 26, 2015
Rhythm 0 adını yeni yeni duyulmaya başladığımız alternatif seslerden biri ve Neo-Folk’un ülkemizdeki temsilcisi. Adını 2014’te duymaya başladığımız ama önümüzdeki günlerde sık sık duyacağımız RHYTHM 0 hazır yeni cdsini yayınlamışken Mert Yıldız ile RHYTHM 0 ve daha önceki çalışmaları hakkında keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.

Underground piyasayı takip edenler seni 90’larda Vassago adlı grubun ve çıkarttığın Dead Comedian fanzinden tanıyorlar. Fakat senden bir daha haber alamadık ta ki RHYTHM 0’u duyana kadar. Bu uzun zaman aralığında neler yaptın geri kalanını senden dinleyelim.
Zihnimi biraz zorlamam lazım. Vassago'yu lisede kurmuştum. Gençken solo müzisyen olmak ya da bir projeyi tek başıma sırtlamak hiçbir zaman aklımdan geçmemişti. Neticede gruplar dinleyerek büyüdük, gruplara hayran olduk ve onlar gibi olmayı hayal ettik. Bir erkek çocuk için "grup" denilen şey, kardeşlik ya da çete hissinin devamıdır. Sanırım ben de hep bunu aradım. Vassago demosunu kaydetme sebebim, belki bu demo sayesinde benimle çalışacak müzisyenler bulabileceğimi düşünmemdi. Tabii ki öyle olmadı, ben de havlu attım. Hatta bir dönem elimdeki ekipmanı da sattım (daha sonra tekrar satın almam gerekti.) 

Müziği tamamen bırakmayı ve kurtulmayı istiyordum ama o benim peşimi bırakmadı. 2000'lerin ikinci yarısında Syphilis Market isimli yeni bir grup kurdum ancak yine kadro sorunları yaşadım. Bir sürü beste ve kayıt yaptık ancak hatırladığım kadarıyla hiçbirini yayınlamadık. Bir dönem Radical Noise, Sterile Noiz Klan ve My Garden elemanlarıyla Pigs Of The Empire diye bir grup kurduk ve iki sene kadar beraber çalıştık. Albüm yayınlama aşamasına gelmişken o grup da dağıldı.

Gerisini biliyorsun. Tanju Can ile KARA CEPHE'yi kurarak hayatımı kurtardım, bir yandan da kişisel projem RHYTHM 0 ile devam ediyorum. Derslerimi aldım. Artık küçük kan kardeşliklerine ve yalnız kurtluğa inanıyorum.

Dead Comedian'a gelirsek... Nasıl bittiğini hatırlamıyorum. Bir ara web tabanlı bir biçimde sürdürmüştük, sonra araya askerlik girdi ve bitti. Açıkçası bahsettiğin dönem zihnimde epey bulutlu. Askerden geldikten sonra bir sürü dergide kısa periyotlarla yazdım; Zor, Headbang, Yüxexes, Deli Kasap, bir dönem arkadaşlarımla yayınladığımız Electric, vs... Sanırım Rock dergiciliğinin John Sykes'ı gibi bir şey oldum; herkes yaptığım işlerin kalitesinden ötürü benimle çalışmak istiyor ama her seferinde bir problem çıkarıp dergiden ayrılıyorum ve hiçbir maceram uzun süreli olmuyor. Şu an halen Paslanmaz Kalem'de yazıyorum, sanırım bana bir tek onlar katlanabiliyorlar.

90’larda Türk extrem metal piyasasının içinde yer almış birisisin hal böyle olunca senden daha extrem olmasa da heavy metale yakın bir türde bir müzik beklerken Neo-Folk projesiyle  döndün. Bu değişim nasıl oldu?
Büyüdüm. Büyümek tabii ki yaşadıkların ve hayatın seni götürdüğü yer ile alakalı. Herkes için "büyüme"nin sonucu farklı olabilir. Az önce söylediklerim aslında durumu özetliyor. Çocukluk çetelerine ve kalabalık dostluklara inancım ya da ilgim kalmadı. Metal müzik, kalabalık ekipler tarafından icra edilen bir müzik. Bir çeteyle beraberken zayıflıklarını saklayabilirsin, arada kolayca kaynayabilirsin. Kalabalığın içinde kendini gizleyebilirsin. Kendi sözlerini ve düşüncelerini, solistin iki dudağının arasına sıkıştırıp geriye çekilebilirsin. Kısacası kendini korunaklı bir pozisyona koyabilirsin. RHYTHM 0'nun solo proje olmasını istememiştim ama kendiliğinden böyle gelişti. Başka bir solistin arkasına gizlenmeden kendi hislerimi kendi sesimle dışarı vurabilmeyi öğrendim. Bu, bana her anlamda çok şey öğretti. Müzik zevkimin başka yönlere kayması da bununla ilintili olabilir, artık daha kişisel, daha "çıplak" müzikler dinlemeyi seviyorum. İnsanların hikayelerini kendi ağızlarından dinlemek çok daha fazla ilgimi çekiyor. Çünkü o zaman karşında tek başına zayıflıklarıyla ayakta duran birini görüyorsun ve hikayelerinde kendinden bir şeyler bulabiliyorsun. Genel olarak Metal müziğin içinde (belirli istisnalar hariç) artık bunu bulamıyorum.


Folk müziği biliyoruz ama nedir bu Neo-Folk. Dünya da son 15 yıldır Neo-Klasik ve Neo-Folk türünü duymamıza rağmen neden Türkiye’de bu kadar geç örnekler verilmeye başlandı? Türkiye’de başka bu tarzda müzik yapan gruplar var mı? Dünya da ve bizde ki durum nedir Neo-Folk müzik tarzında?
Wikipedia'ya girip "Neo-Folk" yazacak olursan orada muhtemelen çok daha farklı bir tabirle karşılaşacaksın ama benim tabirimle Neo-Folk, "kendi alanını koruma konusunda paranoyaklık derecesinde endişeleri olan kibirli yalnızlar tarafından icra edilen Folk Müzik." 

Neo-Folk'un içindeki Avrupa Paganizmi ve folkloruna olan dönüklüğün temelinde "yabancı" korkusu olduğunu düşünüyorum. Fakat bu "yabancı" korkusunun direkt olarak "göçmenler" ile ilgili olduğunu düşünmüyorum. Bunun, daha ziyade bu müzisyenlerin kendilerini, içinde yaşadıkları toplumlarda "yabancı" görmeleri ile ilgili olduğunu düşünüyorum. Bana göre herkesin birbiri ile bu denli kolay yüz göz olabildiği bir dünyada, içe dönük müzisyenlerin tutuculaşması ve bu durumun onları gelenekselciliğe itmesi doğal bir şey.

Türkiye'de neden Neo-Folk yok? Çok basit, bizim kültürümüzde yalnızlığa yer yok. Bizim toplumumuzda yalnızlık, zayıflıktır. Herkes birbirine sümük gibi yapışmaya programlı. Herkes sürü zihniyetine programlı. "Sürüden ayrılanı kurt kapar" diye atasözümüz bile var. İnsanlar şahsi alanlara sahip olmakla ilgilenmiyorlar hatta bu şahsi alanlar onları korkutuyor bile. Toplumun hangi katmanına gidersen git bunu görürsün. "Tutuculuk" kelimesinin zihnimizdeki karşılığı "yobazlık" ya da "kafatasçılık" çünkü bizim Avrupalı gibi doğaya dönük köklerimiz yok, doğaya dönük köklerimiz İslamiyet tarafından yüzlerce yıl önce yok edildi. Doğa ise salt yalnızlıktır ve ne kadar yalnızlaşırsan doğaya o kadar çok dönersin. Beton binalardaki barlarda sosyalleşmek için haftanın 5 günü eşek gibi çalışan insanların bu tip müziklerde kendilerini bulmalarını beklemek saçma.

RHYTHM 0 ilginç bir isim.RHYTHM 0 nedir, neyi anlatır, neyi amaçlar?
RHYTHM 0, Marina Abramovic isimli ünlü performans sanatçısının bir performansının ismi. Bu projeye 4 sene evvel ilk başladığımda kadro üç kişiydi ve Slow-Core yapıyorduk. Bu ismi o zaman seçmiştim, liriklere uyduğunu düşünmüştüm. Abramovic çok güçlü bir kadın ve güçlü kadın figürlerine tapıyorum. Varlıkları bana garip bir biçimde umut veriyor.

Daha önceki  grubun Vassago ile yurt dışı piyasa ile bayağı bi iletişim halindeydin.Rhythm o ile ne alemde yurt dışı ilişkileri?
Henüz çok fazla tanıtım yapma şansı bulamadım. Birkaç dergide ilk EP'nin eleştirisi çıktı, birkaç online radyo RHYTHM 0 şarkıları çaldı ancak aktif olarak promosyon yapmadım. Yayınlanacak olan "The Big Loss" EP'sinden sonra yoğun bir promosyon çalışmasına girişeceğim. Elimdeki materyalin bunun için yeterli olacağını düşünüyorum.


RHYTHM 0 adını biz daha yeni yeni duymamıza rağmen 1 yıl içinde art arda çalışmalar yayınladın. Bu nasıl oldu parçalar daha önceden hazırmıydı?
"An Aimless Craving"i 1 hafta içinde yazdım ve kaydettim, bir sonraki hafta da CD'ye bastım. "Guddo-Bai"ı da tahminen 1 hafta içinde yazdım, kayıtlarda daha fazla enstrüman kullandığımdan süreç daha uzun zamana yayıldı fakat tümü olsa olsa 4 haftayı bulmuştur. RHYTHM  0 benim müzikal günlüğüm. Parçalar kendiliğinden gelirse geliyor, gelmezse de gelmiyor. Zamanında içinde bulunduğum çoğu proje bir sürü beste yapıp kayıtlarını yayınlama şansı bulamadı ve bu benim için önemli bir ders oldu. Bir müzisyen, içinde biriktirdiği besteleri sisteminden atmadan ilerleyemez. O birikenler onu aşağı çeker. RHYTHM  0'daki mantığım tamamen bu. Parçalar üzerinde çok düşünmüyorum, onları en çıplak halleriyle yayınlamayı seviyorum. Bugünlerde en çok dinlediğim albümler, benzer metotla yapılan, çiğ albümler. Örneğin Johnny Thunders'ın "Hurt Me" albümü. Bence bir başyapıt.

Ben tüm çalışmalarını dinledim fakat Neo-Folk dışında da bazı türlere selam gönderiyorsun. Yaptığın çalışmalardan uzun uzun bahseder misin gerek sözler olsun gerek müzikal açıdan gerekse kapak tasarımları olsun...
Aslında bir tür sınırlamam pek yok. Kendime koyduğum tek bir sınır var, o da sahneye tek başıma akustik gitarla çıktığımda kulağa sönük gelmeyecek parçalar yazmak. Tabii ki bir grup toparlayıp bu parçaları kayıttaki hallerine yakın da çalabilirim ancak hayat bana hep en kötü ihtimali göz önünde bulundurmayı öğretti.

"An Aimless Craving" Neo-Folk'a en yakın duran RHYTHM 0 çalışması. Sanırım konsept bir çalışma olarak bakabilirsin çünkü parçaların tamamı, hayatımdaki spesifik bir dönemle ilintili. Bu EP'yi kaydetmek benim için bir çeşit terapi oldu.

"Guddo-Bai" ise epey farklı. Onu bestelerken daha çok Americana ve Rockabilly dinliyordum, sanırım bu durum parçalara da yansıdı. Aslında "An Aimless Craving"in ardından tam bir Neo-Folk EP'si kaydedecektim ancak ruh halim değişti ve kendimi bambaşka bir şey kaydederken buldum. "Guddo-Bai"dan her anlamda memnunum. Parçaların her biriyle gurur duyuyorum. Kesinlikle ilk EP'den çok daha karamsar ve kara mizah yönü de fazlasıyla baskın. Ayrıca beraber çalıştığım baterist Mikkel Szlavik, tanıdığım en iyi müzisyen. Eğer yarın ölecek olursam, sırf bu kaydı yapabilmiş ve bu parçaları sistemimden atabilmiş olduğum için bir nebze olsun huzurlu giderim.

"The Big Loss" da çok özel bir EP oldu. Buradaki parçalar, RHYTHM 0'nun ilk zamanlarından kalma ve daha çok Slow-Core tarzına yakın. Bu EP ile de gurur duyuyorum, 'The Big Loss' hayatımda yaptığım en iyi beste, kapak ve sunum da gerçekten özel oldu. Ayrıca 'June Midweek' için doğaçlama yaptığımız klibi de çok seviyorum çünkü klipte en sevdiğim arkadaşlarım oynuyor.

Sendeki  değişimi  gördükten sonra şunu merak ediyorum Mert şimdi neler dinler? Mesela ben biliyorum Cenk Taner  vazgeçemediklerin  arasında. Başka  türler, başka gruplar, neler dinlersin?
Bu aralar en çok dinlediğim albüm David Kauffman & Eric Caboor - "Songs From Suicide Bridge" albümü. 1984 yılında kaydedilmiş, yalnızca 500 kopya olarak yayınlanmış ve uzun yıllar sonra tekrar keşfedilmiş bir başyapıt. Böyle keşifler yapmak, yeni gruplar keşfetmekten daha çok ilgimi çekiyor açıkçası. Sürekli olarak dinlediğim ender "yeni" grup ve sanatçılardan birkaçı ise Anna Calvi, Midlake, O'Death, 1476, Blood And Sun, Inc., Spiritual Front, She Past Away... Büyük fanı olduğum belirli Metal ve Rock gruplarını da her daim takip ediyorum ancak bunların sayısı fazla değil.


Geçtiğimiz aylarda Peyote'de bir konser verdin. Nasıl geçti? RHYTHM 0‘a gelen eleştiriler ne yöndeydi?
Konseri neredeyse hiç hatırlamıyorum zira o gün ağır grip geçiriyordum, ilaçlarla zar zor ayakta duruyordum. Burnumun altına sürdüğüm merhem sayesinde vokal yapabildim. Sanırım salondaki herkes içerideki ağır Vicks kokusunun kaynağını merak etmiştir. Gelen eleştirilerin tamamı olumluydu. İlk EP'deki şarkılar ile birlikte, kaydetmekten vazgeçtiğim ikinci EP'deki şarkıları çaldık. Konserin benim için en güzel yanı, en sevdiğim grup olan Cadaverous Condition'ın solisti Wolfgang'in sahnede bize katılması ve birlikte iki şarkı çalmamızdı.

RHYTHM 0 dışında bir de KARA CEPHE‘de çalıyorsun. Özellikle son bir yıldır KARA CEPHE bayağı duyulmaya başladı.KARA CEPHE ile neler yaptınız neler yapacaksınız.En önemlisi KARA CEPHE’yi ne zaman canlı canlı izleyeceğiz?
Şu ana dek yer aldığım gruplar arasında kendimi ait hissedebildiğim tek isim Kara Cephe. Bunun da Tanju Can ile ilgisi var. Bence birbirimizi müzikal anlamda kusursuz biçimde tamamlıyoruz. İlk albümümüz "Unutulanlar" kısa süre önce yayınlandı ve inanılmaz olumlu yorumlar alıyoruz. Konser konusuna gelince... "Öylesine" konser veren bir grup asla olmak istemedik çünkü imza attığımız her işin özel olmasını istiyoruz. Bu nedenle biraz doğru zamanı beklememiz gerekti. Ancak önümüzdeki aylarda bir konserimiz olacak. Ve akıllarda yer edeceğinden emin olabilirsin. 

Son olarak Bodakedi okurlarına ne söylemek istersin?
RHYTMH 0 çalışmalarını rhythm0.bandcamp.com adresinden veya facebook sayfasından takip edebilirler. Röportaj için çok teşekkürler, çok güzel sorulardı.


https://www.facebook.com/0rhythm0
https://soundcloud.com/rhythm-0

Röportaj: Semih Şimşek





İletişim Yayınları’ndan Temmuz Yenileri

Perşembe, Haziran 25, 2015
İletişim yayınları Temmuz ayını beş yeni kitapla karşılıyor. “Bozkırda Altmışaltı” ile çeşitli ödüller kazanan Mustafa Çiftci’nin, ilk hikâyelerini derlediği “Adem’in Kekliği ve Chopin”, Bülent Çallı’nın yeraltı edebiyatına göz kırptığı fantastik öğeler taşıyan sıra dışı kurgusuyla zifiri karanlık romanı “Simsiyah” ve Vecdi Çıracıoğlu’nun denize ve denizcilere dair üçlemesinin ilk kitabı “Sarıkasnak” ayın yeni romanları. Colin Storer’in yalnızca belli bir tarihi dönemi incelemekle kalmayan, siyaset bilimi açısından da demokrasiyle ilgili birçok soruyu yeniden gündeme getiren eseri “Weimar Cumhuriyeti'nin Kısa Tarihi” ve Esra Özyürek’in Almanya özelinde İslâmiyet’i seçen Avrupalıları konu edindiği incelemesi “Müslüman Olmak Alman Kalmak” da ayın diğer kitapları. Kitapların çıkış tarihi 3 Temmuz…


Adem'in Kekliği ve Chopin / Mustafa Çiftci
Bozkırda Altmışaltı ile çeşitli ödüller kazanan Mustafa Çiftci, ilk hikâyelerini derlediği Adem’in Kekliği ve Chopin ile karşımızda… İletişim Yayınları’ndan çıkan kitabında Çiftci, okuru yine insancıl kaleminden doğan derinlikli karakterleriyle buluşturuyor. Anadolu insanının tanıdık hikâyelerini günlük hayatın telaşlarına karıştıran Adem’in Kekliği ve Chopin, samimiyetle bezeli bir öykü derlemesi…

"Galeri denilen yer üç tane salon. Biz birinin işini bitirince gidiyoruz. Haftaya kalmadan diğer salon için çağırıyorlar. İş kolay, hem de makara yapıyoruz. Hasan’la tıkır mıkır çalışıyoruz. İşte böyle çalışırken ben O’nu gördüm. Beyaz bir elbise giymiş, boynuna kırmızı bir şey sarılı, yürümüyor, sanki uçuyor. Geldi salonun en dibindeki resme bakmaya başladı. O resme bakıyor, ben O’na bakıyorum. Ne kadar baktık bilmiyorum, Hasan gelip koluma vurdu. 
– Bora Bey seni çağırıyor.
'Geliyorum,' deyip kafamı çevirdim ki, O gidiyor." 

Yozgat’tan Ankara’ya gidenler, Ankara’dan Yozgat’a dönenler… Böcüklü saksılar, hayırlı kısmetler, Pabrikalar, yevmiya hesabı yapan ırgatlar, usul aksak evlerine varanlar, perzulaya yumulanlar, kalbi taş olanlar, dudakları kıpır kıpır diyeşet okuyanlar, essahlı konuşanlar… Oy oyy Doktur melhamı yok mu bunun? Bozkırda Altmışaltı’yla tanıdığımız, iyimser ve insancıl Mustafa Çiftci dünyasının ilk örnekleri. Adem’in Kekliği ve Chopin, Çiftci’nin ilk hikâye kitabı…
Türkçe Edebiyat, 139 sayfa, 14,00 TL


Simsiyah / Bülent Çallı 
Bülent Çallı, İletişim Yayınları’ndan çıkan kitabı Simsiyah’ta yeraltı edebiyatına göz kırpıyor. Fantastik öğeler taşıyan bu sıra dışı kurgu, Siyah Paltolu Adam’ın peşinden koşarken bir labirente dönüşen sokakları tüm ürkütücülüğüyle anlatıyor ve okurları da bu maceranın içine sürüklüyor. Arzunun ve baştan çıkarılmanın zifiri karanlık romanı…

"Bana her şeyi anlatmana gerek yok. Beni bu boka bulaştıran Hikmet Usta, bu lağımın nasıl çalıştığını da anlatmıştı. Siyah Paltolu Adam’a doğrudan ulaşılamadığını biliyorum. Ben sana geldiğimde, sen bir başkasına gidiyorsun, o da bir başkasına gidiyor ve sonra belki bir başkası daha. Bana tek söylemen gereken senden sonra kime gideceğim. Sonra tüm bunlar hiç yaşanmamış gibi birbirimizi bir daha görmemek üzere ayrılacağız. "

Çürük evler, bakımsız sokaklar, ne kadar yaşlı olduğunu bilmeyen dükkânlar ve ağır ağır yanan ruhlar… Kendi yarattığı gölgelerin içinde gezinen bir adam... Siyah Paltolu Adam… İblis, avladığı hayvanı çiğnerken ağlarmış.

Bülent Çallı, yalın ve merak uyandırıcı bir sesle, tekdüzeliğin, arzunun ve baştan çıkarılışın hikâyesini anlatıyor. Simsiyah, fantastik bir sessizliğin, güneşin doğuşunu bekleyen açgözlü insanların romanı...

Her şey, zifiri bir siyahlığın içine gömülüyor. 
Türkçe Edebiyat, 300 sayfa, 22 TL


Sarıkasnak “Denize Dair Hikâyat” / Vecdi Çıracıoğlu
Vecdi Çıracıoğlu, denize ve denizcilere dair üçlemesinin ilk kitabı olan Sarıkasnak ile karşımızda… İletişim Yayınları’ndan çıkan kitap, cumhuriyetin kuruluşunun onuncu yılında, bir balıkçı köyünde yaşayan Camgöz Reis’i ve köydeki diğer insanları anlatıyor. Üçlemenin adı gibi, “Denize Dair Hikâyat”la dopdolu bu roman, sevdikleriyle arasına deniz giren, kaderiyle savaşan deniz tutkunlarının romanı…

"Denize giden insan farklıdır ve aşka çağrılan deli divane bir âşık gibi gözden kaybolana kadar, ellerini sallayarak vedalaşır sevdicekleriyle. Yazgısının arkasından koşan deniz insanı için uzundur bu vedalaşmalar..."

İsmi ile müsemma Hoyratdeniz… Kıyısında küçük bir köy, Dünyanıngözü; iki ağızlı, ters dönmüş bir kaşık, belki de denizde yüzen fettan bir kadının omzu gibi… Kıyı köyünde bir dalgıç; dünyaya açılan iki penceresinden birini savaşta kaybeden Camgöz Reis…

Vecdi Çıracıoğlu, “Denize Dair Hikâyat” üçlemesinin ilk kitabında, cumhuriyetin onuncu yılı kutlamalarının arifesinde, iş güç dağdağasına kapılmış deniz insanlarının hikâyesini anlatıyor. Uzun sürmüş kışın ardından açan kızılşap renkli zambaklar, uzun eğrelti otları arasında telaşlı telaşlı dolaşan tavşanlar ve rıhtımın ilerisinde akşamsefaları köyün denizcilerini hayata bağlıyor. “Tutarga, tutarga!” Camgöz Reis derine dalıyor!

Sarıkasnak, ay çıkınca huyu değişen insanlarla uğraşan Camgöz Reis’in, pruva ile ufuk çizgisi arasında ağ ören denizcilerin romanı…
Türkçe Edebiyat, 143 sayfa, 14 TL


Weimar Cumhuriyeti'nin Kısa Tarihi / Colin Storer
Hitler başa gelmeden önce Almanya’da hüküm süren demokrasi deneyimini ve bu demokrasi ortamının neden ve nasıl çöktüğünü anlatan Weimar Cumhuriyeti’nin Kısa Tarihi, geçtiğimiz günlerde İletişim Yayınları’ndan çıktı. Colin Storer’ın yazdığı kitap, Weimar anayasasının Hitler düzenlemeleriyle nasıl delindiğini, cumhuriyetin ve demokrasinin bireylerin aktif tutumu olmadan korunamadığını birçok örnek üzerinden açıklıyor. Yalnızca belli bir tarihi dönemi incelemekle kalmayan, siyaset bilimi açısından da demokrasiyle ilgili birçok soruyu yeniden gündeme getiren, önemli bir eser…

“11 Kasım 1918’de sabah saat 5’te ateşkes imzalandı. Altı saat sonra bütün silahlar sustu ve savaş sona erdi. Bir taraftan ateşkes imzalanırken, diğer taraftan Almanya’da 3 Kasım günü Kiel’deki bir deniz kuvvetleri ayaklanmasının kıvılcımıyla devrim çoktan başlamıştı. Devrim hızla Hamburg, Bremen ve Berlin’e sıçradı. Münih’te ayrı bir ayaklanmayla Bavyera cumhuriyeti ilan edildi. 9 Kasım’da sosyal demokrat Friedrich Ebert şansölye olmuş, Berlin’de cumhuriyet ilan edilmiş, Kaiser tahttan indirilmiş, Bismarck’ın neredeyse yarım yüzyıl önce var ettiği Hohenzollern İmparatorluğu son bulmuş, Alman tarihinde yeni bir sayfa açılmıştı.”

Weimar Cumhuriyeti, Birinci Dünya Savaşı’nın bitişinden Hitler’in iktidara gelişine kadar varlığını sürdüren Alman demokrasi deneyiminin adı olarak tarihe geçti. 1933’e gelindiğinde savaş, yenilgi, devrim, karşı devrim, hiperenflasyon, yabancı işgali, işsizlik ve sokaklarda şiddet vardı. Oysa aynı dönem içinde Weimar deneyimi sanat, kültür, edebiyat, bilim ve toplumsal cinsiyet alanlarında sonraki kuşakların yaratıcılığını ve entelektüel dünyasını besleyecek muazzam örnekleri de yaratmıştı. Bu nedenle Weimar Cumhuriyeti, cumhuriyete sahip çıkan cumhuriyetçilerle demokrasiye inanan birey ve kurumların eksikliğinin nelere mal olduğunu gösteren en önemli örneklerden birisidir. 
Tarih Dizisi, 259 sayfa, 20,80 TL


Müslüman Olmak Alman Kalmak “Yeni Avrupa’da Millet, Din ve Din Değiştirme” / Esra Özyürek
Esra Özyürek’in İletişim Yayınları’ndan çıkan kitabı Müslüman Olmak Alman Kalmak, Almanya özelinde İslâmiyet’i seçen Avrupalıları konu ediniyor. Günlük hayatla sosyolojik araştırmayı birleştiren bu çalışma, Müslümanlığı seçenlerin gerekçelerini anlamayı, kültürel anlamda çatıştığı varsayılan İslâm kültürü ile Avrupa kültürünün bu bireylerin hayatında nasıl birleştiğini ve bu yeni din tercihlerinin yaşamlarını nasıl şekillendirdiğini görmeyi amaçlıyor. Terör üzerinden yükseltilen İslâmofobinin etkisi altında, Müslüman olan Batılılar ve bu ülkelerdeki Müslüman göçmenler arasındaki ilişkinin boyutları ise tabloyu tamamlayarak bize bu konuda hakkında detaylı bir tasvir sunuyor

İslâmiyet’in Batı dünyasındaki varlığı, uzun süredir tartışılıyor. 11 Eylül’den sonra “terör tehdidi” etrafında oluşan güvenlik teyakkuzu ve İslâmofobi, bu tartışmanın öne çıkan ama görüşü karartan bir cephesi. Avrupa’da Müslüman göçmen topluluklarının artan nüfusu ve etkinliği, daha geniş ve derin bir sosyolojik ilginin konusu. Bir de, Müslümanlığı seçen, İslâm’a geçen Batılılar var.

“Müslüman Almanlar, doğuştan Müslüman olan kişilerle yakın bir ilişki yaşadıktan sonra Müslüman olmuşlar ama din değiştirdikten sonra kendileri ile göçmen Müslümanlar arasına bir mesafe koymuşlardı”. Özyürek’in temel bir gözlemi, bu. İslâmî yaşama mümkün olduğunca “Alman görünümü” verme çabaları da, bu gerçeğin bir veçhesidir. İhtida eden Almanların/Avrupalıların “Müslüman olarak kalmalarının ya da Ümmet’e tam olarak kabul edilmemelerine rağmen İslâm’ı yaşamaya devam etmelerinin sebebi Selefilerdir”. Özyürek, bu kilit tespitini, şu kritik soruyla bağlıyor: Avrupa’da İslâm’ın geleceğine Selefi akım mı damgasını vuracak?

Esra Özyürek, ideolojiler ve geniş ölçekli sosyolojik gözlemlerle sınırlı kalmayıp günlük hayata nüfuz eden araştırmasında, Almanya örneğinde, Müslüman olan Batılıların nasıl Müslüman olduklarına mercek tutuyor. Hem ne gibi bir ihtida deneyiminden geçerek İslâm’ı benimsediklerine hem de Müslüman olduktan sonra bunu nasıl yaşadıklarına…
Araştırma-İnceleme Dizisi, 272 sayfa, 21,30 TL



Kahve Yayınları'ndan Yeni Kitap : Petekgözlü Adam

Çarşamba, Haziran 24, 2015
Kurulduğu Nisan 2012’den bu yana dünya edebiyatının farklı ülkelerinden önemli romanları dilimize kazandıran Kahve Yayınları’nın yeni kitabı Tayvan’dan… Wu Ming-Yi’nin övgüyle karşılanan romanı “Petekgözlü Adam” raflarda…

1971 doğumlu yazarın dördüncü romanı olan “The Man with Compound Eyes” 2011 yılında yayımlanmış ve İngilizceye çevrilen ilk romanı olarak yankı uyandırmış. Meşhur kitap yorumu sitelerinde de yüksek notlar alan bir klasik haline gelmiş. Ülkesinin yeni sesi olarak adlandırılan yazar ödüllerle de taçlanarak dikkat çekiyor. Yeni yazar keşfinde olanlar için çok iyi bir seçenek var karşımızda… Merakla okumayı bekliyoruz…

Ölmeye karar vermiş, ölmek için bütün hazırlıklarını tamamlamış bir kadın; okyanusun uçsuz bucaksızlığında tek başına yaşayan hayali bir adadan gelen bir delikanlı. Tsunami, dünyadaki bütün insanların attığı çöplerden oluşan muazzam bir Çöp Girdabı’nı Tayvan kıyılarına çarptığında ikisinin yolları beklenmedik biçimde kesişiyor, onlarınkiyle birlikte çevrelerindeki insanların hayatları katman katman açılarak gözlerimizin önüne seriliyor. Sadece bu hayatlara değil, Tayvan’a da yakından bakıyor, oradan çevreci harekete ve dünyayı nasıl hızla, geri dönülemez biçimde tüketip mahvettiğimize uzanıyoruz. 

Şafakla birlikte ispermeçet balinasına dönüşen ada ruhları, tırmanılacak dağ yolları, kentsel dönüşüm, Aborjin halkları, akdarı şarabı, Orman Kilisesi, efsaneler, masallar, böcekleri seven kayıp çocuk, şarkılar, hepsinin içinden kuyruğu havada gururla geçen siyah-beyaz kedi ve Petekgözlü Adam. 

“İnsanlar yaşamak için başka organizmaların hafızalarına güvenmek zorunda olduklarını fark etmiyorlar. Çiçeklerin yalnızca göz zevkinizi okşamak için rengârenk açtığını varsayıyorsunuz. Yabandomuzunun yalnızca sofranıza et sağlamak için varolduğunu. Balığın, yemi sırf sizin hatırınız için kaptığını. Uçuruma düşen bir taşın hiç önemi olmadığını. Dereden su içmek için başını eğmiş bir sambar geyiğinin hiçbir şeyi açığa vurmadığını... Halbuki aslında herhangi bir organizmanın en ufak bir hareketi bile ekosistemde değişiklik demektir.” Petekgözlü adam derin derin içini çekip “Ama bundan farklı olsaydınız, insan olmazdınız” diyor.

“Bu roman gibisini hiç okumadık. Hem de hiç. Güney Amerika büyülügerçekçiliği verdi bize, Tayvan ne veriyor? Yeni gerçekliğimizi ifade etmenin yeni bir yolunu, güzel, eğlenceli, ürkütücü, inanılmaz bir yolunu. Wung Ming-Yi insanın kırılganlığıyla dünyanın kırılganlığına korkusuz bir şefkatle yaklaşıyor.” Ursula K. LeGuin

Çevirmen: Seda Çıngay
Sayfa Sayısı: 327
Etiket Fiyatı: 25 TL


Jane Austen Klasiği “Aşk ve Arkadaşlık” Altın Bilek’ten Raflarda

Çarşamba, Haziran 24, 2015
19. yüzyılın ölümsüz yazarı Jane Austen’in büyük romanlarından önce gençlik yıllarında kaleme aldığı öykülerinden oluşan “Love and Freindship”, “Aşk ve Arkadaşlık” adıyla Altın Bilek Yayınları etiketiyle raflarda.

İngiliz yazarın “Aşk ve Gurur”, “Mansfield Parkı” ve “Emma” gibi ölümsüz romanlarına hazırlık niteliğindeki öykülerinde kahramanlarının iç dünyalarına çalışıyor, iç konuşmaları da deniyor. Ve elbette yalın bir dile, zarif ironiyle. Büyük bir yazarın çaylaklık dönemini merak edenler için leziz bir okuma sunuyor. Kitabın romanlarının yanında büyük oranda gölgede kaldığını da belirtelim…

Jane Austen’in sadece on dört yaşındayken kaleme aldığı bu eser, dönemin genç kızlarının aşklarını, dostluklarını, kıskançlıklarını kısacası duygu dünyalarındaki fırtınaları gözler önüne seriyor. Aşk ve Arkadaşlık, Austen’in oldukça sade bir dille yazdığı ancak yaratıcı yazarlık zekâsının ilk kıvılcımlarını okuyuculara tattırdığı mektuplaşmalar biçimindeki bir diğer eseridir.

“Ve aşkın mutlu eden sancılarını hiç hissetmedin mi, Augusta? Kötü ve bozuk damağın için, aşk sayesinde var olmak imkânsız mı görünüyor? Fakirliğin getirebileceği her türlü sıkıntı içinde, en hassas sevginin nesnesiyle yaşamanın lüksünü anlayamıyor musun?”   

Eser Adı: Aşk ve Arkadaşlık
Yazar Adı: Jane Austen 
Çevirmen Adı: Görkem Mercan
Yayınevi: Altın Bilek Yayınları
Orijinal Adı: Love and Frienship
Türü: Dünya Edebiyatı
Dizi Adı: Edebiyat-Derleme
Basım Tarihi: Temmuz 2015
Basım Bilgisi: 1. baskı
Sayfa Sayısı: 174
Etiket Fiyatı: 14 TL


Kedi Sam : Şaşkın Balıklar

Salı, Haziran 23, 2015
Amerikalı öykücü Matthew Klam'ın 2000'de yayımlanan ve övgülerle karşılanarak ödüllerle taçlanan kitabı "Sam the Cat: and Other Stories" nihayet "Kedi Sam" adıyla dilimize kazandırıldı ve Nisan ayında Aylak Adam etiketiyle raflarda yerini aldı.

Amerikan basınının üzerinde çok durduğu ve geleceğin önemli yazarlarından biri olacağına inandığı Klam, en iyi 20 kurmaca yazarından biri olarak seçilmişti. 1964 doğumlu yazar Washington’da yaşıyor ve The New York Times dergisinde yazıyor. Ününü borçlu olduğu öykü kitabı “Kedi Sam”, çıkar çıkmaz büyük ilgiyle karşılanmış ve dergilerin yıldız yağmuruna boğulmuş. Erkekler hakkında baş döndürücü biçimde dürüstlüğü öne çıkarılmış bir yazar. Kitapta da bunu görmek mümkün... Yedi öyküden oluşan kitabın dilimize çevrilmeden önce   “öykü tutkunlarının ellerinden düşürmeyeceği, eğlenceli ve ustaca yazılmış bir eser” olarak tanımlanması da merak duygusunu arttıran etkenlerden biri. Kara mizahıyla ülkesini fetheden hicivci yazarlardan da destek görmüştü... Kitabın arka kapağında da Zadie Smith ve Dave Eggers’in cümleleri yer alıyor.

Öncelikle kapağının çok iyi olduğunu belirteyim. Orijinal kapağından bile iyi. “Kedi Sam”, yedi öyküden oluşuyor ve hepsinin ortak noktası erkek sesleri. Erkek anlatıcılar ilk ağızdan mutsuzluklarını ve huzursuzluklarını dile getiriyorlar. Maço, kaba saba kadın düşkünü erkekler bunlar. Kadın görünce ağzının suyu akan ve kardeşinin karısını arzulamaktan çekinmeyecek sınırsızlıkta erkekler. Akılları bacak arasında olan adamlar. Hepsinde bir değişim evresi var ve bunun etkilerini anlatıyor Klam. Modern Amerikan insanını anlatıyor ve onları deyim yerindeyse “şaşkın balıklar” olarak kodluyor. Afili ve kıvrak diliyle rahat okunuyor. Kısaca öykülere değineyim...

Yedi öyküden en iyisiyle başlayan Klam, “Kedi Sam” ile sevgililerini anlatan bir adamla tanıştırıyor okurunu. Aşka aşık adam Sam’in gördüğü kalçadan tahrik olmasının öyküsü. Kalçanın sahibinin erkek olması da peşinden koşmasını engellemiyor. Dili en iyi kullandığı hikaye ve gerçekten etkili. 
İkinci öykü “Bu Değil” sevgilisiyle arası bozulan mutsuz bir adamın stres atmak için gittiği tatilde başına gelenleri anlatıyor. Kendisinin tezatı bir durumda olan abisinin mutluluğuna şahit oluyor ve farklı bir beklenti çıkıyor ortaya. Her şeye sahip sıradan Amerikan ailesinin mutsuzluk halleri ve çocuk özlemi...

Üçüncü öykü “The Royal Palms Oteli” tatildeki bir çifti ve oteldeki arkadaşlıklarını anlatırken, “Linda’nın Babası Çok Zengin” adından anlaşılabileceği mirasa konmuş ve ferahlamış bir çiftin öyküsü. O zengin babanın evlerine yatılı misafir olarak gelmesiyle yaşananlar, her şeyin parasını o ödedikçe çiftin ezilip büzülmesi...

Beşinci öykü “Bir Adı Olmalı”, Klam’ın en yaratıcı öyküsü. Genç çiftin ilk kez pişirdiği tavuğun tüm ilişki öykülerine yansıması, yıpranmaları, tartışmaları ve ilişki sorgusu... İlk ağızdan anlatılan son öykü “Terapide Değindiğim Sorunlar” da “Linda’nın Babası...” ile benzerlikler gösteriyor ve onun biraz farklı bir versiyonu demek mümkün. Adada, kaymak tabakanın arasındaki özel bir düğündeyiz. Ezik ve fakir bir adamla sevmediği kadının ilişkisinin o ortamda evlilikten bahsedilince yaşadıkları değişim ve adamın beklentilerinin yeniden sorgulamasına şahit oluyoruz. Son öykü “Avrupa Düğünü” de kitabın en ayrıksı öyküsü. Bu kez anlatıcı olan yazar, diğer öykülerdeki düz kurgunun aksine daha karmaşık bir kurguyla anlatırken tüm albenisini yitiriyor ve evlenmek üzere olan kahramanını sıkıcı, bitmek bilmez bir işkenceye dönüştürüyor.

Tüm öyküler bildik manzaralar ve okunduktan sonra unutulmaya mahkumlar. Yazarın yaratıcılık adına yaptığı herhangi bir şey göremedim. Üçüncü öyküden sonrasını oflaya puflaya okudum ve çok zor bitirdim. Klam’ın parlak zekası ve hicvinden bahsediliyor olsa da bunu öykülerde hiç göremedim. New York Times’da yazdıklarını bilemem ama en iyi kurmacacılardan biri buysa vay kurmacanın haline. Tipik Amerikan gösterişiyle her şeyin etiket olduğu yaşamları anlatan öyküler kimi etkiler bilmem ama sadece göz takibi yapılabilecek durumdalar. Ki o göz takibini yapmak da hayli zor. Son okuması yapılmamış çok kötü baskı, cümleyi dönüp tekrar okutturan harf eksikleriyle dolu... Kedi deyip bağrıma basarak merakla başladığım ve zor bitirdiğim “Kedi Sam”, son zamanlarda okuduğum en kötü kitap...


Kedi Sam / Matthew Klam
Çeviren: Mehtap Gün Ayral
Yayın Tarihi: Nisan 2015
Sayfa: 232 sayfa
Fiyatı: 17 TL


Avis de mistral : Zamanın Bizden Aldıkları

Pazartesi, Haziran 22, 2015
Gün geçtikçe doğadan uzaklaşıyor ve doğayı unutuyoruz... Dört bir yanımız beton, iki ağaca hasret tam bir şehir kaosu içindeyiz ve rahatlamak için kendimize ayırdığımız zamanı da aynı betonlarda gideriyoruz... Bir de teknoloji belası var başımızda... Cep telefonu, tablet derken onlarda barınan güya sosyalleşme aplikasyonlarıyla dokunmadan, görmeden iletişim kuruyor ve yabancılaşıyoruz kendimize bile... Günümüz insanının başına bela olan bu durumdan en çok muzdarip olanlarsa çocuklar. Direk tüm bunların içine doğuyor ve tanımadıkları dünyanın içinde popüler olanı kullanıp kendilerine uydurarak yaşıyorlar. Zaman hızla akıyor diyerek kılıf uydurduğumuz bu modern yaşamın dışına bakış atmaya çalışan 2014 yapımı Fransız işi “Avis de mistral” dede ile torunlarının üzerinden bu iki ucu birbirine kaynatıyor...

Senarist olarak tanıdığımız Rose Bosch üçüncü filminde biraz daha hafif takılmış ve naif bir aile filmi çıkarmış. “1492: Conquest of Paradise”in senaryosu ile 1992’de adını duyuran Bosch altı yılı boş geçirdiğinin acısını “En plein coeur” ve “Bimboland”le çıkarmış ama kendini hatırlatmak için 2003 yılını beklemesi gerekmişti. 2003’de romandan kotardığı “Le pacte du silence” senaryosu sonrası ilk yönetmenlik sınavını da 2005’de bilim kurgu gerilim “Animal” ile vermişti. Beş yıl sonra savaş dönemindeki Fransa’dan dram çıkaran Bosch ikinci filmi “La rafle” ile övgüyle karşılanarak rüştünü ispatlamıştı. Görece daha hafif pazar gecesi sineması kuşağı tadındaki filmiyle dünya gişesini gezmek istemiş olmalı. Hesabını da doğru yaparak iyi bir oyuncu kadrosu kurmuş. İki usta oyuncu Jean Reno ve Anna Galiena’ya  Chloé Jouannet, Hugo Dessioux, Lukas Pelissier, Tom Leeb ve Aure Atika eşlik ediyor.

Benzerlerini defalarca izlediğimiz bir yaz tatili filmi “Avis de mistral”... Boşanmanın eşiğindeki ailenin çocuklarını dedelerine yollamaları ve başta kabus gibi görünen küçük kasaba tatilinin unutulmaz rüyaya dönüşmesi... Bildik formülü uygulamaya çalışırken seyircisine iyi vakit geçirtmek ve biraz da mesaj vermek istemiş Bosch. Tipik Fransız filmleri gibi hızlı başlıyor ve samimiyetini sıcaklığını izleyicisine hemen hissettirerek peşine takıyor. Üç kardeşle tanışıyoruz: Lea, Adrien ve Theo... Parisli çocuklar yaz tatilini geçirmek üzere Provence'e dedelerinin yanına yollanıyor. Hiç görmedikleri dedelerinin yanına... Anneanneleri Irène’inde bahsetmemesiyle istasyonda karşılaştığı manzarayla sinir küpüne dönen dedemiz Paul’ün aslında çocuklarla bir sorunu olmadığını asıl meselenin çocukların annesi, evden kaçan kızlarıyla tartışmaları olduğunu da anladıktan sonra hikayemiz akmaya başlıyor... 

Aksi dede ve şehirli çocuklar hikayesini bir çırpıda kuran Bosch, yan öykülerle filmini derinleştirerek ilerliyor. Harika bir doğal atmosfer, iyi oyunculuklar ve müziklerle yaslan arkana izle, kendini iyi hisset... İlk yarıya kadar hiç bir sorun yok saat gibi işliyor film. Renkli karakterler, kasaba eğlenceleri derken zamanı unutarak dağıldığının farkına varınca bambaşka bir şeye dönüşüyor. Panik havasıyla her şeyi yarım saatte bağlamaya çalışmanın getirdiği kopukluklarla tamamen dağılıyor. Lea’nın yaz aşkı, Adrien’in çapkınlık maceraları, işitme engelli Theo’nun dedeyi yumuşatması, Paul’ün ağaçlarına olan aşkı ve Irène’le yaşadıkları hippi maceraları, kasabanın dilberi Magali ve pizzacı çocuk Theo’nun maceraları hikayenin başlıca kısımları ve dahası da var. Bunları anlatırken ağırdan alıp her birine zaman ayırınca başlayan süre problemi filmin sonunu hazırlıyor. Oysa 105 dakika da az değil. Süresini bu kadar hoyratça kullanan Bosch, farkına varınca öyle hızlı davranıyor ki birden olup bitiyor her şey. Şöyle örnekleyelim: Dedemiz alkolik ve durumunun kötüye gideceği belli. Torunları sayesinde kurtulacağını tahmin ediyoruz. Birden doktora görünüyor ve anlıyoruz ki torunlarıyla xbox oyunları oynadığını anlatıyor. Araları ne ara düzelmiş de birlikte bisiklet sürmeye başlamışlar meçhul... Diğer öyküleri de aynı hızla sonuca bağlıyor Bosch... Hiçbirini gözden çıkarmayınca sağlam kurduğu temelin üzerine eklediklerini dağıtıyor. Bildik işleyişle ilerleyen filmi bu kadar dağıtıp toparlanmayacak hale getirdiğine de değmiyor. 

Aslında güzel bir kasabada izleyicisinin ruhunu şenlendirmek istiyor “Avis de mistral”... Paul’ün dramını yansıtmak istiyor... Zamanın ondan aldıklarını hatırlatmak, elleriyle diktiği ağaçların meyvesini yıllar sonra topladığını göstermek ve o zaferin tadını hep birlikte çıkarmamızı istiyor... Zamanın bizden aldıklarını anlatmak isterken zaman problemine yenik düşmesi de çok ironik... Mutlu bir yaz tatilini sorunsuz da anlatmak mümkün ama suni bir sorun çıkarıp onu çözmeye çalışmak abesle iştigal... Bu yanlışları sayesinde, senaryo matematiğinin önemine ve hakimiyetini kaybetmiş yönetmenin nelere kadir olduğuna dair bir belgeye dönüşüyor.

İzleyicisinde bir an önce tatile çıkma isteği uyandıracak atmosferi ve sıcacık öyküsüyle çok iyi başlayan “Dedemle Bu Yaz”, zamanı iyi kullanmak gerektiğinin altını her anlamda çiziyor...  


Survivor : Her Saldırıda Bir Kahraman

Pazar, Haziran 21, 2015
11 Eylül saldırısını milad olarak kabul eden Amerikan sineması yeni olası tehdit bulmanın sevinciyle izleyicisini diken üstünde tutmayı seviyor ve her yıl filmlerle tehditleri son nefeste kurtaran aksiyonları önümüze yığmaya devam ediyor. “Olympus Has Fallen” ile Beyaz Sarayı harabeye çevirecek kadar gözlerini karartmış olan yapımcıların şimdilik son numarası yine olası bir tehdit... 2015 yapımı Amerikan işi “Survivor”, yılbaşında ünlü Times meydanında toplanmış yaklaşık bir milyon kişiyi etkileyecek bir saldırıyı önlemeye çalışıyor...

Her saldırı için bir kahraman yaratmaya çalışan zihniyetin ürünü olan filmin künyesi daha kağıt üstünde bizi neyin beklediğini gösteriyor ve izlerken de akla gelenlerle sağlamasını yapmanız mümkün. Senaryoyu Philip Shelby kotarırken James McTeigue de yönetmen koltuğunda... Birçok uluslararası çoksatar romana imza atmış Phillip Shelby sattığı projelerden sonra ilk kez bir senaryo yazmış. Kariyerine yönetmen yardımcılığı yaparak başlayan McTeigue, Matrix sonrası Wachowski kardeşlerin desteğiyle ilk filmine 2005’de imza atmış ve “V for Vendetta” ile rüya gibi bir başlangıç yapmıştı. Sonrasını ise bir türlü getiremedi. Önce “The Invasion”ı yarım bıraktı sonra “Ninja Assassin” ve “The Raven” ile iyi filmlerin kıyısından dönerek o ilk filmin gölgesinde kalan isimlerden biri oldu. McTeigue beşinci filminde sipariş isim olmaya kadar düşmüş. İlk kez içi boş ve sıradan bir filme adını yazdırmış oluyor. Oyuncu kadrosunda da benzer bir durum mevcut. Benzer rolleri bolca oynamış Milla Jovovich, Bond sonrasını bir kaç sürüm öncesi rollerle geçiren Pierce Brosnan başrolleri paylaşırken onlara Dylan McDermott, Angela Bassett, Robert Forster ve James D'Arcy eşlik ediyor.

Önce bir Amerikan askerinin Afganistan topraklarında başına gelenlerle açılan film sonra Londra’ya konuşlanıyor. ABD Büyükelçiliğindeyiz... Yeni güvenlik subayı Kate Abott ile tanışıyoruz... Olası terör saldırılarını önlemek üzere daha sıkı taramalardan geçirilen vize başvuruları sırasında bir isim üzerinde odaklanıyor Kate... Bir doktora vize vermeyi daha fazla araştırma yapmak üzere geciktirince işler karışıyor. Doğru içgüdüyle hareket ettiğinin sağlamasını da kılpayı kurtulduğu bombalı saldırıyla görmüş oluyor. Peşinden bütün klişeler geliyor. O bildik yanlış anlamalar, katil damgası yiyererek aranma halleri, İngilizlerinde kovalamacaya katılması derken saldırıya inanan kimse olmayınca iş başa düşüyor. Bu kadarla kalsa iyi... Bir de “saatçi” adlı suikastçı düşüyor peşine... Böyle macera başlıyor...

Çoksatar romanlar yazmış bir yazarın senaryo yazması kadar doğal bir şey olmaz ama Shelby o kadar toy ki her şeyi anlaşılma kaygısıyla kurmuş. Karakterlerle tanışma sahnelerinin figüran oyuncularla sesli olarak yapılmasından katille tanışma sahnesine ilk yarım saat temel sinema bilgisinden yoksun bir beceriksizliğin ürünü. Sahne kurarak anlatmak yerine bir tür tv’de açıköğretim dersi vermeyi seçmiş Shelby. Sadece bununla kalsa iyi, ortada bir senaryo olduğunu söylemek de zor. Mantıkla alakası olmayan olaylar dizisi birbirini kovalarken kopukluk da aynı oranda ilerliyor. Karakterlerin yaratımında da mantıksızlık had safhada ve inandırıcılıktan çok uzak... McTeigue elinden geleni yaparak tempoyu yönetmeye ve atmosferi korumaya çalışsa da sürekli bir gösteriş haliyle ilerleyince ilk yarısı bitmeden sıkıntı dakikaları başlıyor. Türün gerektirdiği hiçbir şeyi yerine getiremeyen film klişelerle ilerleyerek beklenen kahramanını yaratmak üzere finaline yürüyor.  

“11 Eylül'den bu yana, Amerikan kolluk kuvvetleri sadece New York Şehri'nde 53 terörist saldırısının önüne geçmiştir.” notuyla kapanışını yapan “Survivor”, kötü adamlarının Avrupalı olduğu büyük bölümünün de Amerika dışında geçtiği sıradan bir aksiyon. Öyle ya, Amerika çok iyi korunuyor ve kötü adamlar ancak başka kıtalarda kurulan kumpaslar ve tehditlerle adım atabilir ülkeye... Bir vize başvurusunu incelemekten bir milyon insanı kurtaran kahramana dönüşmek mümkün ne de olsa! 

20 milyon dolar bütçeli film tüm gösterişçi milliyetçiliğine rağmen seyirciden beklediği ilgiyi göremedi ve ancak sınırlı sayıda sinema salonunda gösterim şansı bulabildi. Bir iki Avrupa ülkesiyle üçüncü dünya ülkeleri dışında dünyada da işler iyi gitmiyor. Bizde de “Ölümcül Takip” adıyla vizyonda olmasını aksiyon sevgisine ve yaz dönemine bağlamak mümkün. 

Yaratıcılık yoksunu berbat senaryosuyla klişelerin peşinden giderek kahraman yaratmaya çalışan “Survivor” vasat aksiyon olmayı bile beceremeyen bitmek bilmez bir 96 dakika sunuyor... Bu kadar kötü bir filmi ev sineması yerine vizyonda görmekse mide bulandırıyor...


Horns : Elbet Bir Gün Kavuşacağız

Cumartesi, Haziran 20, 2015
Nerde anlatılacak bir aşk varsa mutlaka engeller imkansızlarla dolu olmalıdır ki ilgi çeksin. “Mutlu aşk yoktur”un halen en önemli genelleme olduğunu da düşünürsek, ana malzemenin aşk olduğu her sanat dalına yansıyan olaylar silsilesi hep aynı sorunun peşinde ilerler: Acaba kavuşacaklar mı? Her romantik komedinin formülü de üç aşağı beş yukarı imkansızın peşinde koşmak ve her ne hikmetse bulunca kaybetmek üzere olup yeniden kazanma üzerine kuruludur. O meşhur düğün töreni basıp son anda kazanmalar, gurbet ellere gitmek üzereyken yoldan çevirmeler de heyecanı körükleyip, çiftimiz dudaklarını mühürlediğinde mendilleri ıslatmamızı ister... Roman uyarlaması “Horns” da fantastik ve ironik süslemeleriyle kalıbın dışına taşmaya çalışarak aşkı işliyor. 

Stephen King’in oğlu Joe Hill’in 2010’da yayımlanan romanı “Horns” kısa sürede hit olmuş ve ve film hakları alınınca merakla beklenmiş. Uyarlama senaryoyu Keith Bunin kotarırken, yönetmenliği de 2003’de “Haute tension” ile tanıyıp sevdiğimiz Alexandre Aja üstlenmiş. Ülkesinde çektiği filmlerle Hollywood’a transfer olan Fransız yönetmen yeniden çevrimler ve uyarlamalara hapsolmuş durumda. Son üç filmi “The Hills Have Eyes”, “Mirrors” ve “Piranha 3D” gibi yine sipariş yönetmen konumunda. Bir türlü beklenen ilerlemeyi gösteremediği gibi gerilemeye devam ediyor. Başrolde ellerimizde büyüyen Daniel Radcliffe’i görmek ilginç. Juno Temple, Max Minghella, Joe Anderson, Kelli Garner, James Remar, Kathleen Quinlan, Heather Graham ve David Morse da ona eşlik eden oyuncular. 

Çocukluk arkadaşlıklarını aşka dönüştürmüş bir çiftin öyküsü Horns... Akıllı davranıp ilk aşklarını birbirlerinde bulmuş Ig ve Merrin... Başlarına gelen felaketle ayrılık çanları çalmış. Merrin ölü olarak bulunmuş ve baş şüphelimiz Ig... Kasaba sakinleri katil olduğuna çoktan hükmetmiş. Beklentileri adaletin yerini bulması ve Ig’in gerekli cezayı çekmesi. Anma töreni sonrası alandaki kutsal şeylere nefret kusarak uygunsuz davranışlarda bulunan Ig, bir sonraki sabaha boynuzlarıyla uyanıyor. Bir yandan gerçek katili arama arayışı bir yandan boynuza bakanın tüm günahlarını itiraf etme yarışı... En azından cennette kavuşabilir çiftimiz belki... Çok farklı bir film “Horns”, romanın çok özel olduğu belli. Bolca gönderme ve metafor kullanırken dilini de sakınmıyor. Cesur ve gerektiği gibi sesi bir hayli gür... Ama filme uyarlanırken kafalar çok karışmış. Bir türlü yaratılamayan atmosfer yüzünden ne olduğuna karar veremeyen dağınıklığı ile bir çok sahnesi heba oluyor, aşık çifti gibi. Aja’nın bir türlü hakimiyet kuramamasıyla bütünlükten uzak. Yönetmen en başta filmin türüne karar verememiş. Yaptığı iyi başlangıcı ilk yarısına kadar gayet iyi götürürken korku/gerilim tutmuş ve dağıtmış kurduğu yapıyı. İkinci yarıda bu kadar ciddileşip cinayet gerilimine dönüşünce tüm hava dağılıyor ve tüm ironi saçma bir absürtlük müsameresine dönüşüyor. Kendini bu kadar ciddiye almayıp aynı rahatlıkta devam edebilse çok iyi bir film olabilirmiş. Bu yönden kaçırılmış bir fırsat...

Eninde sonunda işlenmeye çalışılan konunun “aşk üçgeni”ne çıkması ve ordan doğan kıskançlıklar, elde etme çabaları gibi klişeleri bu kadar işlemeye, ön plana çıkarmaya hiç gerek olmadığını görememiş Aja... Yarattığı tüm kara mizahı dram ve gerilime meyledince film de yazının başında anlattığı o meşhur romantik klişelerine evrilmiş. Elinde daha özel ve yaratıcı bir metin var oysa... Başladığı gibi devam etse fenomen olabilecek bir fikri harcamış. Filme adını veren “boynuzlar”ı gören insanların verdiği tepkiler hikayenin can damarı ama bunu etkili kullanıp sesini yükseltmek yerine küçük detay olarak kullanıp sesini kısmış. Aja’nın daha geleneksel anlatımı benimseyip klişelere yaslanmasıyla kaçınılmaz olarak tüm derinlik kaybolmuş ve finalinin de bir kıymeti kalmıyor.

Çocukluktan yeşeren aşkların hikayesi “Horns” kara mizahtan romantizme evrildikçe dağılan ve yaratıcılığın klişelerle heba edildiği bir deneme olarak yarım yamalak keyif veren bir deneme. En azından sıkılma şansınız yok. Şeytan metaforunu, boynuzların etkisini falan boş verin diyor “Horns”, ruh eşinizi bulduysanız her şeyi boş verin, yaşadıklarınızın tadını çıkarın diyor. İçinizde aşk filizlensin yeter! Ne olursa olsun yeşerip büyür, birleşir eller...



John Le Carrè’in Son Romanı Türkçe’de : Nazik Bir Durum

Cumartesi, Haziran 20, 2015
Yaz aylarının olmazsa olmazı polisiye romanlardır ve sıcağı unutturacak soluk soluğa bir macera derdi tasayı unutturur. Neyse ki ne okuyalım tasasına düşmekten kurtuluyoruz. Türün en önemli ustalarından John Le Carrè’in son romanı “A Delicate Truth”, “Nazik Bir Durum” adıyla Kırmızı Kedi’den raflarda.

Sinema filmlerine de bolca kaynak eden romanlarıyla türün yaşayan ustası 1961’den bu yana 23 romana imza atmış durumda. Her yayınevi dönem dönem el atmış olsa da bir kaç roman sonra bırakmış ve bayrağı başka bir markaya devretmişti. Geçtiğimiz yılın son ayında tüm zamanların en iyi casus romanlarından biri olarak kabul edilen “The Spy Who Came in from the Cold”u “Soğuktan Gelen Casus” adıyla yayımlayan Kırmızı Kedi bu durumun değişeceğini de müjdelemişti. Modern Britanya'nın yaşadığı öfke, hayal kırıklığı ve sabırsızlığın “Nazik Bir Durum”u kısmen şekillendirdiğini belirten Le Carré’in romanı 2013 yılında yayımlanmış ve imzası bulunan her roman gibi büyük ilgi görmüştü. Aynı yıl “Homeland” dizisinden hatırlayacağımız Damian Lewis tarafından BBC 4 için radyoya da uyarlanmıştı. 

Kötülüğün zaferi sadece iyi adamların hiçbir şey yapmamasına bağlı! Le Carrè yılların deneyimini son kitabı “Nazik Bir Durum” ile gözler önüne sererken Britanya’nın Ortadoğu politikalarına da ayna tutuyor.

İslami terörle mücadele kılıfı altında paralı askerler sağlayan bir şirketle kirli bağlantılar kuran hırslı bir bakan. Britanya Hükümeti’nin üst kademelerindeki bu büyük tezgâhı fark eden genç bir bürokrat. Bu kumpası aydınlatmak için giriştiği araştırmalarda devlet sırlarından küresel ekonominin komplolarına, cinayetlerden entrikalara sürüklenen genç bürokrat, pastoral İngiliz taşrasında emekli bir diplomat ve başına buyruk güzel kızıyla kader birliği yapacaktır.

Le Carré son kitabı Nazik Bir Durum ile Yeni İşçi Partisi’nin iktidarında Ortadoğu’daki çalkantılara karşı duruşunu, alması gereken sorumlulukları ve yaptığı ölümcül hataları deşifre ediyor, gözler önüne seriyor. 

“Le Carré yılların deneyimiyle, edebi becerisinin ve uluslararası analizlerinin gücünü ortaya koyuyor. Başka hiçbir yazar aleni ve gizli tarihi –politikacılar için acımasız, okuyucular için nefes kesici şekilde– anlatmamıştı.” The Guardian


Dizisi : Dünya Edebiyatı 
Türü : Polisiye Roman
Özgün Adı : A Delicate Truth
Yazan : John Le Carré
Çeviren : Ali Cevat Akkoyunlu
Sayfa  : 320 
Fiyatı : 25 TL  


 
Designed by OddThemes & Distributed by Free Blogger Template