♫ ♪♫ ♪•♫♪ 2006'dan bu yana Film, Dizi, Müzik ve Kitaplar üzerine Yazılar Diyarı... ♫ ♪♫ ♪ ♫ ♪♫

Fringe'in Sezon Finaline Takviye Kuvvet

Perşembe, Mart 31, 2011


Ekranların bilim-kurgu bakımından yalnız şovalye dizisi Fringe'ten haberler gelmeye devam ediyor. Uzun süre sallantıda kaldıktan sonra sonunda dördüncü sezon onayının çıkması haberiyle rahata eren fanatiklere son haberse sezon finali kadrosuna yapılan ekleme...

6 Mayıs'ta ekranlara gelecek sezon finali "The Day We Died"da istekli ve zorluklarla mücadele etmeye hazır çaylak FBI ajanı rolünde oynamak üzere Emily Meade dizinin kadrosuna katıldı.

Son olarak Wes Craven korkusu "My Soul To Take / Satılık Ruh" ile beyazperde de izlediğimiz 1989 doğumlu genç oyuncu Boardwalk Empire dizisinde de yer almıştı.

Lights Out Nakavt Oldu!

Çarşamba, Mart 30, 2011


Fx'in boks dizisi "Lights Out" düşük retyinglerin kurbanı olarak iptal oldu. 11 Ocak'ta ekranlara gelen pilot bölümün yarattığı heyecanı ilerleyen bölümlerde devam ettiremeyen dizinin ikinci sezonunun olmayacağı ve 5 Nisan'da yayınlanacak bölümle biteceği açıklandı.

Testesteron yüklü diziler arasında kendine yer edinebilecek potansiyelini değerlendiremeyen dizi, boksu ailesi için bırakan bir şampiyonun parasızlık sorunlar çekerken son çareyi ringlere dönmekte bulmasını konu alıyor. 

FX kanalından yapılan açıklamada dizinin reytinglerinin iptal kararını getirdiği ve bunun hayal kırıklığı yarattığı belirtildi...  İkinci sezonu olmayacağı açıklanan dizinin kalan iki bölümü ise yayınlanmaya devam edecek...


Gale Harold Kadroda, Charisma Carpenter İstekli...

Çarşamba, Mart 30, 2011


The Vampire Diaries dizisinin yapımcılarının yeni hit adayı dizisi Secret Circle'ın kadrosu iyice şekillenmeye başladı. The CW kanalında yayınlanacak dizinin kadrosuna en son dahil edilen isimde Gale Harold oldu.

Thomas Meade karakterini canlandıracak Harold'u Desperate Housewives'tan hatırlamak mümkün. 42 yaşındaki aktör cadılar meclisinin başındaki kişi olacak.

Brittany Robertson, Thomas Dekker, Natasha Henstridge, Louis Hunter, Shelley Hennig, Jessica Parker Kennedy ve Phoebe Tonkin'den sonra kadroda kendine yer bulan Harold sohbahar sezonunda başlayacak dizinin çekimleri için ter dökecek.



Kadrosu şekillene dursun dizide yer almak istediğini duyuran bir isimde oldu. Twitter hesabından dizide yer almak için duyduğu hevesi dile getiren ise tanıdık bir isim... Charisma Carpenter... Buffy The Vampire Slayer ve Angel'dan tanıdığımız Carpenter, "Üzgünüm çünkü dizinin pilot bölümünde yer almayı ve bir parçası olmayı çok istiyordum" açıklamasında bulundu.

Annesinin büyüdüğü kasabaya taşınan Cassie'nin cadı olduğunu keşfetmesiyle başlayan iyi ve kötü arasındaki savaşı anlatan dizi sonbahar sezonunda ses getireceğe benziyor...


Nurse Jackie ve United States Of Tara 3. Sezonlarıyla Başlıyor...

Pazartesi, Mart 28, 2011
Diablo Cody'nin yarattığı, Toni Colette'in harikalar yarattığı "United States Of Tara" ile Liz Brixius, Linda Wallem ve Evan Dunsky'nin yaratıcısı olduğu, Eddie Falco'nun başrolünde oynadığı "Nurse Jackie"nin üçüncü sezonları bu akşam başlıyor.


Çoklu kişilik bozukluğu çeken bir ev kadının yaşadığı absürt olaylarla yarı komedi yarı dram sunan dizi Showtime kanalında 19 Ocak 2009'da yayınlanmaya başlamış ve başarılı iki sezonu geride bırakmıştı. Her sezonu 12 bölümden oluşan "United States Of Tara" yine 12 bölüm sürecek ve 21 Haziran'da sona erecek.


Edie Falco'nun uyuşturucu bağımlısı bir hemşireyi daha doğrusu azizeyi oynadığı "Nurse Jackie"de Showtime'ın güvendiği dizilerden. 9 Haziran 2009'da yaz dizisi olarak başlayan "Nurse Jackie" yoğun ilgi gördüğü 12 bölümlük ilk sezonundan sonra çizgisini koruyarak iyi bir sezon finaliyle noktaladığı iki sezonu geride bırakmıştı. Bu ilgiden hareketle üçüncü sezonun yayını daha erken tarihe çekilmiş oldu. Yaz dizisi kimliğinden sıyrılan Nurse Jackie yine 12 bölüm sürecek ve 21 Haziran'da sezonu tamamlayacak.

The Walking Dead 2.Sezondan Haberler...

Pazartesi, Mart 21, 2011


Yayınlanan 6 bölümüyle dönemin en çok ön plana çıkan ve dikkat çekici dizisi olan "The Walking Dead"in ikinci sezonu heyecanla beklenirken, haberlerde sızmaya devam ediyor. Son olarak Chicago'da düzenlenen bir etkinlikte dizinin iki yıldızı Jon Bernthal ve Laurie Holden'dan gelen açıklamalar heyecanlı bekleyişi arttıracak gibi görünüyor.

Dizinin yapımcısı Frank Darabont'un varolan dirsek temasını sürdürdüğü ünlü yazar Stephen King'in en az bir bölümü yazması kesinleşmiş durumda. 1 Haziran'da başlayacak çekimler 13 bölümü kapsayacak.

Charlie Sheen'in diziye katılma olasılığı halen devam ediyor ama kesinleşmiş birşey yok. 13 bölümlük ikinci sezon, sezon finalinin bıraktığı yerden devam ederken, ana karakterlerden ölenler olacak ve yerine yenileri eklenecek. Lori'nin hamile olma olasılığı henüz doğrulanmasa da en büyük fısıltılardan biriyken, Shane'de kendine yeni bir kız arkadaş edinecek.Kendisini çoğunlukla iç yalnızlığıyla göreceğiz ve iyi kötü tüm yönleri işlenecek.

İkinci sezona dair ipuçlarında en çok tüm karakterlerin her yönünün işleneceğinin altı çiziliyor. Herkes daha güçlü karakterler olarak çizilecek ve her yönlerini yakından görecek, iyice tanıyacağız. Böylece tehlikenin sadece zombilerden değil kendi aralarında da olacağına şahit olacağız. Rick Grimes'ınsa ölmeyeceğinin altı çiziliyor. Andrea karakteriyse daha çok ön plana çıkacak.

Zombie salgınına gelince... Salgının küresel olduğunu öğrensek de sebebini öğrenemeyeceğiz...

The Vampire Diaries'e Yeni Cadı: Lisa Tucker

Pazartesi, Mart 21, 2011


Halen ikinci sezonu yayınlanmakta olan vampir-kurt adam dizisi "The Vampire Diaries"in kadrosuna yeni bir isim daha katıldı.

Önümüzdeki ay ekrana gelecek 19. bölümde "Greta" rolünde gözükecek isim Amerikan izleyicisinin yakından tanıdığı Lisa Tucker. American Idol'un beşinci sezonunun yarışmacılarından biri olan Tucker, dizide Dr. Martin'in Klaus tarafından esir olarak tutulan cadı kızını oynayacak. Böylece Mystic Falls'taki cadı sayısında artış olacak.

Dizi takipçileri için önem taşıyan 19. bölüm'de merakla beklenen Klaus'ta nihayet arzı endam eyleyecek. Greta ise heyecanı seven, maceracı, modern ve zeki bir karakter olarak tanımlanıyor.

Gelelim dizi hakkındaki haberlere, 21 Nisan'da yayınlanacak kilit bölümle artacak heyecanın 12 Mayıs'taki sezon finaline dek sürmesi bekleniyor... 22. bölümüyle sezonu tamamlayacak dizi, elbette üçüncü sezonuyla devam edecek...

30 Yıldan 20 Yönetmen Fotoğraf Sergisi Atlas Pasajı'nda

Pazartesi, Mart 21, 2011


İstanbul Film Festivali’nin 30. yılı vesilesiyle bu yıl arşiv niteliği taşıyan özel bir kitap yayımlanacak. 2 Nisan Cumartesi gününden itibaren satışta olacak “30: İstanbul Film Festivali’nin 30 Yılından 20 Yönetmen” adlı kitapta, festivalin kişisel tarihimizde oynadığı rol, festivalle büyümüş, sinemayı bu festival sayesinde keşfetmiş 20 yönetmenin gözünden anlatılıyor. Kitapta, bu 20 yönetmenin, fotoğrafçı Muhsin Akgün tarafından Beyoğlu’ndaki Emek, Atlas, Beyoğlu, Sinepop ve Yeşilçam sinemalarında çekilen özel fotoğrafları da yer alıyor. Muhsin Akgün tarafından çekilen yönetmen fotoğrafları ayrıca, festival sonuna kadar Atlas Pasajı’nın girişinde sergilenecek. 



Muhsin Akgün’ün özel olarak fotoğraflarını çektiği yönetmenler: Zeki Demirkubuz, Yeşim Ustaoğlu, Pelin Esmer, Durul ve Yağmur Taylan, Çağan Irmak, Uğur Yücel, Ümit Ünal, Handan İpekçi, Kazım Öz, Aslı Özge, Mahmut Fazıl Coşkun, Tayfun Pirselimoğlu, Seyfi Teoman, Reis Çelik, Derviş Zaim, Reha Erdem, Serdar Akar, Hüseyin Karabey, Semih Kaplanoğlu ve Nuri Bilge Ceylan.


Halen Radikal gazetesi Hayat, Kitap ve İki eklerinde fotoğraf editörlüğü yapan Muhsin Akgün, profesyonel fotoğrafçılığa 1995’te başladı. Ağırlıklı olarak portre ve performans fotoğrafları çeken Akgün’ün “Söz ve Müzik: İstanbul” isimli, 1999-2010 tarihleri arasında İstanbul’da gerçekleştirilen konser performans fotoğraflarından oluşan fotoğraf kitabı Ekim 2010’ da yayımlandı. 

İran'da Lost'a Kıyafet Düzeltmesi!

Pazar, Mart 20, 2011


Yayınladığı süre boyunca ortalığı kasıp kavuran efsane dizi "Lost", İran'da da yoğun ilgiyle karşılandı. Televziyon kanallarında yayınlanmayan dizi, yasadışı korsan kayıtlarının gördüğü yoğun ilgi sonrasında orjinal olarak piyasaya sürüldü. Ama bir farkla...

Dizideki kadın oyuncuların açık giysileri sebebiyle bilgisiyar efektleriyle kapalı elbiseler giydirilen İran usülü Lost böylece doğmuş oldu. Tropikal adada geçen dizide kapalı kıyafetlerle görünen kadın karakter tezatı da, ülke standartlarına uyumlu yeni Lost'u komik hale de getirmiş oldu.

Normalde bu tür sahnelerde sansür uygulanırken, tüm sahnelere sansür uygulunamayacağı için bilgisayar efekti devreye girdi ve oyunculara kapalı giysiler giydirildi.




Being Human İkinci Sezon Onayı Aldı

Cumartesi, Mart 19, 2011


Syfy kanalında yayınlanan aynı adlı İngiliz yapımının Amerikan çevrimi olan "Being Human" dizisi ikinci sezon onayını kaptı. İngilitere'de halen üçüncü sezonu yayınlanmakta olan dizinin, "Being Human US" olarak anılan Amerikan versiyonu bu hafta içinde yayınlanan dokuzuncu bölümü sonrasında, ikinci sezon onayını aldı.  

Bir vampir, bir kurtadam ve bir hayalet'in aynı evi paylaşarak sıradan insan gibi sıradan bir yaşam sürme mücadelesini konu alan dizi 17 Ocak 2011'de yayınlanan pilot bölümüyle heyecan yaratmış, sonrasında da o heyecanı korumayı başarmıştı. Üç ana karakterinin de yirmili yaşlarda olması sebebiyle her kesimden, özellikle de genç kesimden bolca hayran edinen dizinin reytingleri de bu sayede hayli iyiydi.

Syfy'ın program yapım sorumlusu Mark Stern, dizinin başarısını kanıtladığının altını çizerek tüm yazar takımı başta olmak üzere emeği geçen herkesin ilgi çekici ve mükemmel bir şov yarattığını belirterek şu açıklamayla ikinci sezonun duyurusunu yaptı: ''Sezonun bitmesine dört bölüm kala Being Human'ın yeni sezon onayını aldığını duyurmaktan gururluyuz. Diziyi izleyen ve destekleyen herkese çok teşekkür ediyoruz, siz olmadan yapamazdık!''

Facebook hayran sayfasından yapılan açıklama da ayrıca "Aidan, Josh ve Sally'nin insan olma, insanca yaşama mücadelesini ikinci sezonda da izleyebilmek için daha fazla bekleyemedik '' sözlerine de yer verildi.

Sam Witwer, Meaghan Rath, Sam Huntington ve Mark Pellegrino'nun başrollerini paylaştığı dizinin ikinci sezon onayı aslında hiçkimseye süpriz olmadı. Pilot bölümüyle kanala 2005'ten bu yana en çok bölüm reytingiyle başlayan Being Human, henüz 9. bölümü sonrasında haftalık 1.8 milyon izleyici ile son altı yılın en iyi ortalamasını tutturmuştu.


Dave Grohl, Glee'ye Sövdü!

Cumartesi, Mart 19, 2011


Efsane grunge grubu Nirvana'nın davulcusu olarak başladığı kariyerine Kurt Cobain'in intiharı sonrası kurduğu Foo Fighters'la devam eden ve artık frontman olan Dave Grohl, Amerika ve tüm dünyada beğeniyle takip edilen, milyonlarca fanatiği olan müzikal dizi "Glee"den nefret ettiğini açıkladı.
Grohl sadece nefret ettiğini söylemekle kalmayıp, birkaç adımda ileri gitti... Asla içinde yer almayacaklarını açıkladığı dizinin yaratıcısı Ryan Murphy için de "Sikik dizisinde yer almak için yalvarmıyoruz diye çok alınmış. Onun, herkesin Glee'de olmak istediğini düşünen zihniyetine sokayım" dedi...
Yalnızca 10 dakikasını izlediği dizi için "bize asla uymaz" diyen Grohl, dizi hakkında böyle açıklama yapan ilk isim değil... Geçen sezon da, dizide şarkılarını kullanma isteğini "Grease'den bile kötü" diyerek Guns N Roses reddetmişti. Grohl dışında bu sezon şarkı kullanımı teklifi eden diğer bir grupsa, kısa süre önce Kings Of Leon olmuştu.
Anlaşılan Rock gruplarının içinde müzikal sevgisi ve ateşi yer almıyor...

Bağlanmak Yok / No Strings Attached

Cuma, Mart 18, 2011

Seks Arkadaşlığı için Bir Çift Bulmak

Oscar adayı, tecrübeli yönetmen Ivan Reitman’ın masasındaki hikâyenin sinemaya uyarlanma potansiyelini görmesi uzun sürmedi. Hikâye bugünleri keşfetme temalıydı ve yaş sınırlaması vardı. Romantik komedi filmlerinin formülleri baş aşağı ediliyordu. Reitman diyor ki: “Üç yıldır Elizabeth Meriwether’le çalışıyordum ve metnin gelişiminin her bir adımı bana tepki verebileceğim bir şey sundu. Burada karakterlerle ilgili bir hikâye var, çok güncel bir ikilemle uğraşan insanlar var dedim. İlginç insanlar, çok komik insanlar açıkça seks ve aşktan bahsediyorlar. Ben de buna aşık oldum.”

Elizabeth Meriwether şöyle açıklıyor: “Bir öpücükle bitmek yerine bir öpücükle başlayan bir aşk hikâyesi fikrini sevdim. Bazen gerçek hayatta da olan şey budur. Romantik komedileri seven biri olarak, modern hissettirecek bir şey yazmak istedim.” Ivan Reitman ise söze şöyle devam ediyor: “Burada ilginç olan şey, genç yetişkinlerin günümüzde duygusal bir ilişki kurmalarının, sekse dayalı bir ilişki kurmalarından daha zor olması. Bu benim ilgimi çekti. 20 yıldan biraz daha uzun bir zaman önce, “Harry Sally’le Buluşunca” şu soruyu sormuşlardı: Bir kadın ve bir erkeğin işin içine seksi karıştırmadan arkadaş olmaları mümkün müdür? Açıkçası, bu soru günümüzde “bir kadın ve bir erkeğin işin içine duyguları katmadan sadece cinsellik yaşamaları mümkün mü?”şeklinde değişti.

New York’ta yeni yeni kendini göstermeye başlayan oyun yazarı Meriwether, neslinin sesi olabilecek biri.. Akıllı, bilgili ve teknolojiye hakim... Meriwather’la ilk görüşmeyi, Montecito Pictures’dan Jeffrey Clifford gerçekleştirmiş. Clifford, “İlk görüşmemizden ve Ivan’dan imzayı aldıktan sonra, Elizabeth gitti ve metinle geri geldi. İçten ve tecrübeli bir yazımı vardı, metin geldiği zaman, onun hemen bir film olacağını hissettiğim nadir anlardan bir tanesini yaşadım. Liz’in eşsiz bir tarzı var ve metin açıldıkça, yıkıcı ve belirgin bir mizah duygusu ortaya çıktı.” diyor.

Reitman, (kendisi, film yapımcı oğlu Jason Reitman’la birlikte, bir çok ödül kazanan “Up in the Air (Aklı Havada)” filminin prodüktörlüğünü de yaptı) neden yönetmenliğe döndüğü konusunda bize çok basit bir cevap veriyor. “Bu bana ilham verdi, Jason’ın ‘Up In The Air (Aklı Havada)’da bir yazar/yönetmen olarak çıkardığı işi sevdim. Bu bana hikâye anlatmayı, iyi fikirlerle karakter ve performans dolu filmler üretmeyi ne kadar sevdiğimi hatırlattı. Ben genelde birçok özel efektle daha büyük boyutlu filmler yapıyordum ve kısacası kıskandım. Liz’in metni geliştikçe, düşündüm ki, bu tarz bir komedi yapmak için bir fırsatım olabilir.”

Meriwether modern çağın ilişkilerinin ayrıntılarını betimleyen bir film yazmak ister. “Birçok insanın ilişki kronolojisi, takılmak ve ardından ne olacağını bilemedikleri bir boyuta geçmeleri şeklinde sıralanır. Birkaç kez daha görüşülür, sonra bunun gerçek bir şey olup olmadığına dair bir tartışmanın içine düşersiniz. İşler bu şekilde yürür. Romantik komedilerde insanların birbirlerine aşık olmalarına, öpüşmelerine ve birdenbire beraber olmaları gerektiğine ve tam olarak ne yapmalarını gerektiğini bilmelerine alıştık.” diyor Meriwether.
           
Aslında, filmin temel dayanağı, mantıklı ve hatta ideal bir düzeni (hiç olmazsa kağıt üzerinde) keşfetme fırsatı veren bir fikir gibi gelir. Senaryo yazarı bunun onun için bir arzu tatmini olduğunu itiraf ediyor. “Oturup sadece fiziksel bir ilişki kuracağınıza karar veriyorsunuz ve başka bir şey gelişirse, gemiyi terk edeceğiniz konusunda anlaşıyorsunuz.”

Baş karakter Emma, yoluna herhangi bir şeyin çıkmasını -özellikle de aşkın- istemez. O ilişkilerin kızı değildir, ilişkilerden vebadan kaçar gibi kaçar. İhtisas yapan bir doktor olan Emma, hiç durmadan haftada 80 saat ardı ardına vardiyalarda çalışıp durur. Güvenilirliğe ve işlevselliğe önem verir. Cinsellikten çok hoşlanır. Onun için talep doğduğunda seks yapma anlaşması harika bir çözümdür. Senaryo yazarı Emma’yı şöyle tarif ediyor: “Emma, kız gibi bir kız değil. Hayata mantıkla yaklaşmak istiyor. Sadece eğlenmek istiyor ve bir ilişki üzerinde baskıcı olmak istemiyor, o zamanlarda insanların kendilerinin tuhaf bir versiyonuna dönüştüklerini düşünüyor.”

Erkek karakter Adam ise kadınlarla her zaman basit ilişkiler kuran, hayata umursamazca yaklaşan biridir. Eski bir televizyon yıldızının oğlu olan Adam, kadınlarla rahat ilişki kurmaktadır ve takılmak onun için yabancı bir kavram değildir. Son kız arkadaşı Vanessa’dan ayrıldıktan sonra, onu yanında yeni erkek arkadaşıyla görünce yıkılır. Meriwether “Adam, babasının kendi eski kız arkadaşıyla çıktığını öğrenince, belki de çok açık ve çok nazik davrandığının farkına varır” der.  “Duygusallığın tehlikeli bir fikir olduğuna karar verir. Bunun sonrasında, kapıyı kapatıp, dalgasına bakmaya karar verir.” Yaptıkları şey budur- dalgalarına bakarlar. Hem de çok.

Tesadüfi biçimde gelişen bir takılmadan sonra bir sabah, Emma ve Adam koşulsuz bir ilişki fikrini keşfederler. Birbirlerini sadece seks amaçlı kullanmaya ve genellikle ilişkilerde olan her şeyden uzak durup, sadece arkadaş kalmaya karar verirler.

Film için herhangi bir araştırma yapıp yapmadığını sorduğumuz Ivan Reitman gülüyor ve şöyle açıklıyor: “Neyse ki Liz Meriwether, hâlâ 20’li yaşlarında ve teknolojiye ve nesile ait olan gelişmelerin tam ortasında. Bir katılımcı ve gözlemci olarak, günümüz ilişkilerinin küçük ritüelleri konusunda son derece keskin bir gözlem yeteneğine sahip.

Bazen araştırmayı eve taşıdığını kabul ediyor. “Bu tarz şeyleri tecrübe eden 20’li yaşlarında olan 3 çocuğum var. Ben de kendimi bir gözlemci ve izleyici olarak düşünmeye çalışıyorum. Bu da filmde yansıtılan tanıdıklık ve gerçeklik duygusuna katkıda bulundu diye düşünüyorum.”

Entelektüel ve duygusal açıdan uygun olmayan Emma karakteri için uygun bir oyuncu bulmaya çalışırken, Oscar adayı oyuncu Natalie Portman işi kabul eder. Portman, metni çok akıllıca bulur ve basitleştirilmemiş bir romantik komedi fikrini beğenir. “Romantik komedilerdeki kızlar genellikle bir dergide ya da moda sektöründe görüntülerini değiştiren kişiler olurlar. Bu filmde ise tanıdığımız insanlar var” diyor Portman.

Metnin alışılmadık temeline ek olarak, Portman, Meriwether’ın karakter gelişimi ve kadınları betimleme şeklini de çok beğenir. “Liz, karakterleri gerçekten tanıyor. Her karakterin gerçekten kendine ait bir sesi var.- kadınların komik ve ilginç olmasını sağlamış.”

Meriwether’la başka bir proje için bir araya gelen, fakat bu sırada No Strings Attached (Bağlanmak Yok)’un dayandığı temel noktaları duyan Portman ilgisini ifade eder. Gelişim aşamaları boyunca Portman işin içindedir. Bu da Meriwether’ın Natalie’yi aklında canlandırarak, karakteri oluşturmasını sağlar. Meriwether, daha önce Portman’ın hiç bürünmediği bir romantik komedi karakterine bürünmesi konusunda çok heyecanlanır. “Natalie’yi daha önce bu rolde eğlendiği kadar eğlenirken görmemiştik. Muhteşem kariyeri boyunca, onu imparatorlukları yönetirken, lazer silahlarıyla ateş ederken ya da bir devrimci olarak metrolarda koşarken ve daha başka birçok şey yaparken gördük. Onun saçma şeyler yapıyor olmasını sevdim. Onun saçmalamadığını ve kötü olduğunu görmek eğlenceli.”

Emma, geleneksel romantik komedi türünde eşi olmayan bir karakter. Bu türde genelde kadın karakterler Bay Doğru’yu bulmaya ve onunla evlenmeye çalışırlar. Bunun tam tersi olarak, Emma’nın en büyük meydan okuması ve en büyük engeli ‘aşık olmak’. “Emma, ilişki aramayan bir doktor. İlişkilerden tiksiniyor çünkü insanları kaybettiğinde zor anlar yaşıyor” diye açıklıyor Portman.

Portman’ın Emma’ya can verdiğini görmek bir yazar için rüya gibidir. “Söz konusu Natalie olduğunda söyleyecek bir şeyim yok. O, akıllı ve komik. Bu da karaktere işliyor. Romantik komedi türüne yeni bir kadın modeli kazandırmış oldu: güçlü ama sempatik... Onun aşkı bulmasını istiyorsunuz ama onu bulmak için kendisini kaybetmesi gerekmiyor.”

Portman’a göre bir komedi filminde olmak yeni bir sınırdır ama kendini yalnız hissetmez. Portman’ın açıklaması şöyle: “Böyle bir şeyde birçok profesyonelle birlikte olmak harikaydı çünkü bu en rahat ettiğim alan değildi. Bir komedi filmi benim için çok değişik bir deneyim, seyirci olmadan, iyi bir iş çıkıp çıkmadığını anlamak zor. Etrafınızdakiler bir şeyin komik olduğunu düşünseler bile, çekim sırasında gülemezler.”

Adam rolü için, Reitman hem kadınlar tarafından çekici bulunan ve arzulanan hem de romantik keşiflerinde güvensizlik hissini yansıtabilecek bir erkek bulması gerektiğini düşünür. Reitman aradığı Adam’ı komedi oyuncusu Ashton Kutcher’da bulur. Onda başrol oyuncusunun sahip olması gereken görünüm ve rolün gerektirdiği cazibe (altta yatan kırılganlığın yanı sıra) bileşimi mevcuttur.

Natalie Portman’ın senaryoya verdiği tepkiye benzer bir şekilde, Kutcher da Liz’in senaryosunun benzersiz ve aynı zamanda komik olduğunu düşünüyor: “Genelde bir komedi filmi senaryosunu okuduğunuzda, bir noktada, komik olması için zorlanmış gibi hissedersiniz ama Liz asla bir espri için uğraşmıyor. Bu gerçek bir karakter komedisi ve şamatayla geçen bir film değil.

Meriwether’a göre, Kutcher, Adam rolü için mükemmel bir tercih. “Ashton role aşk ve hayat dolu bir açıklık getirdi ki bu Emma’nın duygusal yolculuğunun tam zıttı. Kalbinizi açacak biri varsa, o da Ashton Kutcher’dır. “Ashton gerçekten çok eğlenceli ve anlaşması kolay biri. Nasıl doğaçlama yaptığını ve sahnede nasıl oynadığını görmek harika” diyor Portman. Kutcher, oyuncu arkadaşıyla ahenk içinde: “Natalie her zaman hazırdır, buna ek olarak, karakteriyle alakalı ilginç seçimler yapar. Günün sonunda, gerçekten tatlı ve verici biridir. Onun gibi bir iş arkadaşına sahip olmak harika.”

Adam ve Emma yaşadıkları ilk seksten sonra ve bütün o ‘koşulsuz’ tarzı ilişkinin kuralları konmadan önce, Adam uzun zamandır arkadaşı olan bu kişiye nasıl davranacağını bilmez ve elinde bir hediyeyle hastaneye gider: “İlişkinin başında, insanlar genellikle onu tanımlama ihtiyacı duyarlar ve bazen de onu bir kutuya koyarlar” diye açıklıyor Kutcher. “Adam ve Emma arkadaşlıktan birden cinselliğe geçerler-bu noktada, biri hediye ya da benzeri bir şey alma ihtiyacı hisseder. Benim oynadığım karakter ona balon götürüyor.”

Balon olayından sonra, Emma ve Adam anlaşmaları için yeni kurallar koyarlar ve yeni arkadaşlıklarını ‘seks arkadaşları’ olarak tanımlarlar.  Yakınlık arttıkça işler karışır. Bir olay da Adam’ın, elinde kekler ve “regl karışımı” adı verilen aşk şarkılarıyla dolu karışık CD’yle “ayın o günü”nde Emma’nın evine gitmesinden sonra yaşanır. Sarılarak uyunan gecelerin sonrasında, Emma üzerinde baskı hissederek uyanır çünkü “koşulsuz” kurallarından birini çiğnemiştir. “O sahneyi yazmak benim için eğlenceliydi çünkü tek gecelik ilişkilerden sonra yaşanan “ertesi sabah” meselesini tersine çeviriyordu. Bu sahne sarılarak uyuduktan sonra uyanınca dehşete kapılmakla ilgiliydi” diyor Meriwether. Emma için sınırı ihlal eden şey seksin izi bile olmadan biriyle uyumaktı.”

Sıradan romantik komedi sahnelerinin Reitman ve Meriwether’ın alt üst haldeki aynalarından görünümü, insanları güldürecek büyük fırsatlar yaratır. Yönetmen sonuçlardan oldukça memnundur. Reitman şöyle diyor: “Filmin kadrosuyla gururlanıyorum. Bence filmin başrollerindeki Ashton ve Natalie, nesillerinin ikonik temsilcileri, 20’li ve 30’lu yaşlarında olan insanların oluşturduğu nesil. Natalie Portman’ı birçok ciddi filmde oynarken gördük ama onu bir komedide oynarken görme fırsatımız olmamıştı. İnsani ve gerçekçi bir şekilde, ondan almayı beklediğim şey buydu ve bence o bundan çok daha fazlasını verdi. Ashton Kutcher genellikle komedi filmleri ve televizyonda yaptığı işlerle tanınıyor. İsteğim, onu ne kadar düşünceli biri olduğunu ve ne kadar iyi bir oyuncu olduğunu gösterebileceği bir yere koymaktı. Yine tüm doğru notalara basmayı başardı.”

Sedat Yılmaz ile "Press" Üzerine...

Cuma, Mart 18, 2011

Yirmi yıldır Türkiye’de gazeteler kapatılıyor, gazeteciler öldürülüyor, ağır hapis cezalarına mahkûm ediliyor. Yirmi yıldır bu ülkede bir “Özgür Gündem geleneği” var. Sedat Yılmaz’ın ilk filmi “Press”, olabilecek en ağır koşullarda gazetecilik yapanların bürosundan bildiriyor...



“Press” ilk uzun metrajlı filmin. Fikir nereden çıktı, öykü nasıl oluştu?

Sedat Yılmaz: “Press”, Özgür Gündem gazetesinin Diyarbakır bürosunun öyküsünü anlatıyor. Bugünkü gençler belki bilmez, hatırlatmak gerekebilir: Özgür Gündem 1992’de yayına başladığında, ‘80 darbesi sonrası Türkiye’deki muhalif hareketin kendini bulabildiği bir platform olma özelliği taşıyordu. Sadece Kürtler değil, Türkiyeli devrimci-sosyalist aydınlar da bu gazetede etkince yer alıyordu. O tarihlerde ben de Özgür Gündem’i yakından takip ederdim. Benim için paha biçilmez bir değeri vardı. Sorunun yanıtlarından biri bu. Diğer yandan, şöyle bir hikâyesi var “Press”in: Gündem’in bölgede gazetecilik yapmış, ölümlerden dönmüş muhabirlerinden biri, Bayram Balcı, 1995-96 yıllarında yaşadıklarının notlarını çıkarıyor. Ben bu notlardan 2003’te haberdar oldum ve ilgimi çeken, bu gazetenin çalışanlarının bölgede mesleklerini icra etme koşulları oldu. Diğer kentler için de geçerli olabilir, ama o yıllarda gazetenin Diyarbakır bürosunda çalışanların hepsi bir süre sonra gözaltına alınıyor, tutuklanıyor, kimse kalmıyor. Sonra, başka kentlerden ekipler geliyor, ama onlar da aynı akıbeti yaşıyor, tutuklanıyorlar, çalışamaz duruma geliyorlar. Öyle ki, etraflarındaki ablukadan dolayı büronun dışına, sokağa çıkamıyorlar. Büronun içine sıkışıp kalmış bir grup gazeteci tüm bu baskılara rağmen dünyaya haber yapmaya çalışıyor. Bu bana film projesi olarak çarpıcı bir fikir gibi geldi. Gündem çalışanlarının yaşadıklarını biliyordum tabii ama, Diyarbakır bürosunda yaşananlar daha da ilgimi çekti. Filmin ağırlıklı olarak tek mekânda geçmesinin bir nedeni de, yaşanan bu durumu yansıtma çabası.

Çarpıcı bir fikir olmasının ötesinde, kişisel tarihindeki yerinden ötürü Gündem gazetesine vicdan borcunun bir karşılığı olarak da görüyorsun galiba filmi…

Kesinlikle. Yeri gelmişken söylemeliyim: Film Antalya’da ilk defa gösterildikten sonra farkettim, Türkler de, Kürtler de benim kesin Kürt olduğum konusunda hemfikir. Halbuki ben Kürt değil, Türküm, sosyalist bir Türküm. Bu konu benim için bir özgürlük meselesi.



Uzun metrajlı bir film ciddi bir bütçe gerektiriyor; işin ekonomik boyutunu nasıl çözdün?

Bu yükün altından hâlâ kalkamadım. 2008’de filme başladık, ikinci haftasında ekonomik kriz patlak verdi. İyi kötü iş yaptığımız küçük bir film stüdyomuz var, onun ayakta durması için çalışmak zorunda kaldık. Filmin iki yıl sonra tamamlanabilmesinin nedenlerinden biri de bu ekonomik sıkıntılar. Diğer taraftan, 2008’de siyasî atmosfer bugünkünden farklıydı. O yüzden Kültür Bakanlığı’na başvurmak gibi bir fikrimiz yoktu. Başvursaydık da yanıtın olumsuz olacağı kesindi, çünkü Kâzım Öz’ün başvurusuna verilen yanıtı biliyorduk. Bizim filmin de “Fırtına”yla benzerlikleri olduğu için, şansımız yok, hiç başvurmayalım dedik. Ama enteresan bir şekilde, Diyarbakır’da çekim yaptığımız iki haftalık sürede Kürtlerden de filme beklediğimiz desteği alamadık. Yani ne Kültür Bakanlığı’ndan ne Kürtlerden destek aldık, kendi yağımızla kavrularak tamamladık filmi.

Yapım sürecinde ne gibi zorluklarla karşılaştınız?

Prodüksiyonu rahatlatan noktalardan biri, büro içi çekimleri İstanbul’da, kalan kısmı Diyarbakır’da yapmamız oldu. İstanbul’da tek mekânda çalıştığımız için bizi zorlayan bir şey olmadı. Ama Diyarbakır’da hem maddî olarak çok zorlandık, hem de devletin bildik muameleleriyle karşılaştık. Hatta son iki gün Diyarbakır’da çalışamaz duruma geldik, başka bir ile gidip çekimlerimizi tamamlamak zorunda kaldık.

Ne gibi baskılarla karşılaştınız?

Aslında, çok şaşırtıcı şeyler değil. Sonuçta, Özgür Gündem’in öyküsünü anlatan bir film için Diyarbakır’a gittik. Ama açık söyleyeyim, onlara bunu söylemedik, “bir gazetecilik öyküsü anlatıyoruz” dedik. Ne kadar inandılar, bilmiyorum. Fakat, yaptığımız işin onların hoşuna gitmeyeceğini ya da onların hayrına olmayacağını biliyorlardı. Dolayısıyla, gittiğimiz günden itibaren etrafımızda olduklarını hissettirmeye başladılar. Ne zaman bir yere gitsek orada oluyorlardı. Bir sahneyi çekeceğimiz zaman, Kürtçe bir diyalog varsa, prodüksiyonda çalışıp Diyarbakır’da yaşayan arkadaşların yönlendirmesiyle, polislerin sette olmadığı saatleri kollamak durumunda kalıyorduk. İş bizi şubeye çağırma noktasına geldi. Ya biz şubeye gidecektik ya da bizi zorla götüreceklerdi. Durum bu noktaya gelince, tamam dedik, artık Diyarbakır’da çalışma koşulları kalmadı. Batman’a gidip filmi orda tamamladık.

Diyarbakır’daki çekimlerde en çok dikkatini çeken ne oldu?

Oradaki gözlemlerimiz arasında en önemlisi şu: Kürtlerin hafızaları inanılmaz diri. ‘90’lı yıllarda yaşananları hiçbir şekilde unutmamışlar. Örnek vereyim: Mahkeme kararıyla Özgür Gündem’in OHAL bölgesinde satışı yasaklanınca gazete kendi olanaklarıyla dağıtılmaya başlanıyor. Dağıtım işini de 13-15 yaşındaki çocuklar üstleniyor. Bu çocuklar bizim öyküye de dahil oldular. Çocukların elinde bildiğimiz siyah pazar poşeti var. Onları gören herkes, “bunlar Gündem gazetesini dağıtan çocuklar” diyordu. Herkes her şeyi bugün gibi hatırlıyor. Bir gün, muhabirlerden birinin öldürüldüğü bir infaz sahnesi çekiyoruz. O sırada, halktan biri çıkıp çekim yaptığımız yeri göstererek “şu tarihte Gündem gazetesinin şu isimli çalışanı da tam burada öldürülmüştü” deyiverdi. Bu karşılaşma kanımızı dondurmuştu.

Oyunculardan Aram Dildar, Antrakt’a birlikte verdiğiniz söyleşide, “Fırat rolüne nasıl hazırlandınız?” sorusuna, “Filmin atmosferi bana çok uzak değil. Çocukluğumun hikâyeleri faili meçhuller üzerine. Masallarla büyümedim” yanıtını veriyor. Anlaşılan, oyuncuları konunun atmosferine hazırlamak gibi bir sorun yaşanmadı...
Oyuncuları belirlerken benim için en önemli kıstaslardan biri sahici olabilmekti. Bunun koşullarından biri, orada yaşamış ya da yaşananlardan haberdar olmak, bir şekilde onu hissetmiş olmak gerekliliğiydi. Oyuncularımızın hepsi ya orada yaşamış ya da bu meseleyi yakından bilen insanlar. Başroldeki Aram Dildar da dahil, çok oyunculuk deneyimleri yoktu. Örneğin, Aram Batman’da yaşayan 18 yaşında bir çocuk; bulduk, filmi anlattık ve gerçekten çok iyi bir performans sergiledi. Türkiye’nin en iyi oyuncularını bu filme katma olanağımız olsaydı bile aynı sonucun çıkacağını sanmıyorum.

Festivaldeki basın toplantısında “Press” oyuncularından birinin Kürtçe konuşması üzerine tartışmalar yaşandı…

İlk önce ben söz aldım, filmin nasıl ortaya çıktığıyla ilgili bir sunuş yaptıktan sonra, Aram da kısa bir sunuş yapacaktı. Üç cümle Kürtçe konuştuktan sonra, sözlerini bir de Türkçe söyleyecekti, ama o üç cümle Kürtçeye tahammül edilmedi. Orada bulunan izleyicilerin hepsini kastetmiyorum, bunu da söylemekte yarar var. Tam tersine, izleyici filmi çok beğendi, film sonrası alkışlardan pozitif karşılandığını anlıyor, hissediyorduk. Ama, rahatsız olanlar da vardı. 10-15 kişilik bir grup özellikle rahatsızlığını gösteriyordu. Aram Kürtçe konuşmaya başlayınca onlar da “anlamıyoruz, Kürtçe konuşma” diye çıkıştılar, tartışma başladı. Basın toplantısına da bu tartışma damga vurdu. “Siz tarafsınız, yanlı bir film çekmişsiniz” türünden sözler sarfetti bu küçük grup. Ama filme ekip olarak bizden çok Türkiye sinemasının demokratik damarı sahip çıktı, bu bizi çok sevindirdi. Örneğin, Derya Alabora saldırganca tepkilere dayanamadı, sinirle ayağa kalktı, “Ne diyorsunuz siz! Sinema taraf tutar, kamera da taraf tutar” diye söze girerek konuşanları susturdu. Sonra, Sümer Tilmaç bağırıp çağırmaya başladı. Hatta biz başta herhalde bize bağırıyor diye düşündük, meğerse o da bizi sahipleniyormuş. Bu sahiplenme toplantıdan sonra da devam etti. Bu sıcak ilgi bizi hem mutlu etti, hem de şaşırttı, çünkü bu kadarını beklemiyorduk.

Emir Kusturica olayı da gündemdeydi o sıralar. Açılış töreninde MHP’li belediye meclis üyesi Kusturica’yı faşistlikle, ırkçılıkla suçladı. Daha sonra, İsviçreli bir oyuncu ona benziyor diye dövüldü. Antalya’da olanlar Türkiye genelinin bir yansıması mı?

Evet, bence öyle. Festivalde geçen yıl da “Min Dît” adlı filmin basın toplantısında tepkiler gösterilmişti. Fakat geçen yıl da festivalde bulunan arkadaşlar bize “geçen yılki reaksiyon çok daha fazlaydı ve daha örgütlüydüler” dedi. Demek ki böyle çatışa çatışa yürünecek ve sonunda kabullenecekler diye düşündük.

Festivalin en önemli olaylarından biri de, Semih Kaplanoğlu’nun Kusturica’nın jüri üyeliği nedeniyle festivalden çekilmesi ve sonrasında yaşanan gelişmeler oldu. Sinema eleştirmeni Necati Sönmez Kaplanoğlu’nu eleştiren bir yazı yazdı, Taraf karşı salvoya geçti. Bu arada, Filistin İçin İsrail’e Karşı Boykot Girişimi, Reha Erdem ve Semih Kaplanoğlu’nu İsrail devletinin parasal desteğiyle yapılan Hayfa Film Festivali’nde aldıkları ödülleri iade etmeye çağıran bir açık mektup yayınladı. Bu yaşananları nasıl değerlendiriyorsun? 

Birincisi, Semih Kaplanoğlu filmini çekmedi; gösterildi, ama yarışma dışı gösterildi. Zaten prosedür gereği Adana Altın Koza’da en iyi film ödülü alan bir filmin Antalya’da yarışma bölümüne girme hakkı yok. Kusturica tartışmalarının benim asıl ilgilendiğim tarafı şu: Türkiye sineması haksızlıklara bu kadar duyarlıysa, bu ülkede daha önce reaksiyon göstermeleri gereken meseleler karşısında niye aynı tepki gösterilmiyor? Bir yönetmen bir bölgede yapılan soykırıma yönelik, o soykırımı savunan açıklamalar yaptıysa, bunu kabullenmemek, karşı durmak gerekir, tamam. Ama diğer taraftan, bu sorun dışarıda olunca karşı çıkıp içeride kendi meselelerimiz karşısında sus pus olduğumuzda ne kadar tutarlı oluyoruz? Kürtler söz konusu olunca bu tepki neden gösterilmiyor? Sadece Semih Kaplanoğlu için değil, Türkiye sinemasının geneli için bu soruyu soruyorum. Şu açık ki, Türkiye sineması bu ülkenin gerçekliğine hep mesafeli durmuştur. Örneğin, geçenlerde bir gazeteci arkadaşımız sordu: “Türkiye’de gazetecilik üzerine çekilmiş ilk film ‘Press’, değil mi?” Düşündüm, bilmiyorum dedim. ‘80 öncesi, gazeteci karakterlerinin olduğu birtakım filmler var, ama “Press” gazetecilik meselesini tartışan ilk filmse, buradan şöyle bir sonuç çıkarırım: Şu kadar yıllık sinema tarihinde gazeteciliği anlatan bir film bile çekmemişiz; demek ki sinema, Türkiye gerçeğine hep bir mesafe koymuş, başıma bir iş gelir korkusu hep önde gelmiş. Türkiye sinemasında ciddi bir oto-sansür var; bu, devletin sansüründen daha da katı. Gidersiniz, bir film çekersiniz, devletin sansüründen geçersiniz, işletme belgesi sorununu çözersiniz, ama iş dağıtıma ya da filmin tanıtımına geldiğinde devletten daha ağır bir sansürle karşılaşırsınız. Mesela “Min Dît”in dağıtımı sorun olmuştu, dağıtım şirketleri “biz bu filmi dağıtamayız” demişti. 

Goebbels’in ünlü bir sözü var: “Eğer yeterince büyük bir yalan uydurur ve sürekli tekrarlarsan, sonunda insanlar buna inanacaktır.” Geçenlerde Mehmet Ali Birand da bu sözü hatırlatırcasına “Bir bölümü doğru, diğer bölümü kendi hayal ürünümüz olan bir senaryo yazıyoruz ve bunun gerçek verilere dayanmayan bir senaryo olduğunu bilmemize rağmen, kendimiz de inanır oluyoruz” diye yazdı. Celal Başlangıç, Kürtler konusunda kaleme aldığı haber ve yazılardan dolayı meslektaşlarından tepki gördüğünü söyledi. Çalışanları öldürülen, binası bombalanan bir gazetenin filmini yaptın. Medyanın Kürt sorununa yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsun?

“Press” Özgür Gündem’i anlatırken o tarihlerdeki gazeteciliği de dolaylı bir şekilde tartışmaya açıyor, bir anlamda medya eleştirisi yapıyor. Birand’ın sözleri, bizim filmle tartışmaya çalıştığımız meseleyi gündeme getirdi. O sürece yakından bakalım; ‘90’lı yıllarda Kürtlerin başına gelenler medyaya nasıl yansıyor? Bölgedeki insanlar Kürt sorununu başka algılıyor, batıdakiler başka algılıyor. Bu kadar farklı yorumların olmasının nedeni ne? Bence, medyanın Ragıp Duran’ın kavramlaştırmasıyla “apoletli medya” olmasıdır. Askerin karşısında tek sıra olmuş, tekmil veren bir medyadan bahsediyoruz. O tarihlerde OHAL valiliğinin açıklamaları dışında bir şey yazılmıyordu. Bölgeden haber yaptıklarında, holding gazetelerinin muhabirlerinin bile merkezle başları belaya giriyordu ya da yaptıkları haberler 180 derece değişmiş olarak çıkıyordu gazetede. Holding gazetelerinin muhabirleri utançlarından sokağa çıkamaz hale gelmişti. Filmle ilgili araştırma yaparken bu konuda çok çarpıcı hikâyelerle karşılaştım. Filmde holding gazetelerinden birinde çalışan bir karakter var. Kendi gazetesinde haber yapamadığı için Gündem’e geliyor, elindeki malzemeyi onlara veriyor; gördüğü, tanık olduğu şeylere dayanamıyor çünkü. Nitekim, böyle şeyler yaşandı. Şu da var: Mehmet Ali Birand bunu şimdi söylüyor, üç yıl önce, beş yıl önce değil. ‘90’lı yıllardan bahsediyoruz. Neden o zaman susmuş? Şimdi söyleyebilmesinin koşulları olduğunu düşünüyor. O tarihlerde bütün gazete yöneticileri, yazarları yalan haber yaptıklarını çok iyi biliyorlardı. Bütün ülkenin bilincini bu yalan haberlerle şekillendirdiler. Örneğin, bizim basın toplantısında “bebek katili terör örgütünün yaptıklarını niye anlatmıyorsunuz?” dendi.
Özgür Gündem kapandı, ama geleneği sürdü. O gelenekten gelen gazeteler de defalarca kapatıldı, onlarca kez isim değiştirdi, çalışanları baskıya uğradı, tutuklandı…
Gazetecilikte tekzip diye bir uygulama vardır. Bir kişi ya da kurum kendisiyle ilgili yaptığınız haberinizin yalan, yanlış ya da eksik olduğuyla ilgili bir açıklama gönderir, siz de bunu gazetede yayınlarsınız. ‘90’larda bölgede gazetecilik yapan muhalif Kürt basınından gazetecilerin kendi aralarında kullandığı bir kavram var: Kurşunla tekzip. O bölgede haberin tekzibi kurşunla olur. Bu sadece ve sadece Gündem çalışanlarına karşı da olmadı. Örneğin, Hizbulkontra’yı ilk kez ortaya çıkaran gazeteci Halit Gürgen, 2000’e Doğru dergisinin Diyarbakır muhabiriydi; öldürüldü. Zaten o dönem gazeteci öldürmek sıradanlaştırılmış bir şeydi. Bir şeyhin ya da ağanın hoşuna gitmeyen bir haber yaptığınızda da öldürülebiliyordunuz. Bugüne gelince... Artık kurşunla tekzip yok, ama gazetelerin kapatılması, gazeteciler hakkında açılan davalar ve para cezaları o günleri nerdeyse aratacak şekilde sürüyor. Basın ve ifade özgürlüğü konusunda büyük ilerlemeler kaydettiğimizi düşünmüyorum.

Türkiye sinemasında genç yönetmenlerin üretimlerinde niceliksel bir artış var. Bu durum niteliğe de yansıyor mu sence?

Evet, yansıyor. Üç gelişmeden söz edebiliriz. Birincisi, Türkiye sineması niceliksel olarak gelişiyor, artık daha çok film yapılıyor. İkincisi, Türkiye sineması yurtdışında daha fazla ilgiyle karşılanıyor. Örneğin, “Çoğunluk” filminin yönetmeni Seren Yüce Venedik’te Geleceğin Aslanı ödülünü aldı. Bildiğim kadarıyla, bu Türkiye sineması için bir ilktir. Yurtdışındaki bu ilginin Türkiye sinemasının niteliksel olarak da geliştiğinin bir göstergesi olduğunu düşünüyorum. Üçüncüsü, bu genişlemenin ve gelişmenin içinde politik bir sinema damarından da bahsedebiliriz. Ama bu damarı, bir politik sinema akımı olarak adlandırmak mümkün değil. Çünkü örneğin Özcan’ın (Alper), Kâzım’ın (Öz), Hüseyin’in (Karabey) ya da benim filmlerimizi düşünürsek, hepsinin sinema dilleri, estetik anlayışları birbirinden çok farklı. Ama hepsinin ortak bir duruşu var. Bir politik sinema akımı değil de, politik sinema geleneğinin ipuçlarını görüyoruz. Benim için, politik sinema geleneğinin kalıcı hale gelebilmesi çok önemli. Bunların devamı gelirse, Türkiye’de politik sinema geleneğinden söz edebiliriz. Epey bir süredir, politik sinema yapmak üçüncü sınıf bir iş olarak algılanıyordu, hâlâ da bunun izlerinin olduğunu düşünüyorum. Ama bunu geride bırakıp “biz bu ülkenin gerçeklerini anlatmak derdinde olan genç sinemacılarız ve politik sinema yapıyoruz” diye net bir duruş sergilememiz gerekir.

Bir söyleşide de söylüyorsun, bugün politik filmler yapanlar genelde ‘90’larda öğrenci hareketinin içinde olanlar. Sen de onlardan birisin… ‘80 sonrası sınıf mücadelesinin ve muhalif hareketin gelişimine baktığımızda, ‘89’da işçi hareketinin gelişimi ve eylemlilik dönemini, ‘90’larda da yükselişe geçen öğrenci hareketini görüyoruz. O yıllarda öğrenci hareketinin içinde yer alanlar şimdi film üretmeye başladılar. Bu filmlerin hepsi Türkiye muhalif hareketinin sonucu, onun sinemadaki karşılığı. Dışarıdan bakıp “şöyle bir sorun var, onu da anlatayım” diyen insanlar değil bu filmleri yapanlar.
Gelenekten söz ettik, sana yol gösterici olan yönetmenler oldu mu?

Yalnızca benim için değil, Kâzım, Hüseyin, Özcan’la da konuştuğumuz bir şeydir, Yılmaz Güney bizim için ayrı bir yerdedir. Ama hiçbirimiz bugün Yılmaz Güney sinemasını yapmaya çalışmıyoruz. Yılmaz Güney sinemasının yarattığı bir etki var. Bizim yakalamaya çalıştığımız bu etki. Ne kadar yakalarız bilmiyorum, ama en büyük amacımız böylesi etki yaratan bir üretim ortaya koymak. Yoksa yeni Yılmaz Güneyler olmak ya da onun sinemasını taklit etmek değil amacımız, bu zaten saçma bir şey olur. Herkes kendi yolundan yürüyor, ama bizim için orada bir çıpa var, o da Yılmaz Güney’dir, bu tartışmasızdır.

Peki, “Press” ne zaman seyirciyle buluşacak?

Belli değil, ama şubatta gösterime sokmayı amaçlıyoruz.

Nasıl bir ilgi bekliyorsun?

İlk filmim olduğu için izleyicinin nasıl bir tepki vereceğini kestirmek benim için zor. Ama umutluyum.

Bundan sonra çekmeyi düşündüğün konu belli mi?

12 Eylül’de geçen bir öyküyü anlatmak gibi bir fikir var aklımda, ama henüz net değil.

Kaynak: Bir + Bir, Kasım-Aralık 2010, Söyleşi: Volkan Alıcı

Yusuf Çetin ve Ahmet Haluk Ünal Sinemalife’a konuştu

Perşembe, Mart 17, 2011

Sinemalife 40. Sayısıyla Yayında!

Türkiye’nin İlk Online Sinema Dergisi Sinemalife, Mart ayında her zaman olduğu gibi birbirinden seçkin dosyalarıyla nitelikli okumalar sunmaya devam ediyor. Dergi, bu ay seyirci ile buluşan Gölgeler ve Suretler’i kapağına taşırken meraklısının zevkle okuyacağı iki önemli isme de sayfalarını açtı, “Kir” ve “Saklı Hayatlar” filminin yönetmenleriyle söyleşi yapan Sinemalife, Yusuf Çetin ile Kürt sorununu masaya yatırırken, Ahmet Haluk Ünal ile de bir başka sorun Alevilerin dünyasına girizgah yaptı.

Ülkemizdeki Kürt sorununda önemli bir rol alan koruculuk sisteminin bölge halkına yaşattığı acıları beyazperdeye yansıtan Yusuf Çetin söyleşi de T.C’nin kuruluşundaki en önemli ittifak tarafının Kürtler olduğunu söylüyor. Sinemalife’a açık yüreklilikle konuşan Çetin,
‘Kir”i yazarken neyi amaçladığını şöyle özetliyor: “Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ittifaklar üzerinden olmuştur. En önemli ittifak tarafı da Kürtler’dir. Lozan’dan günümüze kadar Kürt halkının inkar ve asimilasyonunda ayak direyen bir resmi ideoloji var. Karşısında ise bu resmi ideolojinin asimilasyoncu politikalara karşı Kürt halkının da anayasal güvenceli dil, kültür ve kimlik hak talepleri var. Bu taleplerin karşılanması içinde demokratik ve meşru mücadele yürütülüyor. Ancak bu mücadeleye karşı ısrarla yok sayma ve inkarda direnmenin çeşitli yöntemleri denendi. Bu yöntemlerin başında şiddet politikaları geliyor. Korucululuk sistemi de şiddeti farklı biçim ve boyutlarda uygulamıştır. Kürt halkı bunu biliyor bilmeyenler içinde bu sistemin deşifre edilmesi gerekiyordu.”

“Saklı Hayatlar” ile Alevilerin yaşadıkları dramı sinemaya aktaran Ahmet Haluk Ünal dergiye verdiği röportaj da ise ezilen kimliklerin farkına varılmasına katkı yapacak bir film çektiklerini söylüyor. Ünal; “Önyargıların oluşturduğu nefrete dair bir film çektik. Seçtiğimiz ezilen saklanan kimliğin, Alevi olması elbette tesadüf değil. Ama bu ülkede devlet İslami ve bir tür Kemalist değilseniz, Ermeni, Yahudi, Kürt, komünist, eşcinsel mutlaka saklı bir hayatınız olmuştur. Aleviler bunların içinde yarası en eski ve kanaması en büyük olanların başında geliyor, bu yüzden filmin, ezilen kimliklerin farkına varılmasına katkı yapacağını düşünüyoruz” dedi.

Bu önemli söyleşi haberlerinin yanında, Sinemalife özel çalışmasıyla, 12 Eylül askeri darbesinin sinemaya sansürü ne şekilde kullandığına dair örneklerle anlatıyor. Öyle ki, erotik filmlere bile nasıl sansür uyguladığına parantez açılıyor Sinemalife da. Darbeden sonra erotik sinemanın nasıl bıçak gibi kesildiğini ilgiyle okuyacaksınız. Sinemalife’ın zoom sayfalarının bu ayki konukları ise, Hollywood’un büyüyen ama hala bebeği olan Natalie Portman, önsözü olmayan adam Nejat İşler ve yine görüntüyü hissettiren yönetmen Robert Bresson. Öte yandan sinemaseverler, animasyon severler içinde ‘Düş Perdesi’ başlıklı köşeleri de bu ayda takip edebilecek. Masal Perdesi, To Be Continued, Kayıp Bakışlar, Modern Klasikler ve Büyüteç köşeleri ile de sinemaya farklı bir pencereden bakacaksınız. Vizyondakiler, beyazperdeden haberler, Şubat sayısında yeni çıkan DVD'ler ile gösterimdeki filmlerin eleştiri yorumlarını da bulmanız mümkün. DVD ödüllü yarışma sayfasında okuyucuyu sürprizlerin beklediği www.sinemalife.com önünüzdeki ekranda!..

Ziyaretçiler’den Sezon Finali

Perşembe, Mart 17, 2011

Şu yazıda ilk bölümünden hareketle kritik ettiğim ve gençlik nostaljisi tazeleme uğruna umudu kesmeden takip ettiğim dizi “Visitors” Salı akşamı “Mother’s Day” adlı bölümle sezon finali yaptı…

Hayli kuvvetli bir kampanya bolca merak uyandırarak başlayan dizi daha pilot bölümde, aslına bakılırsa pek de işin hakkını verememişti. İlk sezon boyunca biraz savruk ilerledikten sonra 12. Bölümle ilk sezonunu biraz da ağır aksak tamamlayabilmişti. Hatta ikinci sezon onayı alıp almayacağı da netleşmemişti o dönem…

4 Ocak 2011 günü başlayan ikinci sezonsa beklenmedik şekilde toparlayıcı oldu. İlk sezonun hantallığını üstünden atmış görünen ikinci sezon, tüm aksiyonuna hızlı akışına rağmen yine de tatmin etmedi. Bunda en başta şaşırtıcı yada beklenmedik hiçbir an içermemesi geliyor ki, çoğu zaman senaristlerin izleyicilerden daha da ağır kaldığını söylemek mümkün. Biraz da ilk çevrimi izlemiş izleyicideki biz kül yutmayız tavrı dizinin yine uzun sürememesini sağladı.

İşin izleyici haricindeki aksak yönleri de yok değil. Bunların en başında ise teknolojik zaaflar geliyor ki, bu da bir türlü yaratılamayan atmosferin baş sorumlusu. Dünya tamam da, ziyaretçilerin gemisi ve teknolojisi konusundaki cimrilik dizinin sonunu getirecek düzeyde seyretmekteydi. Gemi içi efektlerin çok zayıf kalması, özellikle ziyaretçiler profilinin bir türlü gerçekçi olamamasını sağladı. Kötü ne kadar iyiyse, iyi de o kadar iyi olur haliyle… Savaşta o kadar heyecanlı olur. Maalesef bir türlü vasatı aşamayan dıştan iyi, içten kötü olduğuna inandırılmak istenen uzaylıları donuk donuk izlemek zorunda kaldı izleyiciler.

Oyuncu kadrosu da vasatı aşamayınca, ilk sezondan iki bölüm daha kısa süren bir sezonla karşılaştık. Onuncu bölümle yapılan sezon finali bolca belirsizlikte getirdi… An itibariyle dizinin üçüncü sezonunun olup olmayacağı belirsizliğini korurken, yayıncı kanalın “The Arrival” adlı özel bir bölümü 25 Mart’ta yayınlayacağı takvimde görünmekte. Yayından kalkacağı konusunda bahisler oynanan dizinin beklenmedik sezon finalinin peşinden neler olacağı da çok az bir kitle tarafından merak ediliyor.

Gelelim sezon finaline… Toplamdaki 22. Bölüm olan “Mother’s Day”, işin ilginç yanı en iyi bölümdü… Hayli karamsar bir final yapıldığını da ekleyelim… Son dakikada ağız sulandıran bir final olmasının haricinde bolca soru işaretiyle bitmesi de devam edebileceğini gösteriyor… Finalin en güzel anlarından birinin ilk çevrimin başrol oyuncusu Marc Singer’ın göründüğü olduğunu da söyleyelim. Hemde kendisine yakışan bir rolde izledik ki, tadından yenmedi esasında…

Önümüzdeki günlerde kaderi açıklanacak dizien azından böyle biterse de izleyicisine bir şey kaybettirmeyecek şekilde arşivlerdeki yerini alacak ama, orijinal çevriminin yanına bile yaklaşamayarak bit pazarına nurlar yağdıracak…


22. Ankara Uluslararası Film Festivali Bugün Başlıyor!

Perşembe, Mart 17, 2011

22. Ankara Uluslararası Film Festivali Açılış Töreni’yle Başlıyor

Dünya Kitle İletişimi Araştırma Vakfı tarafından, HALKBANK ana sponsorluğunda gerçekleşen 22. Ankara Uluslararası Film Festivali, 17 Mart Perşembe günü saat 19:30’da, MEB Şura Salonu’nda düzenlenecek açılış töreniyle başlıyor. Ayça Varlıer’in sunacağı Açılış Töreni, yapılacak açılış konuşmasının ardından Vakıf Özel Ödülleri’nin sunumuyla devam edecek. Gecede, Aziz Nesin Emek Ödülü Sezer Sezin’e Kitle İletişim Ödülü Kalan Müzik adına, Hasan Saltık’a ve Sanat Çınarı Ödülü Suna Kan’a takdim edilecek. Tören sırasında Gece boyunca Emre Kartarı Jazz Band, film müziklerini seslendirecek. Tören, doğanın teknoloji eliyle yok oluşuna oldukça çarpıcı bir yerden bakan Teklopolis / Teciopolis kısası ile sonlanacak.

30 Ülkeden 275 Film

Festival, Jerzy Skolimowski, Jan Svankmajer, Werner Herzog, Xavier Dolan, Bong Joon-ho, Tony Gatlif, Alain Corneau gibi yönetmenlerin son filmlerinden, Kazakistan ve İtalyan sinemasıyla ilgili özel bölümlere, “Doğaya Karşı İnsan” başlıklı etkileyici bir seçkiden Bertrand Tavernier, Takeshi Kitano ve Ken Loach gibi ustaların filmlerine uzanan zengin programla izleyiciye sinema şöleni sunacak. Her yıl olduğu gibi Ulusal Uzun, Kısa ve Belgesel yarışmaları da festivale ayrı bir heyecan katacak.

 
Designed by OddThemes & Distributed by Free Blogger Template